30 Aralık 2010

2012


Hadi!
2012’e çok az kala dön ve bugüne kadar ardında bıraktığın;
Tükenmiş zamanlara,
Ceset ilişkilere,
Ceset aşklara,
Son bir kez daha bak.

Biliyor musun?
Daha kaç yıl tüketirsen tüket.
Kaç ilişki, kaç sevgili eskitirsen eskit.
Kaç ceset çiğnersen çiğne.
Sen aynı düşüncelerin hapsinde yaşamaya devam ettikçe,
Önemli olanın yeniyi görmek değil, eskiden kurtulmak olduğunu fark etmedikçe,
Hep aynı tekrarlar, farklı tarihlerde, farklı yüzlerle, farklı görüntülerle, farklı isimlerle seninle olacak.

Sen bugünü dünle karşılamaya devam ettikçe, yarının sıkıntısını sürekli bugüne yükledikçe, 2012'de seni yine aynı ilişkilere, aynı aşklara, aynı tekrarlara taşıyacak.

Eğer zihnin 2012 ile birlikte biriktirdiklerine veda edip, temiz, saf ve masum haline geri dönebilirse.
"Sen", sen'i, düne bağlı düşüncelere aslında hiç ihtiyacın olmadığına ikna edebilirse,
2012 belki de hayatının en güzel yıllarının ilk yılı olacak.

30 Aralık 2010
Haşim Arıkan

25 Aralık 2010

Organize inançlar...


Neden okuyorsun ki bu masalları?
Onlar doğduğun gün ister istemez dahil olduğun inanç sistemini hiç sorgulamadan kabullenmen, çoğunluklara benzemen adına sana yardımcı olmaz ki!

Yapamam ben.
Otantik benliğinin her gün biraz daha yok edildiği ehlileşme sürecine katkıda bulunamam.
Sınırsızlığını elinden alıp, cesaretini kıramam senin.
Aksine “sen” i desteklerim.
“Sen” olmadan "sen" sevilemez ki bilirim.
Kafanı kurallarla, yargılarla doldurup, deneyimlerini sana sınırlatamam.
Zihninde kendini, herşeyi, herkesi yargılayan içsel bir yargıç yaratılmasına seyirci kalamam.
Yeterince iyi olmadığın, olduğun gibi olursan kabul görmeyeceğin yalanına inandırmaya çalışmam seni.
Hayattan keyif alma yeteneğinin yok olmasına, uzanıp alınmamış, tatmin olmamış duygular seviyesinde yaşamaya mahkum bırakılmana sessiz kalamam.
Hayatı başka insanların taleplerini, beklentilerini karşılamaya çalışarak yaşamana, sevilmek için kendini törpülemene, kendini yavaş yavaş silmene yardımcı olamam.

Aksine kendine inanman, kendine güvenmen için teşvik ederim seni.
İnandığın yola doğru iterim.
Gerçekte kim olduğunu ifade ederek yaşayabilmen için sonuna kadar desteklerim seni.
Gerçekte olduğun gibi kalmana yol açarım senin.
Duygu doğana saygılı olduğunda nasıl bir hayatının olacağının,
İçinde ki arzuların bozulmamış dogasının, sen onlara izin verdiğinde sana neler yaşatacağının hayallerini kurdurmaya çalışırım sana.
İçinde derinlerde ki bilgenin sesini duyabilmen için yardım ederim.
Aradığın tüm cevapları sadece onun verebileceğini sana fark ettirebilirim.
Arzuladığın gerçek hayata ulaşmak için kendinden başka kimseye, hiç bir guruya, inanca, felsefeye ihtiyacın olmadığına ikna etmeye çalışırım seni.

Kendi mutluğun için cesaretlendiririm.
Mutluluğunun itici gücünün sadece sen olduğunu hissettirmeye çalışırım sana.
Kendini affedip özgür bıraktığında, kulağına seni seviyorum diye fısıldadığında nasıl bir hayat yaşayacağını hissedebilmen için yardımcı olurum sana.

Okuduklarının adı “inandığım masallar” olsa da.
Onlar sana seni fark ettirirler çoğunlukla.
Onların sana hissettir(ebil)diği tüm güzellikler, sadece senin içinden taşıp sana dokunabilir yalnızca...

25 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Visitor

24 Aralık 2010

Anlatılan hikayelerin en tatlısı ve en acısı...


Bir başkasının varlığının böylesine farkında olmak!
Onu bir ihtiyacınmış gibi görmek.
Kendini ona bu kadar yakın hissedebilmek!
Henüz tanışmamış olsan da onun bu dünyada var olduğunu bilmek.

