29 Aralık 2007

Yoksa yine...

Hadi kapat gözlerini.
Yaklaşmakta olan yeni yılı hayal et.

Neler geliyor gözünün önüne?
Neler ifade ediyor sana bu son model, gıcır gıcır yeni yıl?
En azından onun daha öncekilerden daha güzel bir yıl olmasını istiyorsun değil mi?
Peki ne kadar sürüyor içini kaplayan bu umutlar?
Ne zaman yavaş yavaş pes etmeye başlıyorsun?
Ne zaman bunun da diğerlerinden bir farkı yokmuş diyerek teslim bayrağını çekiyorsun?
Aslında sen de biliyorsun değil mi?
Yaklaşan yeni yılda da yaşayacaklarının hiç bir farkı olmayacak daha öncekilerinden.

Bu yeni yılda da;
Yine her sabah güneş doğacak.
Yine sen, kimi sabah büyük bir keyifle, kimi sabah homurdanarak uyanacaksın.
Yine birileri sana gülümseyerek günaydın diyecek, birileri seni adam yerine koymayıp suratına bile bakmayacak.
Yine birileri senin canını yanacak, belki sen birilerinin canını yakacaksın.
Kimi zaman haksızlıklara uğrayacak, kimi zaman büyük mutluluklar yaşayacaksın.
Belki yine sokakta yağmura şemsiyesiz yakalanıp sırılsıklam ıslanacaksın.
Hızla yanından geçen araba yine yerdeki çamurlu suyu üzerine sıçratacak sen de arkasından okkalı bir küfür sallayacaksın.
Yine zaman zaman gözlerin uzaklara dalacak eskileri hatırlayacaksın.
Yeni hayallerin olacak.
Bir kısmı gerçekleşirken, bir kısmının peşini bir süre sonra sen bırakacaksın.
Belki yeniden aşık olacak, belki sevgilinden ayrılacaksın.
Belki hayatından çok sevdiğin bir yıldız daha kayıp gidecek ya da hayata merhaba diyen yeni bir canı kucağına alacaksın.

Ve sen yine hayata müdahale etmek isteyecek, yine sonuç alamayacaksın.

Sözün özü, aslında bu yeni yılda da hayatı daha öncekilerde olduğu gibi, sana düşen payıyla, acısıyla, tatlısıyla yaşayacaksın.
Sen değişmediğin sürece yeni yıllarının da diğerlerinden hiç bir farkı olmayacak.
Sadece kantarın topuzu belki birazcık sağa, belki birazcık sola kayacak.

Ama sen değişmeye karar verirsen, hayatın içinde süregelen olayları artık farklı algılamayı seçersen, yaklaşmakta olan yıl belki de hayatının en güzel yıllarının başlangıcı olacak...

29 Aralık 2007
Haşim Arıkan

28 Aralık 2007

Öylesine...

Yağmurlu bir İstanbul akşamı.
Yoğun bir trafik.
Yeni yılı karşılama telaşındaki ışıl, ışıl, rengarenk, kokoş caddeler, sokaklar, dükkanlar.
Yeni bir yıla hazırlık.
Yeniden yeşeren umutlar,
Yeni kurulan hayaller.
Bembeyaz yeni bir sayfanın heyecanı.
Yepyeni bir başlangıç şansı daha.
Yeni yılda hayatına dahil olabilmek için sıralarını bekleyen yeni rol arkadaşların.

Biten bir yıl.
Bir yol sonu daha.
Yaklaşan bir veda vakti.
Belki biraz kırgın, belki de mutlu.
Ardında bıraktıkların.
Alıp kendine kattıkların.
Geride kalan gözyaşların, kahkahaların.

Yavaş yavaş inmekte olan bir perde.
Sana biçilmiş bir rol, bilmediğin bu role karşılık senin doğaçlama oynadıkların.

Yeni bir yıl.
Kendine aldığın yeni bir hediye.
Yeni bir CD.
İlk defa dinlediğin bir parça.
Tam da ihtiyacın olduğu bir anda.
Seni alıp bambaşka diyarlara götüren, seni etkileyen sözler.

Ben kimim?
Geçmişte neler gizli?
Yaşam başkalarına karşı oynanan bir oyun mu?
Benim rolüm ne?
Peki ya sen!
Şimdi nerede? Nasılsın?
Neler geçiyor göynünden?
Birbirimizi gerçekten tanıyor muyuz?
Sevmeyi biliyor muyuz?
Söyle bana, ben kimim?
Bakıpta görmediğim, duyupta dinlemediğim, arayıpta bulamadığım beni, bende keşfet.
Ben kimim?
Ben bir'im.

25 Aralık 2007
Haşim Arıkan


Çalan CD: İstanbul Lounge by Salih Saka

27 Aralık 2007

Ben Mars’lıyım abi benden adam olmaaaaaaz...

Kadın: Alo, müsait misin? Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Biriyle konuşmaya ihtiyacım var. Biraz konuşabilir miyiz seninle?
Adam: İçinden "Ah be canımıniçi sen ne zaman iyi oldun ki." Müsaitim canım, müsaitim ben. Seni dinliyorum.
Kadın: Yine her şey üst üste gelmeye başladı bu ara nedense. Ben mi yanlış anlıyorum insanları. İnsanlar mı beni yanlış anlıyor bilemiyorum. Allah aşkına sana az önce attığım maili okudun mu? Gördün mü neler yazmış bana. Ben bunu mu hak ediyorum?
Adam: Bitanem senin yaşamını ben neye benzetiyorum biliyor musun? Karanlık bir oda da ve oda da var olduğuna inandığın simsiyah bir kedinin sana her an saldıracağını düşünerek mütemadiyen tetikte yaşıyor gibisin. Üstelik oda da büyük olasılıkla o simsiyah kedi yok. Yani boşu boşuna kendini geriyorsun. İnan ben o bahsettiğin mail de sorun edilecek hiç bir şey görmedim.
Kadın: Ne demek şimdi bu? Lütfen daha açık konuşur musun benimle?
Adam: Canım her zaman ki gibi yine hemen kızmaya başlama lütfen. Neden sürekli etrafındaki insanların sana gizli gizli bir şeyler anlatmaya çalıştığını, sana bir şeyler ima ettiklerini düşünüyorsun? Niye etrafındaki insanlar tarafından yanlış anlaşılmaktan bu kadar çok korkuyorsun? Farz edelim sana bir şey ima etsin biri görmesen ne olur? Veya seni yanlış anlasın ne olur? Hayatı sürekli bu kadar gergin bir vaziyette yaşamaya değer mi?
Kadın: Ben uyduruyorum bütün bunları öyle mi? Bunu mu demek istiyorsun sen şimdi bana?
Adam: Yapma ne olur böyle. Anlamıyor musun hala karanlık bir odada böyle sürekli tetikte yaşamanın ne kadar zor olduğunu. Bunu yaşayan sensin. Yormuyor mu seni, bu odana sana yardım etmek için giren insanlara önce saldırıp sonra da onları tekrar kazanmaya çalışmak. Ah şu öğrenilmiş korkularımız. Tekrar edecek bir geçmiş, endişemiz. Her şey onların başının altından çıkıyor aslında ya neyse.
Kadın: Tamam canım. Tamam... Ben seni çok iyi anladım. Evet bütün bunlar tamamen benim hüsnü kuruntum. Aslında kimsenin bana hiç bir şey ima ettiği yok. Ben art niyetliyim hep ben yanlış anlıyorum. Sağol çok rahatlattın beni, o kadar hafifledim ki kuş gibi oldum uçup nirvana'ya konacam şimdi. Beni toplantıya çağırıyorlarmış, hadi hoşçakaaaaal.
Adam: Canım bir dakka……. Kapattı bile. Oooooof yaa oooooof. Ben ne yaptım abi şimdi. Sadece yardım etmek istedim ona. Ah benim akılsız kafam. Yine bile bile aynı tongaya düştüm. Ne diyordu abi bana da okuttuğu o kitapta. “Kadınlar aslında konuşmak istediklerinde sadece duygularını paylaşmak için konuşurlar. Çünkü onlar konuşarak rahatlarlar. Herhangi bir çözüm önermeden onları dinlemek onlar için çok önemlidir.” Ben ne yaptım peki şimdi? Yine benden yardım istiyor sanarak hemen bay tamirci şapkamı takıp kendimce ona çözümler üretmeye başladım. Ben Mars’lıyım abi benden adam olmaaaaaaz. Biz marslıların hepsinin köküne kibrit suyu...

27 Aralık 2007
Haşim A.


23 Aralık 2007

Ben inandığım masalları mı anlatıyorum, sen kendininkini yaşıyorsun!

Adam: Bu şekilde konuşarak ne büyük bir günah işlediğinin farkında değil misin?
Kadın: Günah diye bir şey yoktur!
Adam: Günah diye bir şey yok mu dur? Ne dediğinin farkında mısın sen?
Kadın: Anlamıyorsun değil mi hala? Günah sadece senin kafanın içinde, günah sadece senin düşüncelerinde.
Adam: Çok fazla ileri gidiyorsun. Bu şekilde konuşmayı bırakıp bir an önce Tanrıdan af dilemelisin.
Kadın: Tanrı hiç bir zaman affetmez. Çünkü o hiç bir zaman bizleri kınamaz. Onu o kadar yanlış tanıyorsun ki. Tanrı her zaman sadece bizim mutlu olmamızı ister.
Adam: Lütfen artık devam etme Tanrı seni duyuyor.
Kadın: Evet doğru söylüyorsun. Tanrı beni her zaman duyar ve her zaman bana sevgiyle gülümser.
Adam: Yeter artık sus. Daha fazla günaha girme. Bir an önce dua et ve Tanrıdan af dile.
Kadın: Neden Tanrıya bir ebeveyn rolü yansıtma ihtiyacı hissediyorsun? Neden ödüllendiren, yargılayan ve cezalandıran bir Tanrı ortaya çıkarmak, sevginin çerçevesinde korkuya dayanan bir gerçeklik yaratmak için çabalıyorsun? Olmak, yapmak ve sahip olmak için senin korkuya ihtiyacın var mı? İyi olmak için illa tehdit mi edilmen gerekiyor? Aslında yapman gereken şey o kadar basit ki. Yapman gereken şey, yüreğinde taşıdığın sevginin sesine kulak vermek. Düşüncelerini eyleme dönüştürmeden önce onun sesine kulak verirsen eğer, o her zaman seni, senin için en doğru olana ulaştıracaktır. Ulaştığın o noktada da Tanrı her zaman senin yanında olacaktır. Çünkü Tanrı her zaman sevginin yanındadır.

23 Aralık 2007
Haşim A.

Birincil esin kaynağı: Conversation with the God

16 Aralık 2007

Çukurlar...

Düşünüyorum da;

Acaba hayat mı gerçekten zor?
Yoksa biz mi onu daha çok zorlaştırıyoruz?

O sürekli şikayet ettiğimiz, önümüze çıkan çukurlar mı suçlu?
Yoksa, biz mi onları fark edemeyip hep içlerine düşüyoruz?

Canımızı esas yakan şey, o çukurlara düşmek mi?
Yoksa daha çok, göremeyip içine düştüğümüz için kendimize mi kızıyoruz?

Çukurlar mı hainlik yapıp devamlı bizi takip ediyor?
Yoksa biz mi hep aynı çukurlara inatla düşüyoruz?

Gerçekten gidebileceğimiz başka yollar mı yok?
Yoksa bildiğimiz, alıştığımız yol diyerek hep aynı yolları biz mi tercih ediyoruz?

Başrolünü oynadığımız senaryo mu hiç değişmiyor?
Yoksa sürekli aynı replikleri kullanarak kendimizi aynı bölümü tekrar tekrar oynamaya biz mi mahkum ediyoruz?

Acaba senaryonun tamamı ne anlatıyor?
Biz hangi bölüm de takılıp kalıyoruz?

16 Aralık 2007
Haşim A.

12 Aralık 2007

İnan ben de yabancısıyım bugün kendimin!


Yapamadım bu sabah.
Her sabah aynama sızan dostuma gülümseyip “Bugün harika bir gün olacak” diyemedim.
Dönmedi dilim bu sabah, bir türlü söyleyemedim.
Fark etmemişim.
Tükenmiş meğerse bütün enerjim.
Bu sabah direnemedim daha fazla kendime.
En sonunda zihnimde dolanan düşüncelere yenildim.
Beni yargılamadan önce bilmeni isterim.
Bugün gördüğün ben, ben değilim.

Bulduğum her fırsatta kapadım gözlerimi bugün.
Gözyaşlarım akmak istedi, ben onları göz kapaklarımın ardına gizledim.
Kontrolsüzce ortalığa saçılıp, can yakmak istedi ucu bilenmiş sözcüklerim.
Sustum, onları zihnime hapsettim.
Güçsüzdüm ama yine de kimsenin enerjisini çalmak istemedim.
Kimselerin olmadığı yerleri, işte bu yüzden tercih ettim.
Sırf bu yüzden belki de seni gördüğümde yolumu değiştirdim, bakışlarımı senden kaçırıp hep başımı öne eğdim.
Belki de sen bana selam verdin, gülümsedin, ama ben onu görmedim.
Beni yargılamadan önce bilmeni isterim.
Aslında ben, böyle biri değilim.

Ben bugün, korkularıma teslim oldum, endişelerime yenildim.
İnan ben de yabancısıyım bugün kendimin.
Dilimi susturdum ama ruhumu ele geçiren düşüncelerime söz geçiremedim.
Dayanamadım, sonunda okuduğun bu satırlara döküldü bütün hislerim.
Ruhumun her tarafa dağılan parçalarını, belki yazarak bir araya getirebilirim zannettim.
Beni yargılamadan önce bilmeni isterim.
Senin hissettiklerin değildi, bugün benim sana söylemek istediklerim.
Seni dışlamak, yok saymak değildi kesinlikle niyetim.
İnan denedim.
Bana gülümseyerek bakan yüzlere gülümsemeyi ben de çok istedim.
Ben bugün korkularıma teslim oldum, düşüncelerime yenildim.

12 Aralık 2007
Haşim Arıkan

15 Kasım 2007

İnanmayacaksın ama....

O kadar yorgunum ki yorgunluktan gözlerim kapanıyor. Bu aralar nedense hem özel hayatımda, hem işte herşey hep üstüste geliyor. Ya hayat artık beni fazla yoruyor. Ya da ben artık yaşlandım nefesim onun temposuna yetmiyor. Gecenin bir vakti Karaköy iskelesinden kalkan Kadıköy vapuruna son anda yetişip, palas pandıras biniyorum. Koskoca vapur o saatte bomboş. Rastgele bir koltuğa kendimi adeta bırakıyorum. O da hemen peşim sıra giriyor salona, bomboş vapurda gelip tam yanıma oturuyor. O kadar kötü bir durumdayım ki konuşmamak için gözlerimi kapatıyorum ama kapatmamla birlikte o konuşmaya başlıyor.
- “Çok sıkıntılı ve yorgun görünüyorsun. Konuşmak istersen seni dinlerim”
Göz ucuyla bakıyorum iyi giyimli ve temiz bir hali var. Çok yaşlı denilemez ama çok gençte değil. Tahmini 55-60 yaşlarında görünüyor. Hafifçe gülümsüyorum.
- “Biraz yorgunum” diyorum.
Bu cevabımdan sonra belki kalkıp gider diye bekliyorum ama ben konuşmaya niyetlenmeyince bu sefer o anlatmaya başlıyor. Bana beni, son günlerde tüm yaşadıklarımı, sıkıntılarımı, onların nedenlerini, ayrıntılarıyla teker teker anlatıyor. Şaşkınlık içinde dinliyorum tüm anlattıklarını. Uzun zamandır aklımdan takılan soruların cevaplarını bulabilmem için, önce sorduğu sorularla beni yönlendiriyor ve en sonunda da beni aradığım cevaplara ulaştırıyor. Konuştukça benim inanılmaz bir şekilde rahatladığımı o da fark ediyor. Vapur iskeleye yanaşırken yavaşça ayağa kalkıyor
- “Sıkma kendini elbet hepsi geçecek. Sen yüreğini ferah tut” diyor. “Demek bu şehire gelmemin, gecenin bir vakti ansızın bu vapura binmemin sebebi senmişsin. Senin için kimselere haber bile vermeden kalkıp ta buralara kadar gelmişim” diye de devam ediyor. Son anda kim olduğunu sormak geliyor aklıma.
- “Verdiğim cevap neyi değiştirir ki. Cevap ne olursa olsun sonuç değişmeyecek değil mi” diyor.
Yine de cevap bekleyen gözlerle bakıyorum yüzüne. Anlıyor.
- “Bir rehber ya da seninle konuşan kendi önsezin. Sen istediğini seç.”
diyerek, salondan çıkıp gidiyor.
Ben de hemen kalkıyorum peşinden. Ama ne iskelede yakalıyabiliyorum onu. Ne de benim ardımdan vapurdan iniyor.
Başımı göge doğru çevirip gülümsüyorum. Biliyorum ki o da şu an bana oradan sevgiyle gülümsüyor. Bizler, ona ihtiyacımız olduğu zamanlar da, ondan hep varlığını bize daha bariz hissettirmesini beklerken, onun bunu her zaman gösterişsiz bir şekilde yaptığını artık biliyorum. Bu yüzden de “İnanmayacaksın ama....” diye başlayan cümlerle anlatılan, o inanılmaz tesadüfleri duyduğumda hemen onu hatırlayıp gülümsüyorum. Ona şükrediyorum.

05 Kasım 2007
Haşim A.

Çok Tuhaf bir geceydi (Son Bölüm)

Tekrar Tepebaşı’ndaki katotoparka doğru yürümeye koyuldum. Bir süre yürüdükten sonra kendimi yine o köhne bakkalın – yani esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolan Starbucks’ın- önünde buldum. Artık hem beynim hem de bacaklarım pes etmişti. Daha fazla dayanamadım ve kendimi bakkalın önüne yığılırcasına bıraktım. İçine kısılıp kaldığım bu zamansız zaman dilimi damağımı iyice kurutmuştu. Tam çantamdaki su şişesini çıkarmak üzereyken önce, bakkalın yanan ışıkları ile birlikte etrafım birden aydınlandı ardından da bakkalın o köhne kapısının üstelik hiç gıcırdamadan yavaşça açıldığını hissettim. Sırtım bakkala dönüktü, hem bana doğru gitgide yaklaşan ayak seslerinin sahibini görebilmek, hem de her tarafı dökülen bu garip dükkanda neler olup bittiğini anlayabilmek için başımı geriye doğru çevirmem ile birlikte onunla gözgöze geldim. Bana bir süredir beklediği gecikmiş misafirini karşılayan bir ev sahibesi edasıyla nerelerde kaldın dercesine bakıyordu. Şaşkınlık içerisinde hiç bir şey söyleyemeden öylece kalakaldım.
- İçeri gelmek ister misin? Çok kötü görünüyorsun.
Çok kötü görünmekten çoook ötedeydim artık, tamamen tükenmiş, bitmiştim. Yüksek sesle bağırmaya başladım.
- Tüm bunlar ne demek oluyor bana anlatır mısın? Beynimin tahammül gücünü mü sınıyorsun?
- Herşeyin muhakkak ki bir nedeni vardır. Onu bulmak ise sana kalmış.
- Peki kimsin sen?
- Sence kim olabilirim? Hayat destesindeki jokerlerden biri diyebilir miyiz? Ne dersin?
- İlk önce gerçekte var olmayan bir Starbuks’ta karşıma garson olarak çıkıp, kısa bir süre sonra ise köhne bir bakkal sahibine dönüşebildiğine göre neden olmayasın değil mi? Mantığımın sınırları dahilinde düşünebiliyor olsaydım kesinlikle evet derdim sana. Ama bu gece yaşadıklarımın hiç biri maalesef mantığımın sınırları dahilinde cereyan etmiyor. Bu yüzden de sana herhangi bir cevap veremiyorum. Peki neden ben? En azından bana bunu söyleyebilirsin sanırım.
- Sence, sen ”ben” demeyi hak ediyor musun? Bizim buralar da ancak kim olduğunu bilenler ”ben” diyebilir. Yani kendi yaşamlarının efendisi olanlar, iradesi olanlar. Sen bu özelliklere sahip biri misin sence?
Bu son cümleleri suratımda bir tokat gibi patlamıştı ama ona bunu hissettirmeye asla niyetim yoktu. Neyse ki o da benim cevabımı beklemedi zaten.
- Hadi benimle gel. Seni, orada olmaktan büyük bir mutluluk duyacağın, çok özel bir yere götürmek istiyorum.
O önden ben arkasından bakkalın içine girdik. İçeriye girdikten sonra önce kapıyı kilitledi sonra ışıkları söndürdü. İçinde bulunduğumuz bakkal dükkanı onu ilk gördüğüm andaki o karanlık ve köhne görüntüsüne büründü. Sonra elindeki feneri yakarak aşağıya inen merdivenlere doğru yöneldi.
- Beni takip et.
Dışarıdan baktığında her tarafı dökülen bu bakkalın içi dışıyla tam bir tezat oluşturacak şekilde yepyeni ve tertemizdi. Asansörün kapısının önünde durdu.
- Sen bu asansörü kullan. Ben yürüyerek ineceğim. Biliyor musun? Çok uzun zamandır buradayım ama hala korkuyorum, kendimi asansöre binmek için hala hazır hissetmiyorum. Belki de hiç bir şeyin artık eskisi gibi olmayacağından korkuyorum. Ya da herşeyin eskisi gibi olacağı korkutuyor beni. Neyse.....
Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. Ama muhabbetti derinleştirmek gibi bir niyetim hiç yoktu. Aklımda sadece beni götürmek istediği o çok özel yere bir an önce ulaşmak vardı.
- Kaçıncı katta inmeliyim?
- (-)13. katta muhakkak inmelisin.
Ben daha asansörün kapısının yavaş yavaş açılmasını beklerken o çoktan aşağıya doğru inen merdivenlerde kaybolmuştu. Asansörün kapısı açılmasının aksine hızla kapanırken gözüm –13. Katın düğmesini arıyordu. –12. kat ve –14. Kat düğmeleri vardı ama aralarında –13 kata ait düğme yoktu. Asansörün kapısını açmaya çalıştım ama kesinlikle asansördeki hiç bir düğme işe yaramıyordu. Yapabileceğim hiç bir şey kalmamıştı son bir umutla, bir parmağımı –10 kat diğer parmağımı da –3 kat düğmelerinin üzerine getirip eş zamanlı olarak ikisine de bastım. Asansör önce yavaş yavaş hareket etmeye ardından hiç alışık olmadığım bir şekilde giderek hızlanmaya başladı. Aşağıya doğru o kadar büyük hızla iniyordu ki bütün iç organlarım sanki ağzımdan çıkmak üzereydiler. İçimden bildiğim bütün duaları peşpeşe okumaya başladım. O ana ait hatırladığım en son şeyse asansörün 13. Katta büyük bir gürültüyle, çok sert bir şekilde, aniden durduğu ve benim de açılan kapıdan hızla dışarıya doğru savrulduğum.
Kendime gelip gözlerimi açtığım an da ise eşimin bana sevgiyle dolu dolu bakan o çok sevdiğim yeşil gözleri ile karşılaştım. Gözyaşları yanaklarından sicim gibi süzülüyordu İki eliyle yanaklarımdan tutmuş gözlerimin içine bakarak ağlıyordu. Başta ağzımda ve burnumdan olmak üzere vücudumun her tarafımda muhtelif kablolar sallanıyordu. Kalp atışlarım başımın üzerindeki ekrana yansıyordu. Sanırım bir hastanenin yoğun bakım ünitesindeydim. Eşim kendini topladıktan sonra konuşmaya başladı.
- Canııııım çok korkuttun bizi iki gündür. Sanırım Allah sonunda dualarımızı kabul etti ve seni yine bize bağışladı.
Odanın camından dışarıya baktığımda ailemin büyük bir kısmı bir yandan gözyaşlarını siliyor bir yandan da gülümseyerek bana el sallıyordu. Odanın kapısı açıldı ve beyaz önlüklü genç bir doktor gülümseyerek içeri girdi.
- Demek sonunda kendimize geldik. Sevdiklerimizin yanında kalmaya karar verdik.
Sonra aşkıma döndü ve;
- Hadi ağlamayın ama artık. Gördüğünüz gibi hastamız artık kendine geldi, hayati tehlikeyi atlattı. Şimdi artık gülümseme zamanı.
Doktor muayenesini bitirip odadan çıkarken herşey artık iyice netlik kazanmıştı. Başıma düşen o saksı benim düşündüğüm kadar masum değilmiş meğerse. Boyutu pek de küçük olmadığı için düşme anında beynimde bazı ciddi sorunlara yol açmış. İki gündür komadaymışım. Neyse ki artık herşey yavaş yavaş yoluna giriyordu.
Bir kaç gün sonra doktor artık yavaş yavaş ayağa kalkarak ufak çaplı yürüyüşlere başlayabileceğimi söyler söylemez –uzun zamandır yatakta hapsolmuş biri olarak- anında harekete geçtim. Hemen eşimle birlikte yürüyüşlere başladım. Hastanenin içinde eşimle birlikte bir yandan yavaş yavaş yürüyor diğer yandan da odalar da yatan hastaları inceliyordum. Tam o odanın önünden geçerken yatakta onu gördüm. Kalbim bir anda hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı. Cama doğru yaklaştım o olduğundan kesin emin olmak istiyordum. Tekrar tekrar baktım. Evet kesinlikle oydu. Yatakta muhtelif cihazlara bağlı bir şekilde hiç kıpırdamadan yatıyordu. Kapısının önünde bekleyen yakınına durumunu sorduğumda, onun da çok uzun bir süredir yoğun bakımda olduğunu öğrendim.
Gülümseyerek ona tekrar baktım. Belki de şu an beni görüyordu. Beni, buraya geri getiren asansöre o bindirmişti. Biliyordum ki bir gün dönüş için kendini hazır hissettiğinde, –13. kata inmek için o eski bakkal dükkanındaki asansöre o da binecekti.

23 Aralık 2007
Haşim A.

Birincil esin kaynağı : Interstate 60 (Ondan alıntılar içermektedir)

Çok Tuhaf bir geceydi (2. Bölüm)

64. sokakta, yoğun bir sis bulutunun içinde, elimden geldiğince hızlı adımlarla ilerlemeye çalışırken, bir yandan da düşünüyordum. Tüm bu yaşadıklarımın mantıklı bir açıklaması olmalıydı mutlaka. Belki de çok uzun zamandır sürekli mesaiye kalıyor olmam, başıma düşen saksının da yardımıyla, sonunda böyle garip halüsinasyonlar görmeme neden olmuştu. Anlaşılıyordu ki pilim iyice tükenmişti artık. Zaten bu yoğun mesai trafiği nedeniyle, uzunca bir süredir ne eşimi, ne de oğlumu doğru dürüst görebiliyordum. Genellikle ben eve geldiğimde onlar uyumuş, sabah evden çıkarken de henüz uyanmamış oluyorlardı. Önünden geçtiğim binaya bir kez daha baktım ve durdum. Çünkü bir an garip bir şekilde bulunduğum yerde dönüp durduğum hissine kapıldım. Sanki sürekli daire çiziyor, tekrar tekrar hep aynı binaların önünden geçip duruyordum.
- Hala yetmedi mi?
- ……………
Görebildiğim kadarıyla sokakta yalnızdım ve duyduğum bu sorunun kimin tarafından, kime sorulduğunu anlayamamıştım. Ben cevap vermedim ama o konuşmaya ve sormaya devam etti.
- Ne zaman hazır olacaksın?
Sanırım soruların muhatabı bendim.
- Biliyor musun insanlar eskiden özgürlük için savaşırlardı. Yani köleliklere son vermek için. Şimdi ise ne yapıyorlar. Özgürlükleri için köle olmayı seçiyorlar. Daha ne kadar dayanabileceksin bu tempoya.
Belli etmemeye çalıştım ama biraz bozulmuştum. Doğal olarakta hemen savunmaya geçtim.- Bunun benim seçimim olduğunu mu sanıyorsun?
- Kimim tercihi sence? Yoksa sürekli kendini yaratma süreci içinde olduğunun farkında değil misin? Her saniyende kim ve ne olduğuna karar veriyorsun. Bunu da aldığın kararlarla, özgür seçimlerinle yapıyorsun. Biliyor musun özgür seçimlerinin tümü ya sevgi, ya da korku düşüncelerinden doğuyor. Olmak, yapmak ve sahip olmak için korkuya ihtiyaç var mı sence? Galiba ufukta hoş bir misafirin var. Sanırım birazdan da yanında olacak.
Diyerek sustu. Kim olduğunu soramadan, anlayamadan, aramızdaki iletişim, bilinmeyen bir misafir yüzünden ansızın koptu. Biraz daha dikkatli bakınca yoğun sisin içinden yavaş yavaş bana doğru yaklaşan sülietin ben de farkına varabilmiştim. Yaklaştıkça belirginleşiyor ve o belirginleştikçe, ben muhteşem vücut ölçülerine sahip çok hoş bir bayanın bana gülümsediğinin farkına daha da net varıyordum. Kısa bir süre sonra ise, belki de bu tuhaf gecenin en hoş sürprizi tam karşımda duruyordu.
- Merhaba. Senin gibi yakışıklı bir beyefendinin yardımına ihtiyacım var. Bana yardımcı olur musun?
Bu beklenmedik misafir ve beklenmedik samimiyeti karşısında çok şaşırsam da bozmak istemedim. Bende aynı şekilde davranmaya karar verdim.
- Tabi ki memnuniyetle yardımcı olurum? Sorun neydi acaba?
- Mükemmel seksi arıyorum. Sen hiç orada bulundun mu?
- !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Hiç beklemediğim samimiyetinin ardından gelen bu soru şeklindeki cevap karşısında dumura uğramıştım. Yine de yaşadığım kısa süreli şoku atlatıp, kendimi toparlayarak cevaplandırmaya çalıştım.
- Sanırım hayır.
- Ben de öyle.
- Peki onu bulduğunu nasıl anlayacaksın?
- Biliyor musun, sorunda bu aslında. Çünkü bu artık bende bir takıntı haline geldi.
- Çok ilginç. Merak ettim aslında. Bana anlatmak ister misin?
- Bunun için gereksiz yere vaktini almak istemem ama. Madem ki istiyorsun anlatayım. İlki o kadar iyi değil di. Bu mu yani dedim. Bu mu heyecan verici dedikleri, anlata anlata bitiremedikleri o muhteşem şey. İkinci biraz daha iyiydi. Üçüncüsü ise çok ateşliydi. Dördüncü üçüncü kadar iyi değildi. Ama kıyaslayabilecek kadar çok yapınca kafayı yedim. Ya en mükemmel olan hemen köşe başındaydıysa. Orada beni bekliyorduysa. Bu yüzden de sokaklara düştüm. Tabi benim bu saplantım siz erkekler için iyi bir fırsat oldu.
- Daha önce seni hiç kimse geri çevirmedi mi?
- Eşcinsel değilse hayır.
- Pek ben kaç numara olacağım.
Hemen çantasından bir defter çıkardı ve baktı.
- 1214… Ama inan senin için çok farklı şeyler hissediyorum.
- Sanırım ben bu teklifini geri çevireceğim.
- Geri çevireceğim ne demek. Erkekler bu teklifi asla geri çevirmez.
- Ama ben geri çevireceğim.
- Ne o gerçek bir kadınla karşılaşınca korktun mu? Yoksa kendine güvenmiyor musun? Yeterince iyi olmadığından mı korkuyorsun?
- Bunu asla bilemezsin değil mi? Çünkü eğer bu teklifini kabul etmezsem binikiyüz küsuruncu olmayacağım. Bir numara olacağım. Hayatının sonuna kadar hatırlayacağın tek adam ben olacağım. Geceleri uykularından uyanıp hep beni düşüneceksin. Acaba o muydu diyeceksin. Evet mükemmel olan benim. Senin asla sahip olamadığın, her açıdan mükemmel olan.
Onu düş kırıklığına uğrattığım için bana çok kızmıştı. Arkasını dönüp hızla yanımdan uzaklaştı. Saate baktığımda saat 00:30’u gösteriyordu. Bu benim Starbucks’tan ayrıldığım saatti. Hiç ilerlememişti. Saate durmuş mu diye baktığımda, hala çalışıyordu. Sanki zamansız bir zaman aralığında, içinden bir türlü çıkamadığım tuhaf bir sokağın içine sıkışıp kalmıştım………