Onu bulduğunda;
Bütün dünyadan uzaklaşmak.
Sadece onun düşüncesiyle yalnız kalmayı arzulamak.
Onu düşünmek.
Ona ihtiyaç duymak.
Kaçınılmaz bir şekilde sürekli onu yeniden görmeyi arzulamak.
Sabahları onun nasıl uyandığını düşünerek uyanmak.

Onun neler düşündüğünü hayal etmek.
Zihninde ki ona dair hayalleri sanki onunla bir temasmış gibi hissetmek.

Bütün bu hissedilenler yaşamın içinde sanki insana güç veren bir durak gibi,
Belki de insanın sürekli ileriye doğru gitmek istemesi, ona güç veren bu duraklar yüzünden değil mi?

24 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: All Good things

22 Aralık 2010

Kişilik taşıyıcısı...


Bakışların öylesine derin ki, sanki üzerime giydiğim o güçlü kimliği yırtıp atıyor, beni savunmasız, bütün cesaretsizliğimle, korkularımla, zayıflıklarımla görüyor gibi.

Oysa ben…....
Duygularımı bu kadar uluorta hissederek yaşayamam ki.

Korkarım böyle olduğumda, senin beni;
Sevmeyeceğinden,
İstemeyeceğinden,
Red edeceğinden,
İnciteceğinden,
Kıracağından,
Yaralayacağından.
Bana zarar vereceğinden.
Hiç beklemediğim anlarda senden gelecek darbelerden.

Ne kadar çok gizleyebilirsem gerçek ”ben” i, o kadar çok güvende hissederim ben kendimi.
Gerçek duygularımı sana hissettirmeden, sevgi açlığımı sana hiç belli etmeden yaşayabilirsem.

Hadi ne olur!
Çek o sanki beni olduğum gibi, tüm çıplaklığımla gören bakışlarını üzerimden.

Bırak saklı kalsın,
Gerçek hislerim.
Duygu doğam, otantik benliğim.
Bilme, öğrenme, benim gerçek kimliğimi.
Fark etme içimdeki gerçek"ben" i.

İzin ver bana,
Zihnimde oluşturduğum imajlar ve yargılarla mutlu olduğumu düşünerek yaşamama.

Sana göre;
O imajlar ve yargılarla kendimi hergün biraz daha törpülüyor, siliyor,
İçimdeki gerçek “ben”i her gün biraz daha yok ediyor,
Yüreğimi zihnimden ayırdığım için sürekli acı veren bir sürtüşmeyi yaşıyor,
Kendimi sanki, içi boş bir sahte kişilik taşıyıcı haline getiriyor, olsam da...

Kabul et.
Sen ne yaparsan yap.
Ne sen, ne de bir başkası, beni kendi yaşamımı yaşamaktan, kendi hayatımı kirletmekten, günahlara girmekten, hatalar yapmaktan, acılar çekmekten, kendi doğrularımı bizzat bulmaktan alakoyamayacaksınız asla...

29 Aralık 2008 - 22 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Paranoid Park

16 Aralık 2010

En zor olan tarafı ne biliyor musun? Hissettiklerini sanki hiç hissetmemişsin gibi yapmak.

Doğa yasası!
Herşey değişiyor...
Her zaman...
Kimimimiz bu değişimden korkuyor.
Aslında kaçınılmaz olduğunu düşündüğünde, bir umut olabilir bu.
Ama ne yazık ki ben de değişimden korkanlardanım.

Bir süredir düşünüyorum.
Seni...Beni...Bizi...İlişkimizi...
Sanırım unutmamız gerekiyor yaşadıklarımızı.
Hepsini geçmişte bırakıp, hayatımıza eskisi gibi devam etmek...
Aslında o kadar da kötü bir şey değil unutmak.
Unuttuğunda, hatırlaman ve yaşadıkların için savaşmana gerek kalmıyor.

Seninle tanıştığımız o ilk günü hatırlıyorum.
Acaba basit bir tesadüf müydü yoksa kaçınılmaz bir şey miydi bu...
Herşey ne kadar hoş başlamıştı.
Hayatımda hiç olmadığım kadar mutluydum seninle.
Seninle birlikteyken gerçek diye bildiklerim herşey savrulup gidiyordu zihnimden.
Sanki seninle bambaşka bir insan olmuştum.
Aynı zamanda hiç olmadığım kadar ben.
Bir yandan seni düşünmekten kendimi bir türlü alamıyor ama öte yandan ne yapacağıma bir türlü karar veremiyordum.
Sense sanki seziyordun tüm hissettiklerimi, tüm arzularımı ve beni fazlasıyla mutlu ediyordun.
Sanki ben sana kendi suretini okuyordum. Sense orjinalini zaten biliyordun.
Bu yaşadıklarımdan sonra fark ettim ki, aşk bizi aşan bir şey.
Gizemi saf ve mutlak.

Yaşadığımızı hiç kimsenin kolay kolay yaşayabileceğini sanmıyorum.
Birbirimize karşı hissettiklerimizi...
Bence insanların büyük bir kısmı tüm yaşamları boyunca arıyor bu duyguyu.
Bazıları ise varlığından bile habersiz.
Bu yaşadıklarımı yaşamadan önce ben de düşünemezdim böylesi güçlü bir duygunun yaşanabileceğini...

Hepimiz yaptığımız seçimlerin ürünüyüz.
Bu güne dek yaptığımız seçimlerin bizi buraya getirmiş olması tuhaf değil mi?
Hayatımız da gerçekleşmeyen her şeyin bizi biraraya getirmesi.
Belki de o gerçekleşmeyen her şey şimdi de bizi yeniden ayırıyor.

Onu sürekli saklamak istiyorum ben.
Hayatımın geri kalan kısmında da seni sevmek.
Ama devam edersek yitireceğiz onu.
Yapabileceğim tek şey aşkımızı saklamak.
Tüm bir hayatı yeni bir hayat başlatmak için yok edemem.

Hayat, onu yoğun olarak yaşayabilmek için sanırım tek bir şey istiyor bizden.
Çıkacak olan faturayı, kendimize ödeteceğimizi kabul etmek.
Ama sanırım ben bu faturayı.....

Hoşçakal...
Eğer davranışlarım sana ikimiz arasında sanki hiç bir şey yokmuş, sadece bir alışkanlıkmış izlenimini verdiyse ne olur affet beni....

16 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Bridges of Madison County

İzlediğim filmden avuçlarımda kalan duygulardı bu satırlar...

13 Aralık 2010

Hayatı aynı anda hem yaşayıp, hem de anlayabilir misin?

Bazen hiç tat vermez yaşadıkların sana.
Olmakta olanla yaşamak, her geçen gün biraz daha fazla zorlar, yorar seni.
Sürekli bir ileri gidersin, bir geri, sallanan bir sarkaç gibi.
Sen bir şey yapmak istersin ama başka bir şey yapman gerekir.
Bir yandan sahip olduklarını düşünür ama öte yandan hiç bir şeyin garantisi olmadığını da bilirsin.

Bir an fark edersin ki,
Sen, bir eşiktesin.
Ya içeri, ya dışarı...
Artık bir karar vermelisin.

Olmakta olanı mı kabuleneceksin?
Arzularının, hayallerinin peşine mi düşeceksin?

İlk önce alışkanlıkların, bağımlılıkların, tecrübe adına zihnine sapladıkların hücum eder beynine.
Eğer adımını eşikten dışarıya atarsan hiç bir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağıyla, sahip olduklarının da ellerinden kayıp yok olacağıyla korkutur seni.
Arzuların, hayallerinse eğer tekrar içeriye geri dönersen geleceğinin sürekli tekrar eden bir geçmişe dönüşeceğiyle.

Hayallerin ulaşılmamış olanın mükemmelliğiyle durur karşında.
Vazgeçeceklerinse iyi tanıyor olmanın, alışmış olmanın güvencesiyle.

Zordur uzun süre eşikte beklemek, zorlar, yorar insanı.
Düşüncelere dalarak, hayalinde canlanan görüntüleri seyrederek,belki de yaşamının öyküsünü sessizce dinleyerek sonunda bir karar verirsin.
Verdiğin kararın sana neyi getireceğini ise asla bilemezsin.
Hayat aynı anda hem yaşanıp, hem anlaşılmaz sen de iyi bilirsin.

Kim bilir?
Belki de hayatın çekim gücü seni her zaman olman gereken yere doğru çekiyordur,
İnsan bunu yaşarken fark edemiyordur,
Gördüğün düşten uyanmadan bunu bilebilir misin?

Hayat yaşandığı sürece gerçekse...
Uyandığında sona eren bir düşten farklıdır diyebilir misin?

13 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: La Jetée

12 Aralık 2010

İnsanın beyni sürekli geviş getirir, düne ait düşünceleri hiç durmadan evirir, çevirir...

İnsan sandığından fazlasını bilir, bildiğinden fazlasını düşünür.
Düşüncelerine yenilmeye başladığında ise, dünya ona her gün biraz daha küçülür.