23 Ekim 2007
Haşim A.

Birincil esin kaynağı : Interstate 60 (Ondan alıntılar içermektedir)

Çok Tuhaf bir geceydi (1. Bölüm)

Sonunda, yarın için benden istenen raporları bitirebilmiş kendimi şirketten dışarı atabilmiştim. Kolumdaki saat 23:40’ı gösteriyordu. Dışarıdaki serin hava ve ara ara esen kuvvetli rüzgar beni biraz olsun kendime getirmiş, ayıltmıştı. Arabayı sabah tepebaşındaki katotoparka bırakmış olduğum için Tophane’den, Taksim’e doğru ağır ağır tırmanmaya çalışıyordum. Birden bastıran yağmurla birlikte, şirketten çıkarken şemsiyemi yanıma almadığım gerçeğiyle karşılaştım. Artık yolu yarılamıştım, bu durumda yapacak çok fazla bir şey kalmıyordu. Önüme çıkan ilk binanın saçaklarının altına sığınıp yağmurun hızını azaltmasını beklemeye başladım. Bu arada rüzgarda yağmurla birlikte şiddetini iyice artırmaya başlamıştı. Kısa bir süre sonra beklemekten sıkılıp, ne olacaksa olsun diyerek yürümeye karar verdiğim an da başıma aldığım sert bir darbe ile yere yığıldım.
Gözümü açtığımda kendimi bir Starbucks cafenin mor koltuğunda buldum. Başım aldığı darbeden dolayı çok fena ağrıyordu.
- Ayıldın demek! İnsanlar bu konuya hiç dikkat etmiyorlar aslında. Yazın camlarının önüne koydukları çiçekler, sonbahara geçişle birlikte sert esmeye başlayan rüzgarların gücüne karşı koyamayıp işte böyle patır patır aşağıya, işin kötüsü milletin kafasına dökülmeye başlıyor.
Karşımda 50 - 55 yaşlarında, yaklaşık 1, 75 boyunda, hafif kilolu, sarışın, mavi gözlü son derece sempatik bir Starbucks personeli duruyordu. Gözlerim üzerindeki önlüğe takıldı onu görür görmez. Çünkü önlüğü kırmızıydı. Daha önce hiç bir Starbucks personelinin üzerinde bu renkte bir önlük gördüğümü hatırlamıyordum. Tişörtünün rengi de yine daha önce görmüş olduklarımdan farklıydı. Koyu lacivertti. Onu böyle sıradışı faklı bir kıyafetle görmemle birlikte dağılan dikkatimi toparlamaya çalışarak ona cevap verdim.
- Size nasıl teşekkür edeceğim bilmiyorum. Bu arada ne kadar garip, bu yol üstünde bir Starbucks olduğunu daha önce hiç fark etmemişim. Gecenin bu saatinde sizin beni bulmanız ne tuhaf bir tesadüf değil mi?
- Eğer tesadüflere inanıyorsan!!! Ben kaçınılmazı tercih ederim. Bence başımıza gelen her şey kaçınılmazdır. Yoksa olmazlardı değil mi? Sana sıcak bir kahve getiriyorum şimdi. Seni iyice kendine getirir.
Kısa bir süre sonra bir elinde bir fincan mis gibi kokan kahve ve diğer elinde bir deste iskambil kağıdı ile geri döndü.
- İşte sana ilaç gibi gelecek yeni demlenmiş sıcak bir kahve. Herşey yolunda değil mi? Hafızan da bir sorun var mı diye test etmemi ister misin? Yıllar önce bir doktor arkadaşımdan öğrendiğim bir test var. İstersen bu testi sana severek uygulayabilirim.
Kısa ve dik saçları olan, keçi sakallı bu yabancıyı bir yandan büyük bir şaşkınlık içinde seyrediyor, diğer yandan da çözmeye çalışıyordum. Çünkü bana karşı, daha önce yaşadığım tüm deneyimlerim aksine, son derece sıcak ve samimi gözüküyordu. Sırf bu yüzden de onu kırmak istemedim. Kabul ettim yıllar önce öğrendiği o testi bana da uygulamasını.
- Çok basit.
Dedi.
- Elimdeki destede bulunan kağıtları sana teker teker göstereceğim. Sen de bana sana gösterdiğim kağıdın maça mı, karo mu, sinek mi, kupa mı olduğunu söyleyeceksin. Önce yavaş başlayacağım sonra da gittikçe hızlanacağım. Başlıyorum. Hazır mısın?
- Hazırım. Maça, kupa, maça, sinek, kupa, karo, maça, …………………………………….
Durdu. Ona gülümsedim.
- Testi geçtim galiba.
Bu sefer gülme sırası sanırım ona gelmişti.
- Maalesef. Ama üzülme. Bugüne kadar bu testi ilk seferde geçen hiç olmadı.
Masa üstüne kapattığı kartları kaldırıp bana gösterdi. İki eliyle bana gösterdiği kağıtlara baktım. Maçaların rengi kırmızı, kupaların ki ise siyahtı. Aldanmıştım…
- Bugüne kadar yaşadığın deneyimler yüzünden bütün siyahları maça, bütün kırmızıları kupa olarak düşünmeye koşullanmışsın. Şekilleri aynı olduğundan zihninin bunları eski bilgilere göre değerlendirmesi, farklı olduklarını düşünmesinden çok daha kolay. Ne görmeyi bekliyorsak hep onu görürüz ve bu her zaman gerçekte olan şey değildir. Biliyor musun? Asla kağıt oynamamış çocuklar bu testi daima geçerler. Bu şekilde davranarak daha neleri fark etmediğimizi çok merak ediyorum. Algılamamaya koşullandığımızdan fark etmediğimiz diğer görüntüler, sesler. Önemli olan şu; bu testi bir daha yaparsak geçersin. Bir kez siyah kupalar, kırmızı maçalar olabileceğini fark edince artık onları algılayabilirsinde. Beynin çalışma biçimi şehirlerarası yol sistemine benzer. Bir noktadan diğerine gidersin ama arada kalan yerler, otobanın dışındakiler, orada oldukları halde çoğu insan yanlarından geçer gider.
- Ama siyah kupalar, kırmızı maçalarla oynanan bir oyun yok.
- Nereden biliyorsun?
Boş kahve kupasını önümden alıp mutfağa doğru yöneldi. Saatime baktığımda 00:30’u gösteriyordu. Eşyalarımı toparlayıp, ona bana gösterdiği yakın alaka ve samimiyet için teşekkür ederek cafeden çıktım. Tekrar tepebaşındaki otoparka doğru yola koyuldum. Çok kısa bir mesafe gittikten sonra birden şapkamı orada bıraktığımı fark ettim. Geriye döndüğümde ise beni kısa süreli bir şok bekliyordu. Çünkü az önce oturduğum Starbucks’ın yerinde eski köhne bir bakkal dükkanı duruyordu. Bakkalın karşısında, büyük bir şaşkınlık içinde, öylece kalakalmıştım. O anda gözüm bakkalın kapısının önünde yerde duran şapkama takıldı. Hemen eğilip yerden sapkamı aldım. Tam kaldırıp başıma götürürken içinden düşen kırmızı maça 5’lisi beni hepten dehşete düşürdü. Neler oluyordu? Bu bir rüya olmalıydı? Bu garip yerden hızla uzaklaşmak istiyordum. Kendimi, zaman kaybetmeden bakkalın yanındaki ilk karşıma çıkan, 64 nolu sokağa attım. Geceyle birlikte iyice bastıran sisin içinde kaybolan bu sokakta hızlı adımlarla yürümeye başladım. Artık tek bir amacım vardı. O da bir an önce bu garip yerden uzaklaşmak….. ……………

21 Ekim 2007
Haşim A.


Birincil esin kaynağı : Interstate 60 (Ondan alıntılar içermektedir)

11 Kasım 2007

Bana ait, ama benim bile bilmediklerime dair...

İki kişilik bir yolculuk bu.
Adımları senin.
Bastığın yerler benim.
Bana ait, ama benim bile bilmediklerime dair.
Dokunan parmaklar senin.
Hissettiklerim benim.
Kimi zaman kahkahalara karışan.
Kimi zaman gözyaşlarına boğulan.

Senin, beni benimle tanıştırdığın bir yolculuk bu.
Anladıkların senin.
Anlatamadıklarım benim.
Bana ait, ama daha önce hiç yaşanmamışa dair.
Tüm tercihler senin.
Tüm keşifler benim.
Kimi zaman dudaktan kalbe.
Kimi zaman hırstan, öfkeye.
Avuçlarında kalan özü, senin.
Parmaklarından süzülenlerse benim.

Ne senin, ne de benim, ne zaman ve nasıl sona ereceği bilmediğimiz bir yolculuk bu.
İçinde yaşanan ve yaşanacak her ne varsa, tamamı aşka dair.

11 Kasım 2007
Haşim Arıkan

10 Kasım 2007

İhtimaller...

Doktor, milyonda birlik bir ihtimal dediğinde, ağlamamak için bakışlarını cama kaydırdı, bir yandan kendini tutuyor, bir yandan dudaklarını ısırıyordu. Ama kendini zorlasa da oda da bu şekilde daha fazla duramadı. Çantasını kaptığı gibi sokağa fırladı.Onun için geriye tek bir ihtimal kalmıştı.Koşar adımlarla onun kapısına kadar geldi.Yol boyunca hıçkıra hıçkıra ağlamaktan artık gözleri kızarmıştı.Kapıyı çalarken önce gözyaşlarını sildi, sonra boğazına dizilen hıçkırıklarını yuttu ve sustu.
Kapıyı açtığında hiç beklenmedik şekilde karşısında onu buldu.Gözlerine inanamadı çünkü bunun gerçekleşeceğine ihtimal bile vermiyordu.O ise şu anda tam karşısında durmuş buğulu gözleriyle ona bakıyordu.Onu karşısında bulunca hissettiklerine o da çok şaşırdı ve anladı ki, o aslında şairin de dediği gibi onun sevebilme ihtimalini sevmişti. İhtimal gerçeğe dönüşünce de o büyülü aşk sanki bir anda yüreğinden uçup gitmişti.Onu hemen içeri aldı.İkisi de susuyordu.Havada asılı kalan sessizliği dağıtmak için dolaptan rastgele bir plak seçip pikaba yerleştirdi. Önce çıtırtılar duyulmaya başladı ardından Safiye Ayla’nın sesi odaya dağıldı.“Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin..........”
Odayı dolduran bu sözlerle birlikte gözyaşları tekrar sağanağa dönüştü. Yanaklarından aşağıya doğru hızla akmaya başladı. Durdu ve düşündü sadece, Daha düne kadar ihtimal dahiliydi.Çoğu zaman ise ihtimalin ta kendisi.Şimdi ise artık ihtimal harici. Aslında, hayatı bu ihtimaller yüzünden bu kadar çok sevmişti.Başını kaldırdı ona baktı. Uzun bir aradan sonra ilk defa gülümsedi. Ondan bir ses, bir hareket bekledi. En kötü ihtimalle diye düşündü ve ayağa kalktı ona doğru yavaşça yürüdü.
Biliyordu her ne olursa olsun, hayatta her zaman hep bir ihtimal daha vardı.
01 Kasım 2007
Haşim A.

Onları hiç merak ettin mi?

Keşke hayatımda geldiğim bu noktaya pek çok insanı incitmeden gelebilseydim.

Neler düşündürüyor bu cümle sana?
Sen de bugün bulunduğun noktaya gelene kadar, bilerek veya bilmeyerek çok insan incittin mi?
Peki onlarla aranda geçenler hiç yaşanmasaydı, sen yine bugün bulunduğun noktaya gelebilir miydin?
Onları hiç incitmeseydin, onları incittiğini fark etmeseydin yine bugünkü sen olabilir miydin?

Ne kadar şaşırtıcı bir şey değil mi?
Birilerini incitmenin senin üzerin de yarattığı gelişim etkisi ve onların da bunu senin için, çoğu zaman sessizce kabullenişi.
Evrenin, kendi içinde kusursuz işleyen, çift taraflı mükemmel dengesi.

Düşündün mü hiç?
Acaba onlar, yaşadıklarınızdan nasıl etkilendi?
Yaşadıklarınıza dair onlar neler hissetti, neleri fark etti?
İki kişi arasında yaşananların, iki tarafta yarattığı, iki farklı etki!

Peki birlikte yaşadığınız gerçek kimin düşüncelerinde gizli?
Acaba gerçek, hanginizin hissettikleri?
Ya da gerçek denilen şey, bir tane mi?
Sen sadece kendi gerçeklerini belirleyebilirsin.
Peki ya onun gerçekleri!

Sence o, birlikte yaşadıklarınızdan hiç bir şey öğrenmedi mi?
Senin tarafından incitilmeseydi, seninle yaşadıkları sonucu farkına vardıklarının yine farkına varabilir miydi?

28 Ekim 2007
Haşim Arıkan

31 Ekim 2007

Spiritüel adamın espritüel karısı...

Kadın: Biliyor musun? Herkes son günlerde bende gözlemledikleri büyük değişimin sırrını soruyor bana. Onların bu ilgisi ve merakı inanılmaz hoşuma gidiyor.
Adam: Hayatım bence insanların senin hakkında düşündüklerine odaklanmak yerine kendin hakkında düşündüklerine odaklanmalısın.
Kadın: Canım sen iyi misin? Hem şu elindeki kitabı artık bırakıp birazcık da benimle ilgilenebilir misin? Biliyor musun biz sanırsam evliyiz seninle? Ben kime konuşuyorum acaba? Delirtecek beni bu adamın, bu halleri. Allahım neydi suçum neden bana bunu layık gördün. Ne günah işledim de ben bu cezayı hak ettim.
Adam: Biliyor musun? Senin hatan bu işte. Sen Tanrı’yı sanki senin ebeveyninmiş gibi düşünüyorsun. Ondan hep ödüllendirmesini, yargılamasını ve cezalandırmasını bekliyorsun. Ama inan bana sen Tanrı'yı çok yanlış tanıyorsun.
Kadın: Söyler misin, daha ne kadar sürdüreceksin bu işkenceyi? Kafanda bununla ilgili belirli bir süre var mı?
Adam: Sana bir tavsiye, hayatını beklentisiz, sonuçlara ihtiyaç duymadan yaşayabilmeyi denesene. Gerçek özgürlüğe ancak böyle ulaşılabildiğini işte o zaman hissedeceksin.
Kadın: Hayatım sanırım senin beyin lopların arasında fıtık oluşmuş. Bilinç merkezine aşırı baskı yapıyor. Senin için artık üzülmeye başlıyorum. Geçip geçmeyeceği konusunda ciddi endişelerim var.
Adam: Sen benim için endişelenmeyi bir kenara bırakıp kendin için endişelensen iyi edersin. Kendini biraz olsun iyileştirmeyi denesene. Eğer yüreğini iyileştirebilirsen gerçekten özgür olabilirsin. Biliyor musun, yapman gereken şey o kadar basit ki aslında, ihtiyaç duyduğun anlarda sadece kendine şu soruyu soracaksın “Sevgi şimdi ne yapardı?”
Kadın: Sevgi şimdi ne yapar biliyor musun? Yerdeki terliği kaptığı gibi..... Ver şu elindeki kitabı bana. Allah kahretsin. Seni yine mi spiritüel kitaplar okumaya başladın.
Adam: İnan ki elindeki o terliğin enerjisine ihtiyacın yok. İçinde çok büyük bir kaynak var onunla iletişim kurman gerekiyor. Aaaaahhhhhhh aşkım ne olur bana emanet olan bu bedene zarar verme ahhhhhhh..............

31 Ekim 2007
Haşim Arıkan

22 Ekim 2007

Sadece insandı hepsi...

Zamanın adının henüz zaman olmadığı bir zamandı.
Çok çok azdı o zamanlar yeryüzünde adı insan olan canlılar.
Hepsi Adem ve Havva’dan olma birer çocuktular.
"Kardeştiler"
Sadece "İnsandılar"

Zaman akıp geçti büyüdüler.
Eşleştiler, çoğaldılar.
Anne oldular, baba oldular.

Dünyanın dört bir yanına dağıldılar.
"Dünya idi hepsinin tek vatanı."
Ama onlar kendilerini yaşadıkları topraklarla sınırladılar.
Sınırlar çizdiler, gruplar oluşturdular, isimler koydular, ülkeler yarattılar.
Millet oldular, ırk oldular, devlet oldular.

Oysa sadece insandılar.
Hepsi dünya vatandaşıydılar.
Ama zamanla bunu tamamen unuttular.

Her geçen gün birbirlerinden daha fazla uzaklaşmaya başladılar.
Birbirlerine yabancılaştılar, kardeş olduklarını tamamen unuttular.
Kendilerini başkalaştırıp, diğer insanları soyutladılar.
Bencilleştiler, hırslarının, düşüncelerinin kölesi oldular.
Görüş ayrılıklarına düştüler, olmayan sorunlar yarattılar.
Birbirlerine öfkelendiler, kinlendiler, kızdılar.
Sürekli güç, iktidar peşinde koştular.
En sonunda da şiddete sığınıp, silahlar ürettiler.
Korkularını kuşandılar.

Bu şekilde hiç kimsenin kazanma şansı yoktu ama, bunun farkına bir türlü varamadılar.
Yok ederek kazanırız sandılar ama aslında hep birlikte yok olmaya başladılar.

Sadece insan olduklarını unuttular.
Tek vatanları dünyayı, kardeş kanıyla boyadılar.

22 Ekim 2007

19 Ekim 2007

Hayatın mevsimleri...

Kimi zaman bir bahar mevsimi gibidir hayat.

Tatlı bir meltem misali, hafif hafif eser sana doğru. Yavaşça çeker alır üzerindeki bütün olumsuz duyguları. Sıcaklığını hem vücudunda, hem de yüreğinde hissedersin. İşte o zamanlar; her sabah yataktan büyük bir keyifle uyanır, aynadaki dostuna tatlı, tatlı gülümsersin. Duşta, o en çok sevdiğin şarkı dolanır diline. Sokakta hiç tanımadığın insanlara bile bakarak sevgiyle gülümsersin. Gittiğin her yere senden önce, o göz alıcı ışığın girer. Kimbilir kaç kişinin gününü, sıcacık gülümsemenle, ya da ufak, samimi bir dokunuşla bir anda değiştirirsin.

Kimi zaman ise sert bir kış gibi gelir çöreklenir üzerine hayat.

Kaplar üzerini büyük bir hızla, örter bir anda her yanını. Koparır bütün iletişimini etrafınla, sana ulaşacak bütün yollar kapanır. Hapseder kendine seni. İşte o zamanlar; sanki nefes alamıyormuşsun gibi hissedersin. Gitmek bilmez , dinmek bilmez bir türlü. Her gün biraz daha kabuğuna çekilirsin. Yapayalnızsındır. Üşürsün, buz kesersin. Sıcak, samimi bir dost yüzü arar gözlerin. Yeter artık bitsin bu kış diye isyan edersin.

Can baba’nın sözleri çıkar gelir hatıralarından; İşte o zaman, güçlü olmanın; ihtiyaç duyduğunda “sana ihtiyacım var gel” demek olduğunu, sana git dediklerin de “ben kalmak istiyorum” demek olduğunu, esas marifetin; zorda kaldıkça yalanlara sığınmak değil, gerçekleri gizlememek olduğunu, gururun; aslında koskoca bir yalan olduğunu, sevginin olduğu bir yerde gururun olamayacağını, zor durumda bile olsan umut etmenin, hayata pozitif bakmanın ne kadar önemli olduğunu, yaşayarak keşfedersin.

Bazen de sımsıcak bir yaz gibi gelir hayat yanına.

Hınzır ve acelecidir. Fettan bir dişi gibidir. Tüm hünerlerini gösterip, hiç çekinmeden ayartır, yoldan çıkarır seni. Onun gelişiyle birlikte enerjiyle dolduğunu, tamamen özgür, herşeye karşı koyabilecek kadar cesur olduğunu hissedersin. Herkesi harekete geçirmek, aklına gelen herşeyi anında yapmak istersin.

İşte o zamanlar; aceleci olmamayı. Bedenin, ruhla bir bütün olduğunu, acele edip onları birbirinden ayırmamayı, ruhu sürekli bedenin peşinden koşturup yormamayı, beden ve ruhun ara sıra başbaşa kalmaya, konuşup anlaşmak için ise zamana ihtiyaçları olduğunu ögrenirsin. Bir anda çoşkuya, heyecana kapılıp dünyanın en büyük hatasını yapsan bile, içinde her zaman sana yarayacak birşeylerin var olduğunu, özgürlüğün yapabildiklerinden çok yapamadıklarınla ilgili olduğunu, yaşamın tek başına bir anlamı olmadığını, kendi mutluluğun için başkalarını da mutlu olması gerektiğini keşfedersin.

Yağmur yağar. Güneş açar. Karlar erir. Kuşlar uçar. Mevsimler gelir geçer.

Ve sen onlar gelip geçtikçe hayatı ve kendini biraz daha keşfedersin...

19 Ekim 2007
Haşim A.

8 Ekim 2007

Yoksa o sizin hayatınızdaki tek şans mıydı?

Hadi silkin artık, toparlan biraz...
Bırak bu yorgun ruhların, fazla demlenmiş acı buruk tadını inatla yudumlamayı.
Hatırlamıyor musun yoksa?
Aşk şarabını ilk kez yudumladığında başının tatlı tatlı dönmeye başladığı o unutulmaz ilk anı.
Onu her gördüğünde kalbinin nasıl yerinden fırlayacakmış gibi deli deli attığını.
Ne o, inancın mı kalmadı yoksa artık aşka?
Yoksa o senin hayatındaki tek şans mıydı?
Bitti diye o tek şansını da kaçırdığını mı düşünüyorsun?
Yoksa bundan sonra hiç aşık olmayacak mısın?
O çok beğendiğini söylediğin muhteşem aşk şarabını bir daha hiç içmeyecek misin?
Bundan sonra hiç kimseyi onun kadar sevemeyecek misin?
Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?
Yoksa sen dünyadaki bütün mutlu çiftlerin birbirlerini bir kere de bulduğunu mu zannediyorsun?
Yapma Allah aşkına.
Aslında sen de gayet iyi biliyorsun.
Şu an içini yakan o ayrılık ateşi elbet bir gün sönecek.
Derken ardından çıkan rüzgar onun da küllerini uzaklara doğru üfleyecek.
O da en sonunda senin için mazide kalan hoş bir sadaya dönüşecek.
Derken bir gün;
Belki de hiç beklemediğin bir anda, tahmin bile edemeyeceğin herhangi bir mekanda eros’un oku seni yine, yeniden kalbinden vuracak.
Kalbin yine, yeni, yeniden aşkla dolacak.
Onunla birlikteyken yine, yeniden başın dönmeye başlayacak, onu her gördüğünde kalbin yerinden fırlayacakmış gibi atacak.
Kim bilebilir ki bir ömre acaba böyle kaç ayrılık, kaç aşk sığacak.
Karşına "O" çıkana kadar, bu durum kaç kere tekrarlanacak.

11 Ağustos 2007
Haşim A.

5 Ekim 2007

Ah be İstanbul!

Adam: Allah kahretsin şu trafiğin haline bak ya. Lanet olsun... Bu şehirde bütün ömrümüzü yollarda heba ediyoruz. Nedir bu İstanbul’un trafiğinden çektiğimiz. Gece aynı kardeşim, gündüz aynı. On dakikalık bir yolu bir buçuk saatte ancak gidebiliyoruz.
Kadın: Sinirlenme aşkım boşver. Hem alış artık canım sende buna. Bak yavaş yavaş akıyor. Hem acelemiz de yok. Bir yere de yetişmiyoruz. Dur radyoyu açayım ben sana.
Radyo: Deprem uzmanı Jeolog Prof. Dr. Celal Sengör, olası Marmara depreminin 7.6 siddetinde olmasının beklendigini belirterek............
Adam: Yahu üstünden aylar yıllar geçti. Ara ara hortlatmasalar olmaz şunu. Yine başladılar deprem tantanasına. Durduk yerde gerim gerim geriyorlar sadece insanları. Sonra da ne huzur bırakıyorlar, ne uyku insanda. Ne olacaksa olsa da bir an önce kurtulsak hepimiz.
Kadın: Dur ben sana şimdi müzik açıyorum. Boş ver haberleri. Dediğin gibi zaten hep aynı haberler. Aşkım diyorum ki bugün seninle şöyle boğazda başbaşa bir yemek yesek. Ne dersin? En son ne zaman boğazda yemek yedik valla hatırlamıyorum ben. Hem sen de rahatlar, gevşersin biraz. Sonra da...
Adam: Allah aşkına beni şimdi o igrenç boğaz trafiğine sokma şimdi. Kimbilir ne haldedir o sahil yolu. Girdik mi çıkamayız da ordan. Saplanır kalırız.
Kadın: Peki o zaman boğazı boşver. Seninle bir Beyoğlu yapalım. Önce bir şeyler atıştırırız. Asmalımescit'e gideriz mesela. Ne dersin? Sonra kafamıza uygun bir film bulursak sinemaya takılırız.
Adam: Canım hava karardı artık. Haberin yok galiba. Geçenlerde Taksim'in göbeğinde parkta sırf para vermediği için bir genci bıçakladı tinerciler. Birazdan hepsi ortalığa çıkmaya başlar onların. Tekin bir yer değil bu saatte Beyoğlu. Bence en iyisi biz seninle evin oradaki DVD’ciye gidelim paşa paşa. Sen seçersin bize güzel bir film. Evimizde seninle başbaşa ayaklarımızı uzatır rahat rahat izleriz filmimizi. Pizza da sipariş ederiz evden. Ooooooh mis gibi olur valla.
Kadın: Aşkım ben ne düşünüyorum biliyor musun? Acaba biz İstanbul’dan taşınıp daha küçük sakin bir yere mi yerleşsek. Hem trafik, deprem, tinerci vs ile de uğraşmayız. Ne dersin?
Adam: Nasıl yani. Sen şimdi "İstanbul" u bırakalım, mazbut, küçük, şirin bir şehire taşınalım diyorsun öyle mi? Doğru düzgün bir sineması, küçük kebapçıları, pizzacıları dışında adam gibi bir restaurantı bile olmayan sakin bir şehire gidelim öyle mi? Sonra da tıkılıp kalalım evin içine. Artık sosyal aktivite olarak komşu ziyaretine gideriz, onlar bize gelir ha ne dersin? İnanamıyorum ben sana ya!
Kadın: !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Radyo: Şu an da İstanbul'da olmak vardı anasını satayım püfür püfür bir vapurun yan tarafında.........

05 Ekim 2007
Haşim A.

23 Eylül 2007

İnandığım Masallar

Şarjörüne özenle yerleştirdiğin cümlelerini boşaltıyorsun ardarda üzerime. Bir an bile tereddüt etmeden. Bazıları hedefi tam on ikiden vuruyor. Saplanıyor büyük bir acıyla kalbime. Sen arkanı dönüp giderken, ben üzerime yağdırdığın cümleler ve havadaki öfke kokusuyla kalakalıyorum ardında öylece.

Yan tarafımdan gelen sese başımı çevirirken bir atış poligonunda hedef tahtası gibi hissediyorum kendimi. Yan bandın hedef tahtası takma kafana fazla “Alışırsın sen de zamanla” diyor.

Alışmak istiyor muyum? Hiç sanmıyorum. Yavaş yavaş gücüm tükendiğini hissediyorum. Kalbimde açtığın delikler zaman geçtikçe daha fazla canımı yakıyor. Sonuna kadar "aşk" diye özenle koruduğum “biz” bir anda elimden kayıp yere düşüyor ve ikiye bölünüyor. "Sen" bir tarafa fırlıyor, "ben" öteki tarafa savruluyor.

Kendimi kötü hissediyorum. Biraz olsun rahatlarım umuduyla fonda “I will always love you” çalması için hayattan istekte bulunuyorum. Ama bu şarkının listelerden çıktığını bu yüzen arşivlerinde bulunmadığını söylüyorlar. Arka fon için bu aralar en çok istek alan şarkı “Mayın tarlası” ymış.

Yan bandın sesi ulaşıyor tekrar kulağıma. “Üzülme” diyor “ Sadece sen değil, hepimiz en çok bu hatayı yapıyoruz. “Biz” ‘in “sen” ve “ben” den oluştuğunu hep unutuyoruz. Biz oluştuktan sonra sen ve ben diye bir şeyin kalmayacağı yanılgısına düşüyoruz. O andan sonra hayatımızı yekvücud olarak yaşamak istiyoruz. Birbirimize özlemek için fırsat tanımıyoruz. Birbirimizi anlamamakta nedense direniyoruz. İlk başlarda birbirimizin beğendiğimiz taraflarını odaklanırken sonradan hoşlanmadığımız taraflarına kayıyor bütün dikkatimiz.

Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir şekilde hayatıma dahil olup, kendisinde bulunan zarfımı bana teslim ederek benim hayatımdaki rolünü tamamlayan poligon komşum, takılı olduğu o incecik telin üzerinde, biraz önce onu delik deşik eden silahşöre doğru ilerlerken üzerinde açılmış yaralara gözüm takılıyor. Biliyorum bu yaraların bir kısmı bir süre sonra kapanacak ve belki de bir daha hiç hatırlanmayacak. Ama bir kısmı var ki, - hedefi tam on ikiden vuranlar- onlar asla tam kapanmayacak. Ara, ara, ince, ince sızlayacak.

Elimi cebime gidiyor, cebimden bugüne kadar biriktirdiğim tüm kelimeleri tek tek çıkartıyorum. Onları nasıl kullanacağıma artık bir karar vermek istiyorum. Çünkü biliyorum ki onlar benim tercihime göre, ya anlamlı sakin cümleler olarak dudaklarımın arasından çıkıp sevdiklerimle aramda sağlıklı köprüler kuracaklar, ya da sürekli içimde birikip, birgün öfkeyle ateşleyeceğim silahın şarjöründeki can yakan kurşunlar olacaklar...