Tüm eylemleri hep iki şeye dayanır.
Gerçekleştirdiği eylemin sebebi ya korkudur, ya da hazdır.
Arzuları hazzın, zevkin anısıdır, korkuları acının, ızdırabın.
Yüreğini sürekli yargı ile doldurur.
Bu yüzden de yüreğinde gerçek duygular için genellikle pek yer yoktur.

Geçmiş ve gelecek sadece onun zihnindedir.
Geçmişin zihin kayıtlarıyla bugününü koşullar, geleceğini şekillendirir.
Bugününe hep geçmişe gösterdiği tepkiyle karşılık verir.
Geçmişin içine çeker sürekli bugünü de, böylece geçmişi zihninde sürekli güçlendirir.

Sadece dünün hatıralarını, haz ve korkularını hergün öldürebilenlerin zihinleri her zaman saf ve masumdur.
Geleceğe geçmişin penceresinden bakanların zihinleri ise her zaman umutsuz ve yorgun.

Özgürdür, kendine istediğini yapmakta her zaman.
Kimi kabul eder kendini, teslim olur kendine. Aradığı tüm cevapları daima kendinde bulur.
Kimi sürekli aldatır kendini, taciz eder, yağmalar, her gün kendini biraz daha silmek için uğraşır durur.

Bir tarafı eksiktir insanın, cahildir.
Bir tarafı ise bilgedir, hayal bile edemeyeceği kadar çoktur.
Kimi hayatı boyunca 360 derece düşünebilmek için uğraşır.
Kimi sırf tutarlı olabilmek adına bulunduğu noktaya saplanır kalır.
Kimi sürekli değişir, kendini keşfeder, büyür, hergün biraz daha gerçek olur.
Kimi sürekli değişir, kendini inkar eder, kendiyle çelişkiye düşer, kendine ihanet ederek, her gün kendini biraz daha unutur.

İnsan, gideceği yön belli, ama nereye varacağı belli olmayan bir yolcudur.
Kimi kafasında sürekli mutluluğa dair bir düşüncelerle yola koyulur, yorulur.
Kiminin ise mutluluğa dair beklentileri olmadığı için, yaşadıklarının kendisi mutluluktur.

Kimi mutluluğun varış noktasında olduğunu düşünerek yolculuk boyunca kendini avutur.
Kimi varış noktasıyla hiç ilgilenmez, o sadece yapmakta olduğu yolculuğun tadını çıkarıyordur.

Kimi tüm bir yaşamı, hiç bir ayırım gözetmeksizin, büyük bir ustalıkla eriterek, kaynaştırıp, onlardan muhteşem bir bütün oluşturur.
Kiminin yolculuğu ise kendini doğuramadan son bulur.

12 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Game

7 Aralık 2010

Eğer ölümsüzsem ölüm için kaygılanmama gerek yok, eğer ölümlüysem onun için kaygılanmamın bir faydası yok...

İnanmak istiyorum.
Sadece bir bedenden ibaret olmadığıma.
Bedenim birgün toprakta çürüyüp yok olsa da, benim daima var olacağıma.
Ruh ve beden’e başrol verilen, korkularımı azaltan, o muhteşem hikayeye.
Ruhumun farklı bedenlerle sürekli tekamül edişine.

İnanmak istiyorum.
Yaşamakta olduğum hayatı hakkıyla yaşayamasam da her enkarne oluşumda kendimi biraz daha geliştireceğime, biraz daha bilgeleşeceğime.
Bu hayatımda doğru bildiklerimi yapamasam da, gelecek hayatlarımda bunu bir gün başarabileceğime.
En nihayetinde de, zamandan çok önce bir yerde, bir şekilde koptuğum, Tanrıyla yeniden bütünleşeceğime.

İnanmak istiyorum bana ölümsüzlük yükleyen her türlü hikayeye, ideolojiye, inanç sistemine.

Çünkü, korkuyorum bilemediklerimden.
Bütün bu korkularımı yaratan bildiklerimi bir gün yitirmekten.
Bütün biriktirdiklerimi, anılarımı, hazlarımı, sahip olduklarımı kaybetmekten.
Sevdiklerimden kopup dönüşü olmayan bir bilinmeze doğru gitmekten.
Yaşadığım bu hayatın sona ermesinin tam olarak ne demek olduğunu bilemediğimden.

İşte bu yüzden, bütün bu çabam.