11 Eylül 2007
Haşim Arıkan

15 Eylül 2007

İsimsiz bir roman

Gözlerini yavaşça açtı. Trenin camından hızla akıp gitmekte olan görüntülere dikkat edince köyüne iyice yaklaşmış olduklarını fark etti. Sevindi. Saatin kaç olduğunu anlayabilmek için çantasından cep telefonunu çıkardı. Allah kahretsin yine şarjı bitmişti. Artık bu pili değiştirmenin kesinlikle vakti geldi diye düşündü. Hiç konuşmasa bile yarım gün ancak dayanıyordu. Saat herhalde 00.00 olmuştur diye düşündü. Tekrar uyumaya çalıştı ama bir türlü uyku tutmuyordu. Oturmaktan ayakları şişmişti. Biraz hareket iyi gelecek diye düşündü. Ayağa kalktı ve arkasına doğru dönüp diğer yolculara doğru baktı. Bir kaç kişinin dışında hemen hemen herkesin mışıl mışıl uyuduklarını gördü. Hatta ufak çaplı horultu sesleri bile duyuluyordu. Bir öndeki vagona geçti. Öndeki vagon yataklı, kuşetli bir vagondu. Yanyana dizilmiş kompartımanlarında bir çoğunda sürgülü kapılar kapatılmış, kapı zincirleri takılmış, içeridekiler çoktan uykuya dalmıştı. Sadece vagonun sonuna yakın kompartımanlardan birinden dışarıya doğru hafif bir ışık süzülüyordu. Bir türlü engel olamadığı her zamanki merakı yine onu yavaş adımlarla yaklaştırdı oraya doğru. Bu aslında pek sevmediği ama bir türlü engel de olmadığı kötü bir huyuydu. Geceleri de perdesi ve ışığı açık bir ev gördüğünde içeriye bakmaktan, içeride olup biteni görmek istemekten bir türlü kendini alamazdı.

Kompartımanın yanından geçerken yine aralık kapıdan içeriye gözucuyla baktı. İki kadın vardı içeride. Biri çok genç, diğeri ise çok yaşlı iki kadın. Camın önündeki etrafı gri metalle çevrilmiş uçuk yeşil formika masanın iki tarafındaki koyu yeşil deri koltuklarda karşılıklı oturmuşlar. Sakin bir şekilde kendi aralarında konuşuyorlardı. Aslında konuşmaktan daha çok, yaşlı kadın, genç kadına bir şeyler anlatıyor, genç kadında onu büyük bir dikkatle dinliyordu. Seslerini duymasına engel olmayacak mesafeye kadar ilerleyip durdu. Arkasını onlara dönüp cam tarafındaki duvara monte edilmiş kapalı tek kişilik yeşil deri koltuklardan birini açıp oturdu. Yüzünü cama doğru dönerek, kendine sanki dışarıyı seyrediyormuş havası vermeye çalıştı. Kulağı ise onlardaydı. Yaşlı kadın anlatmaya devam ediyordu;

- Herkes kafasında bir hikaye yazar ve bu hikaye gerçekleşir. Sen kendin için yazmazsan eğer başkaları senin yerine yazar.

Duyduğu bu iki cümle sonrasında yaşlı kadının sesi kesildi. Uzakta kaldığı için kompartımanda ne olduğuna artık göremiyordu. Bendeki de ne şans, tamda konuşmanın sonuna yetişmişim diye düşünürken, yaşlı kadın konuşmasına devam etti.

- Biliyormusun ben bu dünyada büyük bir gücün yaşadığına inanıyorum. Bu hayatta kalmak için desteğe ihtiyacımız olduğunda içimizde uyanan ilkel ve vahşi bir şey. Yangınlar ormanları kül ettikten sonra açan vahşi çiçekler gibi. Bir çok insan bundan korkuyor ve bunu kalplerinin derinliklerinde saklıyor. Bu gücün ne olduğunu biliyormusun? Bu güç. “özgürlük”. Tabiki içimizdeki evcilleşmemiş bu gücü sevmeye cesaret edenler de yok değil. İnsanlar aslında her zaman gelecekleri için iyimser olabilecekleri bir yer ararlar. Gerçekten olmak istedikleri kişi olmalarına izin veren bir yer. Hayatın anlamlı olduğunu hissedebilecekleri bir yer. Yani özgür oldukları bir yer. Bu yüzden özgürlüğünün kıymetini çok iyi bil ve ona her zaman ve her koşulda sahip çıkmayı sakın unutma.

Hayat yine yapacağını yapmış, bu sefer de yaşlı bir kadın kılığına girip, yine bir şeyler fısıldamıştı ona işte. Kendine has o muhteşem döngüsü içinde....

27 Mayıs 2007
Haşim A.

30 Ağustos 2007

Ruhumda, maziden dökülmüş kızıla çalan kuru yapraklar...

Bir ömre daha sonbahar geldi dostlar.
Ardımda devrilmiş koskoca yıllar.
Ruhumda ise, maziden dökülen kızıla çalan, kuru yapraklar.
İnsan meğer ne çok geziniyormuş onların üzerinde, bu güz mevsiminde.
Hepsi de bastıkça nasıl hüzünle çıtırdıyorlar.
Yoğun bir mevsimmiş be dostlar, bu mevsim.
Bir yanda doruklara çıkan olgun duygular.
Öte yandan çalmaya başlıyor vücudun da yavaş yavaş bütün alarmlar.

Duygular esecek hafif bir rüzgarda bile kırılacak kadar hassas,
Gözlerinde biriken damlalar ise, artık her an akacak kadar cesurlar.

Ne tuhaf!
Sanki artık, yakın sandıklarım bana uzak, uzak sandıklarım ise bana daha yakınlar.
Yakınlarımdan çok sokaklardaki hiç tanımadığım insanlar benimle uzun sohbetler yapıyorlar.
Eski dostlar ise ardarda göçüp beni yalnız bırakmak için sanki birbirleriyle yarışıyorlar.

Dostlar, söyledim ya mevsim artık sonbahar.
Yakında hiç bilmediğim, yaşamadığım bir mevsime doğru yolculuk var.
Bir yanda bildiğim ve yıllardır sürekli kulağıma fısıldanan, bana hatırlatılan doğrular.
Diğer yanda hala yaşadığım tereddütler ve korkular.
İçinde ise bir türlü bitiremediğim sorgulamalar.
Tüm yaşadıklarım karşıma dizilmiş, onları alıp kabullenmemi bekliyorlar.

Düşünüyorum da;
İnsanın inandığı doğrular, yaşadıklarıyla birlikte zaman içinde nasıl da değişiyorlar.
Sana anlamsız gelenler zamanla anlam kazanırken, anlamlı zannettiklerin ise zaman içinde anlamlarını yitiriyorlar.

Terazinin bir kefesinde keşkeler, diğer kefesinde ise iyikiler.
Ruh haline göre bir aşağı, bir yukarı iniyorlar, çıkıyorlar.

Zamanında bir türlü vakit ayıramadığım çocuklarım, düşünüyorum da bugünlerde sanki benden o günlerin intikamını alıyorlar.
Ne zaman dayanamayıp arasam ya meşguller, ya da hep akıllarımdayım ama aramak için bir türlü fırsat bulamıyorlar.
Biliyorum onlarda benim gibi, bu mevsimi birgün kendilerinin de yaşayacaklarını hiç düşünmüyorlar.
Oysa bana biraz farkındalıkla baksalar, ben de kendilerini bulacaklar.

Bir gün onlar da insanın yaptıklarından daha çok, yapmadıklarından pişman olduğunu anlayacaklar...

30 Ağustos 2007
Haşim A.

28 Ağustos 2007

Ne olur bunu bana yapma....

Yapma bunu bana.
Yaşadığımız onca güzel şeyin hatırına bana bunu yaşatma.
“Yaşandı ve bitti artık” diyorsun ama sensiz kalmama bir türlü izin vermiyorsun.
Görmüyor musun?
Sensizliğe alışmaya çalışıyorum.
Anlamıyor musun?
Yüreğim acıyor, nasıl gitgide küçülüyorum.
Hissetmiyor musun?
Seni nasıl deliler gibi özlüyorum.
Neden, evde nereye baksam, sen de oradan bana bakıyorsun?
Neden, hala her gece yatağımızın sana ait olan sağ tarafından bana gülümsüyorsun?
Neden, dinlediğim her şarkının içinden sürekli sen çıkıyorsun?
Neden, hala seni düşünmemi istiyorsun?
Lütfen bana bunu yapma.
Dolaşma artık bu evin içinde.
Dokunma ne olur hiç bir şeye.
Evde nefes bile alsam, neyi koklasam, hala buram buram sen kokuyorsun.
Ne olur daha fazla saklanma.
Ya gel yeniden yanıma, ya da beni tamamen terket.
Artık sensizliğe alışmak.
Sensizliğimi sensiz yaşamak istiyorum.

28 Ağustos 2007
Haşim A.

5 Mayıs 2007

Ya vermeye az buldu, yahut vakti olmadı

Sabah herkesten önce erkenden uyanmıştı, sessizce giyinip kahvaltı için bir şeyler almak üzere hemen kendini sokaklara attı. Niyeti karısına ve kızına şöyle güzel bir pazar kahvaltısı hazırlayıp sürpriz yapmaktı. Dışarıdaki hava muhteşemdi. Güneş yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlamıştı. Tam çingenenin önünden geçerken demetlenmiş taze papatyaları gördü ve durdu. Karısına en son ne zaman çiçek almış olduğunu düşününce utandı. Epey uzun bir zaman olmuştu.

- Günaydın, kaça papatyalar?
- Günaydın abiiiii siftah için sana 15 YTL olur. Daha siftah etmedim be abi. Şimdi demetledim daha onları tazecikler. İki demet yetermi abi?
- Valla 10 YTL ye verirsen bir demet alırım.
- Olurmu be abicim 10 YTL’ye bana girişi vardır bunların zaten.
- Peki hayırlı işler sana o zaman.
- Tamam be abicim gel adi senin o güzel atırınımı kırcam. Siftah senden bereket Allah’tan.
- Hadi hayırlı işler sana. İnşaallah hepsini satarsın çiçeklerinin bugün.

Burnuna götürüp içine çekti kokusunu papatyaların. Kendilerine özel ne güzel bir kokuları var diye düşündü. En son ne zaman onlarla kırlarda başbaşa kaldığını düşündü. Düşününce sadece papatyaları değil, tüm doğayı ne kadar özlediğini farketti. Sağ tarafında fırının kapısını görünce, düşünürken fırına kadar gelmiş olduğunu farketti ve içeri girdi. Karısı için, onun çok sevdiği peynirli su böreği, kızı içinde açma ile ay çöreği aldı. Hepside fırından daha yeni çıkmış oldukları için sıcacıklardı.

- Hocam sen bana birde şu fırından yeni çıkmışlardan iki tane ekmek ver.
- Emrin olur abicim hemen veriyorum.
- Estafurullah. Borcum ne kadar?
- Hepsi 6 YTL yaptı abicim.
Elini cebine attı. Eline bir tomar para gelince hatırladı. Dün akşam ATM’den para çekerken 70 YTL yerine 700 YTL yazınca. Bir tomar nakit parası olmuştu cebinde.
- İçlerinden 6 YTL seçip fırıncıya doğru uzattı. Hayırlı işler.
- Sağolasın abicim, sanada iyi günler.

Onlar uyanmadan bir an önce eve yetişmek için adımlarını hızlandırdı. Daha çay demleyecek, sofrayı hazırlayacak, omlet yapacaktı. Kahvaltının kesinlikle mükemmel olmasını istiyordu. Uzunca bir süreden beri işlerinin yoğunluğu yüzünden pek ailecek kahvaltı yapma şansı bulamıyorlardı. Tam köşeyi dönmek üzereyken. Bir ses duydu herkes gibi o da sesin geldiği yöne doğru baktığında bir mağaza açılışı için gelmiş olan palyaçoyu gördü. Tam palyaço ile gözgöze gelip gülümsediği anda sağ tarafında derin bir acı duydu. Ardından ayaklarının çözüldüğünü ve fenalaştığını hissetti. Yere doğru düşerken cebine giren çelimsiz bir el paralarını cebinden çekip çıkarıyordu. Başını yere çarptığı anda, paniklemiş bir vaziyette elindeki bıçağı kaldırıma fırlatıp kaçan, -cebine giren o çelimsiz elin sahibi- esmer cılız delikanlıyı gördü. O an başına gelen acı gerçeğinde farkına vardı.

- Hayır Allahım. Hayır. Şimdi değil. Henuz değil. Dedi.

Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu ama bu isteği bir türlü gözlerine ulaşmıyordu. Yüreği gözyaşları içinde boğulurken, gözlerinde tek bir hareket yoktu. Beyninin içinde sanki sadece sürekli ertelediği şeyler dolanıyordu. Şu anda çok pişmandı.

Hayır diyordu içinden avaz avaz.

- Allahım hayır. Daha zamanı değil. Şimdi değil. Henüz değil.Daha yapacaklarım var.

Onunda yüreğinde henüz söylenmemiş sevgi sözcükleri vardı. Onunda dar zamanlarda paylaşmayıp, geniş zamanlara sakladığı duyguları vardı. Onunda yüreğindeki gizli bahçede yetiştirdiği, vermek istediği nadide çiçekleri vardı.

O kuvvetli ışığa doğru yavaş yavaş yaklaşırken son bir umut, yerde hareketsiz duran elini yakalayıp, tutunmaya çabaladı. Eli, ellerinin arasından kayıp giderken, kendini yukarıya doğru çeken o büyük güce artık daha fazla karşı koyamadı.

Onunda, niceleri gibi, bir türlü bitmeyen işleri yüzünden, kalbini dolduran bütün o güzel duygular, kalbinde kaldı. Ya vermeye az buldu, yahut vakit olmadı.

28 Nisan 2007
Haşim A.

21 Nisan 2007

Gerçekten hazır mısınız?

Mel Gibson’ın başrolünü oynadığı “What Women Want – Kadınlar ne ister?” isimli filmini seyredenler el kaldırsın lütfen. Hani bekar bir reklamcıydı Mel Gibson, Darcy adında bir kadınla (Helen Hunt) çalışması gerektiği için kadınların nasıl düşündüğünü ve neleri sevdiklerini anlamasını sağlayacak bir testten geçiyordu. Bu sırada ufak bir kaza geçirip, ertesi sabah uyandığında çok ilginç bir özelliğe, “kadınların ne düşündüğünü anlama yeteneği” ‘ne sahip olduğunu fark ediyordu.

Sıkı durun şimdi size bununla ilgili bomba gibi bir haberim var! Bilim adamlarının uzun süren çalışmaları sonucu, bu iş için gerekli iksir bulunmuş. Tahmin ettiğiniz gibi bulunan bu iksiri içtiğiniz zaman aynı Mel Gibson gibi – hatta daha da ötesi, cinsiyet gözetmeksizin tüm- insanların sizinle ilgili ne düşündüğünü anlayabiliyorsunuz. Ama bu iksirin artı bir özelliği daha var. Bu iksir çift taraflı etki ediyor. Yani, bu iksiri içtiğinizde çevrenizdeki tüm insanlar da sizin onlarla ilgili düşüncelerinizi anlayabiliyor. Evet ne düşünüyorsunuz? Yoksa hazırlıksız mı yakalandınız bu fikre? İnanmıyorum! istemiyor musunuz?

Can Dündar’ın;

Hiç düşündünüz mü orjinal kişiliklerinizden kaç kopya çıkarılabileceğini?
Kaç farklı hayatı birarada yaşadığınızın farkında mısınız?
İstemeden yaptıklarınız isteyip yapamadıklarınız, gündüz yapıp gece pişman olduklarınızla nasıl çaresizce başka başka dünyalara doğru kanat çırpmaya çabaladığınızı farkediyor musunuz?

diye başlayıp ,

Göçüp giderken ardınızda kaç asıl, kaç suret bırakacaksınız?
Kaçının hatırlanmasını isteyecek, kaçından utanacaksınız?
Sahi, kaç kopyasınız siz...?
Hangisi sizsiniz, hangisi fotokopiniz...?

diye bitirdiği, hani hepimizin o çok beğendiği yazısını hatırlayın isterseniz.

Ya da Ahmet Altan’ın yine çok beğendiğimiz;

Ne kadarınız gerçek sizin, kırk odalı şatonuzun kırkıncı odasındaki kilitler altında sakladığınız gerçek duygularınızla, gerçek düşüncelerinizin ne kadarı yansıyor hayatınıza, söylenmeyen neler var kuytularda, hani kendinizden bile sakladığınız, bir sinir kriziyle ya da büyük bir acıyla yahut da muhteşem bir sevinçle kabuğunu çatlatıpda ortalara dökülecek neler biriktiriyorsunuz içinizde...??? Ne kadarınız kendi sahtekarlığınızın esiri? Sevip de söyleyemediğiniz, özleyip de açıklayamadığınız ya da sevmeyip de sevginizin eksikliğini içinize gömdüğünüz oluyor mu, korkaklıklar var mı, kalleşlikler var mı…………………

diye başlayıp,

ne kadarınız gerçek sizin?
ne kadarınız kendi sahtekarlığına esir?

diye sorular sorarak devam ettiği “kırkıncı oda” isimli muhteşem yazısını hatırlayın।

Hadi, çok beğenmemiş miydiniz bu yazıları? İşte size fırsat. Daha ne düşünüyorsunuz. Size o hep şikayet ettiğimiz maskelerden artık kurtulacaksınız diyorum. Artık herkesin yüzündeki maskeler düşecek, herkesin aklındaki tüm düşünceler tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacak diyorum. Hadiiiiii.

• Hazır mısınız? Gerçekten de o çok şikayet ettiğiniz ama yanınızdan da eksik etmediğiniz maskelerinizi artık çıkarmaya? Herşeyle, herkesle yüzleşmeye.
• Hazır mısınız? Tüm kaygılarınızı, korkularınızı, öfkenizi, nefretinizi, acılarınızı, endişenizi, güvensizliklerinizi, kıskançlıklarınızı, kısacası bugüne kadar içinizde yaşadığınız tüm olumsuz duygularınızı, hiç gizlemeden, herkesle açık, açık paylaşmaya. Karşınızdakilerin şimdiye kadar hiç bilmediğiniz bu duygularına saygılı olmaya.
• Hazır mısınız? Bugüne kadar yalnız yaşadığınız duygusal med-cezirlerinizi, artık ilgili kişilerle ve tüm çıplaklığıyla, hiç gizlemeden uluorta yaşamaya. O acımasız düşüncelerinizi önce karşınızdakilere bir ok gibi saplayıp, sonra deliler gibi pişman olmaya.
• Hazır mısınız? Bugüne kadar en kuytularınızda herkesten -bazen kendinizden bile- sakladığınız sırlarınızı paylaşmaya. En kuytularınızı gün ışığına çıkarmaya. Artık gizli duygularınızı saklayacağınız gün ışığı alamayan hiç bir yer bırakmamaya.
• Hazır mısınız? O çok sevdiğiniz insanlardan, hiç beklemediğiniz anlarda, hiç beklemediğiniz şeyler duymaya? O çok sevdiğiniz insanlara –beyninizde zaman zaman yeşeren o yabani- düşüncelerinizle hiç beklemedikleri anlarda büyük düş kırıklıkları yaşatmaya?
• Hazır mısınız? Platonik aşklarınızı artık aleni yaşamaya, her kim olursa olsun sizinle ilgili yaşanan platonik aşklara da saygılı olmaya.
• Hazır mısınız? Şu an hani o hiç önem vermediğiniz insanların, sizinle ilgili hiç bilemediğiniz düşüncelerini öğrendiğinizde de, onlara ve o düşüncelerine duyarsız kalmaya. Onlara hiç kırılmadan, gülüp umursamamaya? Hani o tanımadığınız insanlarla ilgili sizin de sahip olduğunuz düşüncelerinizi tüm çıplaklığıyla, onlarla paylaşmaya.
• Hazır mısınız? İş hayatınızda birlikte çalışmak zorunda olduğunuz insanlarla ilgili tüm düşüncelerinizi bütün çıplaklığıyla paylaşmaya. Yine onların sizinle ilgili bütün düşüncelerini de tüm çıplaklığıyla öğrenmeye, o düşünceleri kabul etmeye.
• Hazır mısınız? Bencil insanların sizinle ilgili acımasız düşüncelerine anlayışlı olmaya. Duygusal insanları düşüncelerinizle -istemedende olsa- bunalımlara sokmaya. Sonrada bunları hiç umursamamaya.
• Hazır mısınız? Duygusal olarak çırılçıplak, gururla ve onurla hayatta var olabilmeye? Kimseyi yıkmadan, hiç bir şeyden yıkılmadan yaşayabilmeye.
• Hazır mısınız?................................................................

• Gerçekten hazır mısınız? Artık tüm düşüncelerinizi özenle seçebilmeye. Hem maskesiz, hem mutlu, hemde özgürce, dilediğince yaşayabilmeye. Herkese ve herşeye pozitif bakabilmeye. Herşeyi bütün çıplaklığı ile görüp yine de kim olursan ol gel diyebilmeye. Kim olursa olsun kalbinizdeki sevgiden ona da bir parça verebilmeye. İnsanları günahları ve sevaplarıyla, doğruları ve yanlışlarıyla, oldukları gibi kabullenebilmeye. Onları koşulsuz bir sevgiyle, her daim sevebilmeye.

Eğer hazır değilseniz, var mısınız ne zaman hazır olacağınız üzerine biraz düşünmeye……………

20 Nisan 2007
Haşim A.

13 Nisan 2007

Her sabah, içimde canlanan arsız çocukluğum ve keyifli sahil yolculuğum

Çekmeköy taraflarında oturduğum için sabahları işe giderken Fatih Sultan Mehmet köprüsünü tercih ederim. Hem kısa bir süreliğine de olsa o güzelim boğazı görebilmek, hemde daha az trafiğe yakalanmak amacıyla da, kendimi her sabah köprüyü geçer geçmez sağdaki ilk çıkıştan -Küçük Armutlu'dan- aşağıya, hemen sahil yoluna atarım. Atmasına atarım da, özellikle bahar mevsimlerinde, istinyeye kadar devam eden bu keyifli yolculuğumda, kendimi istekleri hiç bitmeyen arsız küçük çocuklara benzetirim.

Önce oltaları ellerinde, arkalarındaki yoldan vızır vızır geçen araçların içinde bir yerlere yetişme çabası içinde olan insanların aksine, son derece sakin bir şekilde balık tutanlara bakar gıpta ederim. Bende onlar gibi yanıma –balık tutmayı çok seven- canım oğlumu alıp, onunla birlikte telaşsız ve gailesiz ellerimizde oltalarımız birlikte keyifle balık tutmak isterim.

Kafamı sola çevirdiğimde, bu sefer eski ahşap panjurları ile iki katlı müstakil evlere takılır gözüm. O an yüzleri cama dönük koltuklarda aşkımla karşılıklı oturup, ortamızdaki sehpanın üzerinde ince belli cam bardaklarda tavşan kanı yeni demlenmiş çayımız, yanında fırından yeni aldığım sıcacık sokak simitlerimiz ve tam yağlı nefis beyaz peynirimizle, boğazın o eşsiz manzarasına bakarak bir yandan kahvaltı etmek, bir yandan sohbet etmek isterim.
Önündeki trafik lambasında kırmızıya yakalandığımda sol tarafımda Mehtap Cafe’yi görünce, bu sefer yıllanmış ağaçların altındaki bir masaya ailecek kurulup, önümüzdeki küçük sahanlardaki yeni pişmiş menemenlerimizi, tazecik ekmeklerimizden kopardığımız parçaları içine bandıra bandıra yemek, bir yandan aida bardaklarda taze demli çaylarımızı yudumlarken bir yandan da yanımızda getirdiğimiz gazetelerimizi telaşsız sakin, sakin okumak isterim.

Emirgan’a geldiğimde, sahilde elele yürüyen çiftlere kayar bu sefer gözüm. Aşkımla elele tutuşup sahilden Emirgan’a kadar yürümek, yavaş yavaş kendini gösteren güneşin sıcaklığını iliklerimde hissetmek, Emirgan parkındaki renk-renk, çeşit-çeşit yüzlerce laleyi görüp biraz olsun keyiflenmek isterim.
İstinye’ye geldiğimde sona erer artık içimde her sabah yeniden canlanan her gördüğünü isteyen arsız küçük çocukluğum ve sahil yolunda yaptığım bu çok kısa ama çok keyifli yolculuğum. Vururum İstinye yokuşundan yukarıya doğru kendimi. Basarım tekrar gaz pedalına. Vardığımda Maslak’ın o göğe doğru uzanan, yeşile hasret kalmış beton bloklarına, bende karışırım hemen, maslakta yaşayan o meşhur, zavallı plaza insanlarının arasına.

13 Nisan 2007
Haşim A.

Siparişinizi alabilir miyim?

- Siparişinizi alabilir miyim?

- Arkanıza bakmayın hiç, ben sizi kasdetmiştim. Sizi sizi yani şu an bu blogu okumakta olan kişiyi. Ne o şaşırdınız mı yoksa? Bence hiç şaşırmayın. Bu yeni bir durum değil ki. Sadece ilk defa sizinle konuşma fırsatı bulduk. Yoksa ben doğdunuz günden beri sizinle birlikteyim ve doğduğunuzdan günden beridir bu işi yapıyorum. Kısacası daha önceki yıllarda da sizden sipariş bekliyordum. Bundan sonraki yıllarda da yine her zaman siparişlerinizi bekliyor olacağım.

- Ne siparişi mi? Bu tamamen size kalmış. Ne isterseniz. Maddi-manevi, büyük-küçük, ucuz-pahalı ne istiyorsanız? Hatta bu konuda evreni bir katalog olarak düşünerek, mimarı olduğunuz hayatınız için bu katalogdan neyi istiyorsanız hiç çekinmeden seçebilirsiniz. Tek bir sınırlama var o da sadece kendiniz için bir şey sipariş edebilirsiniz.

- Ben kim miyim? Benim tek bir adım yok. Herkes bana nasıl istiyorsa öyle hitap eder. Mesela Paulo Coelho bana “evren” derdi. Siz de istediğiniz isimle bana hitap edebilirsiniz.

- Neden mi bunu yapıyorum? Çünkü bu benim asli görevim. Ayrıca inanır mısınız, bu işi yapmaktan, siparişlerinizi size teslim etmekten inanılmaz bir keyif alıyorum. Bunun içinde heran, her saniye hazır olarak bekliyorum. Sizlerin yürekten istediğiniz herşeyi hemen bir sipariş kabul edip bunun gerçekleşmesi için acilen harekete geçiyorum. Siz onu yürekten istemeye ve onunla aynı frekansta kalmaya devam ettiğiniz müddetçe de onun gerçekleşmesi için var gücümle çalışıyorum.

- İsteğinizle aynı frekansta olduğunuzu nasıl mı anlayacaksınız? İnanın ki bu çok kolay. Bu konuda size küçük bir sır vereyim. Bunun için bir şeyi istediğiniz andaki duygularınızı bakın. Kendinizi harika hissediyorsanız kesinlikle isteğiniz ile aynı frekanstasınız demektir. Eğer korku, endişe ve umutsuzluk hissediyorsanız sizin için çok üzgünüm çünkü bu durum kesinlikle isteğiniz ile aynı frekansta değilsiniz demektir.

- İsteğinizin gerçekleşme tarihini mi soruyorsunuz? Bu konu tamamen sizin elinizde. Bu sizin ona ne kadar çok istediğinize, onunla sürekli aynı frekansta kalıp, kalmadığınıza, onu ne kadar çok düşünüp, körükleyerek kendinize çektiğinize bağlı olarak değişiyor. Eğer çabuk gerçekleşsin istiyorsanız onu uzun uzun, hergün, fırsat buldukça hayal edin. Bunları hergün fırsat buldukça yineleyin. Her gün onu tekrar isteyin. Satın alabileceğiniz bir şeyse onu satın alacakmışınız gibi gidin onu inceleyin hatta satıcı ile pazarlık bile edin. Bu arada önemli bir noktayı size aktarmam gerekiyor. Eğer isteğiniz ile ilgili olumsuz düşüncelere kapılır, tereddüte düşerseniz bu siparişiniz otomatik olarak düşüyor. Çünkü benim bu siparişinizin gerçekleşmesi için çalışmaya devam edebilmem için sizin de onu istemeye, onu kabul etmeye devam etmeniz gerekiyor. Benim için inanın hep sizin en son düşünceleriniz önemli.

- İnanın sizi çok seviyorum. Sizlerin bana heyecan içinde, büyük bir keyifle verdiğiniz o çok değerli siparişlerinizi, tereddüte düşmeniz sonucu iptal etmekten bende nefret ediyorum. Her zaman, bana büyük bir keyifle verdiğiniz siparişlerinizi büyük bir keyifle sizlere teslim etmek istiyorum. Unutmayın, hayatta bugüne kadar başınıza ne gelirse gelsin, ne kadar genç ya da yaşlı olduğunuzu düşünüyor olursanız olun, hiç bir şey için kesinlikle gecikmiş değilsiniz. Bir istekte bulunurken kesinlikle bugüne kadarki gözlemlerinize göre karar vermeyin. Ben buyum demeyin. Kendinizi asla bugünkü mevcut durumunuza kilitlemeyin. Sınırsızca isteyin ve sipariş edin. Siz böyleydiniz ama bundan sonra böyle olmak zorunda değilsiniz.
Sevgili Paulo Coelho’nun dediği gibi gerçekten “ Bir şeyi yürekten istiyorsanız eğer, ben sizin bu isteğinizin gerçekleşmesi için büyük bir zevkle size yardımcı olmaya hazırım” inanın. Yeter ki siz isteğinizin bir gün gerçekleşeceğine dair inancınızı asla yitirmeyin.

10 Nisan 2007
Haşim A.

7 Nisan 2007

Fevkaladenin fevkinde bedbaht bir gün hakkında küçük bir öykü - Son Bölüm

- Son Bölüm -


Kapıyı açmamla birlikte bir anda donup kaldım.

Karşımda mum ışığıyla aydınlanmış enfes bir sofra ve elinde şarap kadehi ile kırmızılar içinde son derece seksi muhteşem bir kadın duruyordu. Fonda ise insanın bütün sinirini, stresini unufak eden enfes bir müzik çalıyordu.

Yaşadığım bu bedbaht gün ve evde ışığı göremeyince panikleyip eve kadar yaptığım bu inanılmaz depar sonrası nefes nefeseydim, ayakta durmakta artık zorlanıyordum. Evde karşılaştığım bu manzara sonrası saniyeler içinde bir tercih yapmak zorundaydım. Ya çok yorgun olduğumu aşkıma açıkça itiraf edecek, ondan biraz anlayış bekleyecek, istemeden de olsa onun ve benim için yaptığı bu süprizin tüm tadını kaçıracaktım. Sonrasında kendimi yatağa atacak, başarabilirsem sabaha kadar deliksiz bir uyku çekecektim. Ya da bugün tüm yaşadıklarımı unutacak, aşkımın bizim için hazırladığı bu muhteşem ortama ayak uyduracak, onunla bu gecenin keyfini dibine kadar çıkartacaktım. Beynim çok yorgunsun ayakta zor duruyorsun git bir an önce yat uyu derken, yüreğim aşkımla birlikte, onun bizim için hazırladığı bu muhteşem ambiansın ve bu muhteşem gecenin tadını çıkarmamı söylüyordu. Her zaman yapmayı beceremesemde bu sefer yüreğimin sesini dinledim. Elimdeki çantayı yavaşça yere bırakıp, kapıyı sağ ayağımın tabanıyla adeta teperek itip kapattım. Müziğin ritmine uygun adımlarla ve son derece sexi bir edayla yavaş yavaş bana yaklaşan aşkımı belinden kavradığım gibi onu geriye doğru yatırırken, geride kalan koskoca onbeş yılın bile eskitemediği o büyük aşkın verdiği tutkuyla dudaklarımı önce boynuyla sonra yavaş yavaş dudaklarıyla buluşturdum. Teninde keyifli bir yolculuk yapan dudaklarım kulağına ulaştığında yavaşça fısıldadım.

- Seni çooookkkkkkk seviyorum.

Onun elleri ise arzulu bir şekilde benim vücudumda dolaşırken biraz evvel yorgunluktan kıvranan vücudumun adeta sarj olan bir pil gibi yavaş yavaş tekrar enerji ile dolduğunu hissettim.Kırmızıyı görünce çileden çıkan bir boğa gibi gitgide azdığımı hissediyordum.

- İyiki varsın , iyiki yanımdasın.

Aşkım hazırladığı nefis yemekleri getirmek için mutfağa yöneldiğinde, ben gün içinde kaybettiğim tüm enerjimin onun aşk dolu kollarında tekrar yerine gelmesinin verdiği büyük keyifle kadehlerimize şarap dolduruyorum. Bir yandan da düşünüyordum.

Hayat gerçektende bir kağıt oyunu gibiydi. Senin icad etmediğin, kurallarını senin koymadığın bir oyun. Eline gelen kağıtlarda da hiç bir kontrolünün olmadığı bir oyun. İyi oyuncuysan kağıdın kötüyken bile iyi oynayıp galip gelebildiğin, kötü oyuncuysan en iyi kağıtlarla bile kötü oynayıp kaybedebildiğin bir oyun. Oyunu iyi oynayıp oynayamadığını ise oyun sırasında yaptığın tercihler belirliyordu aslında.

Benim bu gece yaptığım doğru tercihin çok daha ötesinde, hayatımda yaptığım en doğru tercih aşkımı benimle bir ömür boyu birlikte olmaya ikna etmekti galiba.

6 Nisan 2007
Haşim A.

4 Nisan 2007

Bilmeden belki de hayatındaki en son fırsatı da tepersin.

Bazen insan ne kadar direnirse dirensin tükeniyor içinde birşeyler.
Aynı evi paylaşan, iki kişilik yanlızlıklara dönüşüyor ilişkiler.

Bunu görse de ondan vazgeçmeye bir türlü cesaret edemiyor insan.
Tanıdık, bildik olması, ona güven veriyor, bu yüzden de bir türlü ondan vazgeçip gidemiyor.
Aklına zaman zaman yeni olan gelip çöreklense de bir türlü cesaret edemiyor.
Bu yüzden de yanıbaşında hayatına girmek için sırasını bekleyeni hiç bir zaman göremiyor.
Bilmeden belki de hayatındaki en son fırsatı da tepiyor.

Kimimiz, gönül bağı, sadakat anlamlarını yüklüyor bu duruma.
Belkide, onu mutlu etmeyen, acı veren bu yaşadığını, kendince anlamlandırabilmek, kendini biraz olsun rahatlatabilmek adına.

İnmeye cesareti olmadığı için; yıllar önce bindiği bir otobüste, ona hiç keyif vermeyen bir manzarayı seyrede seyrede seyahatine devam ediyor.
Aklına zaman zaman bir sonra ki durakta inmek gelse de, buna bir türlü cesaret edemiyor.
Bu yüzden de, bir sonraki otobüsün onu istediği, hayal ettiği ilişkiye götürüp götüremeyeceğini hiç bir zaman bilemiyor.
Bilmeden belki de hayatındaki en son fırsatı da tepiyor.

Oysa herşey insanın hep önünde, onun seçimini bekliyor.
İnsan;
Ya kendini mutlu edebilme cesareti gösteriyor.
Ya da bilmeden belki de hayatında ki en son fırsatı da tepiyor.
Ya gerçekten mutluyum diyor.
Ya da, o da mutluluk oyununu oynuyor.

04 Nisan 2007
Haşim A.

31 Mart 2007

Fevkaladenin fevkinde bedbaht bir gün hakkında küçük bir öykü - 4.Bölüm

- Bölüm 4 -


Aceleden anahtarları evde bırakıp kapıyı çekmiştim. Murat’a gidip anahtarı alamazdım. Kesinlikle gece için duramayıp ağzımdan bir şey kaçırabilirdim. Bu konudaki sabıka dosyam hayli kabarıktı. Onun için başka bir yol bulmalıydım. Ya yan komşunun balkonundan bizim balkona geçecek aralık bıraktığım balkon kapısından içeri girecektim yada dönüşte yanıma bir çilingir alıp gelecektim.

Yeni taşındığı için yan komşuyu hiç tanımıyordum. Görmemiştim bile. Murat’ın söylediğine göre yeni evli bir çift oturuyordu yan dairemizde.

Tanrım ne rezil bir durumdu bu böyle. Komşu komşunun külüne muhtaç derler ama ben daha yan kapı komşumu tanımıyordum. Hatırlıyorumda çocukluğumda aile gibiydik bütün komşularımızla. Herkes ihtiyacı olduğunda seve seve birbirinin yardımına koşardı. Birlikte yemekler yer. Hep birlikte pikniğe giderdik. Hatırlıyorumda ilk eurovision şarkı yarışmasını -bizde o zaman televizyon olmadığı için- Asuman teyzelerde hep birlikte seyretmiştik. Cici kızlar, Semiha Yankı,…... Bir çok kez yeni yıla komşularımızla birlikte girmiştik. Herkes evinde karınca kararınca bir şeyler hazırlar. Hepsi bir araya geldiğinde de ortaya mükemmel bir sofra çıkardı. Özellikle biz çocuklar için. Annem evin büyük kızıyım diye hep beni yollardı komşulara akşam müsaitler mi diye sormak için. Utana sıkıla kapılarını çalar,

- Bir maniniz yoksa annemler akşam size gelmek istiyor,

diye sorardım. Yine evde olmayan şeyler için komşulara gitmekte benim görev tanımlarıma dahildi. Annemin elime tutuşturduğu fincanla kapılarını çalar;

- Varsa annem bir fincan zeytinyağı rica etti. Bizim evde kalmamışta. Babam akşam getirecek

diye yine ben isterdim o zamanlar. Şimdi eskaza evde ölecek olsak konu komşunun ruhu duymaz valla, kurtlanır çürürüz çok rahat inan olsun.

Bugün zamanımın çok dar olması sebebiyle komşumla tanışmayı daha sonraya bırakarak dönüşte yanıma bir çilingir almayı tercih ediyorum. Daha fazla zaman kaybetmeden kuaföre gitmek için kendimi sokağa atıyorum.Şansıma yoldan bir taxi geçiyor. Hadi kızım her zamanki gibi ballısın yine.

- Taxi
.............................


Neyseki kuaförde işim çabuk bitti. Şimdi hemen bir çilingir bulup eve gitmeliyim. Havada bu arada inanılmaz güzel bugün. Güneş accayip gözlerini kamaştırıyor insanın. Çantamdaysa şu güneş gözlüğümü takayım ben en iyisi. Allah kahretmesin evin anahtarı buradaymış yaaa. Ah benim aptal kafam. Ben bunu hep yapar oldum bu aralar. Aceleyle çantanın fermuarlı tarafına koymak yerine içine atmışım anahtarları. Geçen günde kafamdaki gözlüğü az aramadım evde akıllı ben. Ay çok sevindim çilingirle uğraşmak zorunda kalmayacağım. Hadi kızım atla taxiye şimdi, doğru eve. Kokoş karısındır sen bir saat sırf süslenmeye ayırman lazım senin bu akşam. Allaaaah saat 16:30 2,5 saatim kalmış hazırlanmak için. Murat saat 19:00 gibi evde oluyor.

- Hey taxi.

……………………………….

Eveeeeet nihayet herşey tamam artık. Sofra mükemmel gözüküyor. Büfede dura dura eskiyen altın yaldızlı porselen çeyiz takımlarımda müthiş duruyorlar sofrada. Şamdandaki mumlarda tamam. Tütsümüz de hazır. Romantik CD’mizde müzik setinde hazır. Ay çok romantik bir gece olacak. Çok heyecanlandım ben yine. Kalbim güm güm çarpıyor. En iyisi ben biraz alkol alıp gevşeyeyim. Ay süper bir gece olacak. Çok uzun zaman oldu böyle şeyler yapmayalı.
Saçlarımı Murat’ın istediği gibi kızıla boyatmam da çok iyi oldu. Bakalım o ne tepki verecek? Bana bu rengin çok yakışacağı konusunda ne kadar haklıymış meğerse. Bense bunca zaman onu tırtıya bile koymadım. Hata etmişim valla. Bence de çok yakıştı bana bu saç rengi. Ne güzel bir hatunmuşum ben böyle. Aynı zamanda da sexi tabiki. Bu ateş kırmızısı elbiseninde sırtı az açık değilmiş. Dışarıda hayatta giyemem ben bu elbiseyi. Neredeyse Murat’ın bana yurt dışından getirdiği victoria secret marka kırmızı külodum gözükecek :) Sütyensiz olmaya pek alışık değilim ama bu gece idare edeceğiz artık. Bu çivi topuklu ayakkabılar da beni inanılmaz zorluyor. Olsun bu akşam aşırı feminen olup Murat’ı kırmızıyı görüpte kuduran bir boğa gibi iyice kudurtmak istiyorum.

Saat 18:30 olmuş. Aşkım işten çıkmıştır şimdi. En iyisi ışıkları kapatıp şarabımıda alıp onu camda bekleyeyim ben.

....................................................

Aylin hanımdan Ahmet bey’in durumunun iyi olduğunu, hayati tehlikeyi atlattığını ögrenince biraz olsun rahatladım galiba. Bu arada saatte 18:30 olmuş. Artık biran önce toparlanıp bugün benim için kabus haline dönüşen bu ofisten çıkmak istiyorum. Ama yaşadığım bu fevkaledenin fevkindeki bedbaht gün artık tüm enerjimi tüketti. Kolumu kıpırdatacak takatim bile kalmadı. Şu an halının üstüne kıvrılıp yatacak olsam yalan olmasın saatlerce deliksiz uyuyabilirim. Kalan enerjimi toparlayıp kalkıyorum masamın yanındaki çantamı alıp odamdan çıkıyorum.

- İyi akşamlar arkadaşlar.
- İyi akşamlar Murat Bey. İyi hafta sonları.

Allahım ne olur akşamı gündüzüne benzemesin. Beynim artık tamamen durdu sanırım. Arabayı nereye parkettiğimi hatırlamıyordum. Allahtan şu alarm varda anahtara basınca yanıp sönen farlar sayesinde arabayı kolaylıkla bulabiliyorum.

Trafik cuma akşamı olması nedeniyle açıktı. Cuma akşamları herkes gece hayatına doğru aktığı için trafik daha çok benim ters yönüme doğru yoğunlaşıyordu. Arabaya park yeri ancak evin bir üst sokağında bulabildim. Bizim sokağa girdiğimde hava artık iyice kararmıştı. Eve baktığımda evde ışık yanmıyordu. Kalbim küt küt çarpmaya başladı. Mine’yi bugün hiç arayamamıştım. Yoksa başına bir şeymi gelmişti.

- Allahım ne olur. Allahım ne olur. Ne olur ona bir şey olmamış olsun. Ne olur Allahım.

Panik bir vaziyette koşmaya başlamıştım. Merdivenleri üçer beşer nasıl çıktım bilmiyorum. Aceleyle anahtarımı kilide soktum ve kapıyı açtım…….

31 Mart 2007
Haşim A.

29 Mart 2007

Fevkaladenin fevkinde bedbaht bir gün hakkında küçük bir öykü - 3.Bölüm

- Bölüm 3 -

Odaya girdiğimde Ahmet bey masasının yanında yüzükoyun boylu boyunca yerde yatmaktaydı.

- Aylin hanım, Aylin hanım!

Hemen yanına koşup onu sırtüstü çevirdim. Kravatını çözüp gömleğinin düğmelerini ve kol manşetlerini açtım. Allaha şükür ki hala nefes alıyordu.

Aylin hanım koşarak odaya girdi ve gördüğü manzara karşısında donup kalmıştı.

- Aylin hanım sakin olun lütfen. Acil ambulans çağırmamız gerekiyor. Hala nefes alıyor. Kalp krizi olabilir.

Allahım bu nasıl bir gündü böyle. Bugün sabahtan beri bütün bu yaşadıklarımın bir rüya olması için neler vermezdim. Allahtan iki sokak ötede özel bir hastane vardı. Ambulansın gelmesi fazla uzun sürmedi. Sedye ve gerekli teçhizat ile odaya dalan sağlık görevlileri büyük bir hızla Ahmet beyi sedyeye aktarıp odayı terk ederlerken ben hala yaşadığım bu bedbaht günün şoku içerisindeydim. Aylin hanımın sesi beni kendime getirdi.

- Murat bey bende ambulansla hastaneye gidiyorum. Burayla siz ilgilenirseniz çok sevinirim.
- Siz merak etmeyin Aylin hanım ben burasını ayarlarım. Siz de beni arayıp gelişmeler ilgili bilgi verirseniz çok memnun olurum.

Ayağa kalkıyorum tam odadan çıkmak üzereyken duvardaki Ömer Hayyam imzalı bir yazıya gözüm takılıyor,

Geçmiş günü beyhude yere yad etme,
Bir gelmemiş an için de feryat etme,
Gelmiş geçmiş masal bunlar hep,
Eğlenmene bak ömrünü berbat etme.
Niceleri geldi neler istediler,
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler.
Sen hiç gitmeyecek gibisin degil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler.
Dünyada ne var, kendine dert eyleyecek,
Bir gün gelecek ki can bedenden gidecek,
Zümrüt çayir üstünde, sefa sür iki gün ...
Zira senin üstünde de otlar bitecek

Ahmet bey’in bu yazıyı beğenip duvarına astığına inanamıyorum. Eğer gerçekten bu yazıyı beğenerek o duvarına astıysa, fikri ve zikri garip bir çelişki içinde. Maalesef bu dünyada, olduğu gibi görünmeyi yada göründüğü gibi olmayı gerçekten becerebilen insan sayısı o kadar azki. Hepimiz kendimizi sanki hiç göçmeyecekmişiz gibi dünyanın gailesine kaptırıp gidiyoruz. Kimilerimiz bile bile, kimilerimiz ise hiç bilmeden kimbilir ne kadar da çok can yakıyoruz.En beğendiğimiz papatyaya doğru emin adımlarla ilerlerken, ezdiğimiz diğer çiçeklerin, papatyaların hangimiz farkına varabiliyoruz. Sonra bir gün ansızın hayatımız risk altına girdiğinde yapmak istediğimiz ama sürekli ertelediğimiz ne kadar çok şey olduğunu fark ediyoruz. Ertelediklerimiz içinde en çok da sevgimizi gördüğümüzde üzülüyoruz. Behçet Necatigil bizi bu konuda yıllar önce yazdığı Sevgilerde isimli şiirinde ne kadar güzel uyarıyor oysa;

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden (siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçecegi aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı, gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz yahut vakit olmadı.

Gören gözlerle, farkına vararak etrafımıza baktığımızda, herkes bize aynı şeyi, kendi bakış açılarından ve kendi cümleleri ile tekrar tekrar söylüyor sürekli uyarıyorlar bizi aslında. Hemde yıllar öncesinden başlayarak. Bizse inatla kulaklarımızı onlara tıkayıp, onları görmezden gelerek yine kendi bildiğimizi yapmakta, dünyanın o acımasız ve duygusuz çarkında, kendimizi değirmen eşeği gibi döndürmeye devam etmekte hep ısrar ediyoruz. Yıllar su gibi akıp yolun sonuna yaklaştığımızda ise bir bakıyoruzki önümüzde dağ gibi yığılmış keşkeler, bir avuçiçi kadar da iyikiler. Başlıyoruz keşke şöyle, keşke böylelere ama artık ne çare.

Aklıma Ahmet bey’in dünya tatlısı altı aylık hamile eşi geliyor. Ona durumu kim, nasıl aktardı acaba. Umarım kötü bir şey olmamıştır. Acaba Ahmet bey’in durumu nasıl şu an. Herşey yoluna girebildi mi? Hayat ne garip aslında. Sabah suratıma kapıyı çarpan, benim günümü rezil eden adam, eğer ben onunla konuşmak için inat edip odasına dalmasam belki de şu anda...... Acaba Allah bu saygısızlığı ona, benim odasına bu saatte gelmem için mi yaptırmıştı? Yoksa sabah sabah bana gereksiz yere sinirlendiği için mi gelmişti bütün bunlar başına.

Düşününce dünya gerçektende bir satranç tahtası gibiydi. Oyunun kuralıda sanki doğa yasaları dediğimiz şey. Karşı taraftaki oyuncuyu hiç göremiyorduk ama oyunu her zaman dürüstçe oynadığını, bize karşı adil ve sabırlı olduğunu biliyorduk. Eminimki Ahmet bey’e karşıda son derece adil ve sabırlı davranacaktı.

Odadan çıkıyorum ve kapıyı kilitliyorum. Saat 17:30’u gösteriyor. Ne gün ama. Sürprizle başladı sürprizle devam ediyor. Ama benim başka bir sürpriz daha kaldıracak halim kalmadı. Kendimi çok güçsüz, mutsuz ve tüm enerjimi tüketmiş hissediyorum. Şu an istediğim tek şey mesainin bir an önce bitmesi ve kendimi önce eve sonra yatağa atıp deliksiz bir uyku çekmek. Yorgunluktan geberiyorum. Aşkım şu an ne yapıyor acaba. Bugün işten fırsat bulupda bir kere bile arayamadım onu.

Cep telefonum çalıyor Aylin hanımın numarası, kalbim nasılda küt küt çarpmaya başladı. Elim bir türlü yeşil tuşa gitmiyor. Ama açmalıyım.Basıyorum yeşil tuşa.

- Aylin hanım?

29 Mart 2007
Haşim A.

24 Mart 2007

Fevkaladenin fevkinde bedbaht bir gün hakkında küçük bir öykü - 2.Bölüm


- Bölüm 2 -

Burnuma gelen yanık kokularıyla uykumdan uyanıyorum. Bu yanık kokusu da nereden geliyor böyle? Mum gibi de kokuyor sanki. Sabahlığımı sırtıma geçirip çıkıyorum yatak odasından. Galiba banyodan geliyor bu yanık kokusu. Banyoya girmemle birlikte yanık kokusunun sebebi de ortaya çıkıyor.

Ah aşkım ah. Ben sana daha ne diyim ki. Kaç kere söyledim sana işin bitince şu mumları söndür diye. Dilimde tüy bitti valla. Ama öğretemedim ben hala. Ben nasıl temizliyeceğim şimdi bu mumu her tarafa akmış yapışmış. Gitti o çok sevdiğim caaanım yeşil havlu. En azından bir yerler tutuşmamış bir de uykudan kalkıp yangınla uğraşmak da vardı. Bak yine klozetin musluğunu tam sıkmamış hala akıyor su -aynı zamanda para- boşa. En iyisi önce şöyle güzel bir türk kahvesi yapıp kendime geleyim. Sonra temizlerim buraları. Aman Allahım bu mutfağın haline ne böyle. Alt tarafı bir sandawich yaparken , insan nasıl bu kadar batırabilir ki mutfağı. Arkadaşlarım bana kızsada onu mutfağa sokmamakla çok haklıyım aslında. Onun bu dağınıklığını toplamak, onun yaptığını yapmaktan çok daha zor benim için. İyi ki başım ağrıyor diye dün erken yattım. Evin haline bak. Her tarafı bok götürüyor. Salon nasıldır şimdi kimbilir? Pijamasının altı bir koltuğa, üstü diğer koltuğa yayılmış, çoraplar da birbirlerine tutkuyla sarılmış top şeklinde koltuğun altında hepbirlikte keyif yapıyorlardır inan olsun. Radyoyu açayımda biraz neşem yerine gelsin.

- Dark Lady laughed and danced and lit the candles one by one.

Aaaaay canım bu, onun bu aralar en çok sevdiği şarkı. Dağınıklığına kızsam da, söylensem de çok seviyorum ben onu yaaaa. Delimiyim neyim. Bak düşününce yine özledim valla. Ne çatlak karıyım ben böyle. Eşşek sıpası biraz derli toplu olsa aslında baldan yenmeyecek. Nasılda sessizce çıkar odadan sabahları beni uyandırmamak için. Hiç farketmedim valla bu sabahta ne zaman uyandığını, odadan nasıl çıktığını. Yoldadır o şimdi. Aşşşşşkıııııım benim. Canım kocam.

Geçen gün düşünüyorumda 15 yıl olmuş onunla evleneli. K o s k o c a o n b e ş yıl. Allah için bana karşı her zaman saygılı olmuştur benim aşkım. Özel günlerimizi hiç bir zaman atlamaz. Ama küçük, ama büyük, bazen bir buket çiçek, bazen tek taş pırlanta yüzük, muhakkak bir şey alır gelir her zaman benim aşkım. Gözü hiç bir zaman dışarıda olmamıştır. Zaman zaman kendini tamamen işe kaptırıp açık açık söylemeyi unutsada beni sevdiğini bilirim her zaman. Bu akşam ona güzel bir sürpriz hazırlayayım ben en iyisi. Şöyle güzel bir masa donatıp, üzerime dekolte bir şeyler giyeyim. Hafif bir müziğin eşliğinde, mum ışığında romantik bir yemek ve ardından………………… :) Uzun zaman oldu valla böyle romantik şeyler yapmayalı. Gene kaptırdık kendimizi hayatın akışına gidiyoruz son sürat. Bu iş yoğunluğunda eminim ona da iyi gelecek bu romantik gece. Kaç aydır hep mesai, hep mesai. Yüzünü doğru dürüst göremez oldum ben kocamın yaaa. O da hiç ses çıkarmıyor ama çok yorgun düştü artık bu aralar.

Aslında hakikaten zaman zaman durup baltalarımızı bilememiz gerekiyor geçen gün bana anlatılan öyküdeki gibi. Dış dünyanın koşuşturmacaları arasında kendimize zaman ayırıp, kısaca da olsa yaşamımızı gözden geçirmemiz, gerçekten bize, artılarımızı ve eksilerimizi fark edebilme, kendimizi daha iyi tanımayabilme şansı veriyor. Bizi sonrası için çok daha güçlü ve çok daha etkin yapıyor. Bence de kendimize zaman ayırmak, kişiliğimizin güçlenmesi için "olmazsa olmaz" bir koşul. İhmal etmemek lazım aslında bu balta bileyleme işini. Ama nerdeeee unutuyoruz hep hayatın akışına -özellikle de işimize- kendimizi kaptırıp değirmen eşeği gibi dönüp duruyoruz.

Yaaa kim anlattıydı bu öyküyü bana? Tamam tamam hatırladım Nalan anlattı geçen gün. O da benim kişisel gelişimime destek olmak için hayatıma giren insanlardan sanırım. Ne çok şey ögrendim ben ondan. Hepsi benim için o kadar değerli, beni olgunlaştıran bilgiler ki. İnsanın hayatında böyle insanların olması o kadar güzel bir şey ki. Allahım sana yüzbinlerce kere teşekkür ediyorum. Onunla benim hayatlarımızın yollarını kesiştirdiğin için.

Bu arada kadın öylede marifetli ki. Kıskanıyor insan valla. Yemekleri tek kelimeyle nefis. Kardeşim ben de alıp tarifini yapıyorum ama onun gibi olmuyor bir türlü. Geçen akşam sıcak sıcak bir börek yollamış tadı damağımızda kaldı Murat’la ikimizin.

Hadiiii Mine hanım yayıldın bakıyorum yine. Kalk Kalk. Kızım kaldır koca poponu onca iş seni bekliyor. Olsuuuuun benim aşkım o koca popoma bayılıyor bir kere :)

Önce evi toplayayım. Sonra bir duş ve doğru kuaföre. Akşama da ona çok sevdiği Alfredo soslu tavuklu fettucini ve bol yeşillikli akdeniz salatası yaparım. Tatlı olarak birde suffle yaparsam akşam çıldırır artık benim aşkım. Yanına da kırmızı sarabımızı açarız. Ay şimdiden heyecanlandım valla harika bir gece olacak. Aman Allahım saat 11:30 olmuş hemen işe koyulmalıyım yoksa yetişmeyecek…………………..

Çok yoruldum ama evde pırıl pırıl oldu valla. Üstünede bu duş ilaç gibi geldi. Nasıl bir şeyse şu su, vücudundan akıp giderken insanın bütün yorgunluğunu da alıp götürüyor. Yazın su kesintisi falan olursa kafayı yerim ben herhalde.

Aynada cildime bakıyorum. Ne güzel hatunmuşum ben yaaa. İnsan 40’ı devirince anlıyor sanırım bunu. Hayatımda kendimle en çok barışık olduğum, içindeki gerçek beni keşfettiğim dönem bu sanırım. Tek kusurum şu bacaklarım valla. Hallerine bak resmen portakal gibiler iğrenç gözüküyorlar. Ne yapacağım ben bu selülitlerle. Geçen yıl ne guzel masaja gidiyordum. Azalmışlardı bayağı. Sonra evin kredisi çıkınca bırakmak zorunda kaldım. Yaz da geldi ne yapacağım şimdi. Yine başladı benim kabusum. Bu arada bugün bir de ağda da yaptırsam fena olmayacak hani. Allah beni bilmiş de böyle tombul bacaklı yaratmış. Şöyle manken gibi ince uzun bacaklarım olsaydım valla çekerdim mini eteği altıma. Sonra tabi papaz olurduk herhalde Murat’la.

Telefon çalıyor.

- Alo Nadya senmisin?
- Bi dakka, bi dakka ağlama bitanem. Tane tane konuş. Sakin ol lütfen. Ne oldu sana böyle. Buluşalım istersen, bak sen iyi değilsin.
- İşim var birazdan dışarı çıkacağım sana gelebilirim. Tamam madem buluşmak istemiyorsun, o zaman sakin ol ve yavaş yavaş anlat bana ne olur.
- Neeee Haluk seni aldatıyor mu? Tatlım nereden çıkardın şimdi bunu sen? Çok fazla mesaiye mi kalıyor? Eve hep geç mi geliyor? Ne var bunda yaaa. Murat’ta bu aralar nerdeyse her akşam mesaiye kalıyor. Tatlım bak bu aralar şirkette işler yoğun sanırım. Bildiğim kadarıyla onlar 2007 ‘i büyüme yılı ilan ettiler. O aşşağılık Genel Müdürleri yüzünden yeni adamda alamıyorlar. Olan bizimkilere oldu tabi. Zavallıların işleri ikiye katlandı.
- Eve geldiğinde seninle de hiç ilgilenmiyor mu?
- Dur dur bakim sen. Hemen öyle erkek milletinin hepsinin köküne kibrit suyu dökme. Naparız sonra biz onlarsız. Önce sen beni bir dinle.
- Bak tatlım bana da Murat itiraf etmişti geçtiğimiz yıllarda. Bende sana anlatayım.

Onlar aslında birer mağara adamıymış. Sarsılmadın değilmi canım? Yani bizler birer mağara adamı ile evliyiz aslında. Şaka bir yana, onlar stresli oldukları dönemlerde ancak kafalarının içindeki mağaralarına kapandıklarında çözüm bulabiliyorlarmış. Yani bizim gibi çenelerine vurmuyormuş onların sorunları, stresleri. Bizler sorunlarımız hakkında konuşarak rahatlayabiliyorken. Onlar sorunları hakkında fikir almaları gerekmedikçe, kimseyi sorunlarıyla ilgili rahatsız etmek istemiyorlarmış. Bunun yerine susup, bu sorunu düşünmek için mağaralarına çekilirlermiş. Bir çözüm bulduğunda da kendilerini çok daha keyifli hissedip mağaralarından çıkarlarmış. Ha bu arada bizim resimlerimiz de mağarada duvarda asılıymış tabiki :) Bizler onları kendimiz gibi düşünüp bizimle konuşmaları için üstlerine yüklendiğimizde mağaradaki kaldıkları bu süreci uzatmış oluyoruz aslında.

Murat’ta bunu John Gray’in Erkekler Mars’tan Kadınlar Venüs’ten isimli kitabında okuduğunda, sadece kendisinin böyle olmadığını, dünyadaki bütün erkeklerin böyle olduğunu öğrenince accayip sevinmişti. Heyecan içinde bana da anlatmıştı o zaman.

Biliyorsun Haluk benim üniversiteden arkadaşım. Senden çok daha uzun süredir onu tanıyorum. Haluk’a güven sen. Benim tanıdığım Haluk asla seni aldatmaz. Onun o taraklarda asla bezi yoktur. Dürüst çocuktur o. Kocanın kıymetini bil onu üzme bakim sen. Hadi gül bakim benim canım arkadaşım. Biraz rahatladın galiba ağlama sesi kesildi sanırım.

Bak tatlım Robin S. Sharma’nın Ferrari’sini Satan Bilge isimli kitabını okudun mu bilmiyorum ama. Onda şöyle bir paragraf vardı; beni çok etkilemişti. Bu yüzden aklıma kazındı. Şöyle diyordu o paragrafta,

“Artık zihninin verimli bir bahçe olduğunu ve ürün vermesi için onu hergün beslemen gerektiğini biliyorsun. Saf olmayan düşünceler ve eylemler gibi zararlı otların zihin bahçeni ele geçirmesine asla izin verme. Zihninin bahçesinin bekçisi ol. Onu sağlıklı ve güçlü duruma getir; yaşamında mucizeler yaratması buna izin vermene bağlı.”

Bence aklından böyle kötü düşünceleri uzaklaştır. Dünya efendisi kocanın kıymetini de bil. Böyle gerçek olmayan zararlı düşüncelere kendini kaptırıp, onu da, kendini de üzme bakayım.

Artık rahatladın sanıyorum. Öpüyorum seni bi tanem. Yarın bana gelsene oturur laflarız biraz. Şimdi kapatmam lazım. Daha kuaföre gideceğim. Sonra eve gelip yemek hazırlayacağım işim çok kısacası. Akşama çok özel planlarım var Murat’la. Bu gece onu ağıma düşürüp, kötü emellerime alet etmek istiyorum. :) Hoşçakal canım.

Çok hızlı hazırlanıp çıkmam lazım. Çok geç kaldım. Çok geç kaldım.

Herşeyi aldım di mi? Evet çantamı aldım. Cep telefonum elimde. Arabanın anahtarı cebimde. Tamamdır kapıyı kapatabilirim. Kapıyı da kilitleyelim ne olur ne olmaz. Buralarda hırsızlık vakaları arttı bu aralar.

Allah kahretsin. Ne yapacağım ben şimdi? Acele işe şeytan karışır diye boşa dememişler.

24 Mart 2007
Haşim A.