Beni ölümsüz olduğuma inandıracak kitapların, guruların peşinden bu kadar koşmam.
Hangi inanç sistemi, hangi ideoloji bana ölümsüzlük sunuyorsa onlara kolayca inanmam.
Ölüme neden bu kadar köle olduğumu keşfedecek kadar özgür olamamam.
Yaşadığım her anın ne kadar değerli, gerçekleştirdiğim her eylemin ne kadar önemli olduğunun farkına varmak yerine, sonraki hayatlarıma yüklediğim umutlarla kendimi avutarak -geçici de olsa- rahatlatmaya çalışmam.
Asıl önemli olanın ölümsüzlük değil, yaşanan her deneyimi dibine kadar yaşayıp tamamen bitirmek, zihni her zaman taze, masum, coşkulu tutabilmek olduğunu kavrayamamam.
Bugün, sürekli ertelediklerim, bir türlü yapamadıklarım, ardımda eksik bıraktıklarım yüzünden, yeni bir şansa bu kadar ihtiyaç duymam.
Bu şansın gerçekten var olduğuna dair beni rahatlatacak düşüncelerin peşinden bu kadar koşmam.

07 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: La Faille

29 Kasım 2010

Acı dediğimiz şey de zaten kendi susuzluğu ve açlığıyla kavrulan mutluluk değil mi?

Yorgunum...
Sanırım yılların taşıdığı yorgunluk en sonunda beni de yakaladı.
Zihnim sürekli geçmişte dolanıyor.
Nedense gidip gidip hep aynı yıllara takılıyor.
Hep o aynı hüzünlü yüzle karşılaştığım, acı kokan yıllara!
Sanki o yılların arasında kalan yıllar, ekspresin durmadan geçtiği istasyonlar.
Hızlı geçildiği için çok net olarak hatırlanmayanlar.

Düşünüyorum...
Nelerin toplamıyım ki ben?
Şu an hatırlayamadığım, toplama dahil neler var içimde?

Suskunum...
Sanki bir yargılamanın sonuçlanmasını bekliyormuş gibi.
İçimde bir şeyler yıkılıyor.
Yıkılan şeylerin yarattığı o büyük boşluğu hissediyorum.
Boşluğun içinde acı kokan, yarı görüntü, yarı sözcük parçacıkları uçuşuyor.
Bir ses bağırıyor içimde, bu boşluğun adı “hayal kırıklığı” diye.

Üzülüyorum...
Bu iki kelimeyi birlikte duymak mutlu etmiyor beni.
İnsan eğer, acının ağır peçesini yıllar sonra kaldırabiliyorsa, mutluluğun yüzü ile karşılaşır o ağır peçenin ardında.
Acı dediğimiz şey de zaten kendi susuzluğu ve açlığıyla kavrulan mutluluk değil mi?

Sonunda kendimi tutamayıp bağırıyorum...
İçimden yükselen o sese.
Derinden, avaz avaz, sessizce.
Bu bir boşluk değil diyorum. Sadece kısa süreli bir sessizlik.
Bu bir umutsuzluk değil diyorum. Sadece kısa süreli bir hareketsizlik.

Cümleler öyle güçlü çıkıyor ki beynimden, içimdeki yıkım da sona eriyor.
Sanki hiç bir şeyi yıkılmamış, herşey bir süreliğine durmuş gibi hissediyorum.
Sürekli bana acı veren şeyleri kendime hatırlatarak, onları tekrar yaşayacağım korkusunu doğurduğum o anlaşılmaz döngüden kurtulma arzusu kaplıyor bir anda içimi.
Beni neşelendirecek bir şeyler aramaya başlıyorum içimde.
Keyifli bir şeyler görüp, onları yeniden hatırlayıp, neşelenmek için hevesleniyorum.
Neşe herkes gibi, benim de enerji kaynağım.
Hele bir de onu beklemediğim anda, yüzünü kendiliğinden bana gösterirse.
İçim umutla doluyor.

Düşünüyorum...
Mutluluğumu yukarılara taşıyacak kaldıracın sapının zaman içinde bana unutturulan yerini, yeniden hatırlayabilmek için,
İçimde o hiç bir zaman yok olmayan, kendimden ne kadar uzaklaştırılmış olsam da beni her zaman ayakta tutan, beni yeniden, bana geri getirecek olan o küçük kıvılcıma ulaşmak, onu alevlendirmek istiyorum...

26 Aralık 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus

22 Kasım 2010

Yoksa sende mi artık kendi zihninde bir leke oldun?

Sen!
Evet sen!
Sürekli devinim halinde yaşayıp,
Kendine bir şeyleri ekler, bir şeyleri çıkarır, bir seyleri üstlenir, bir şeyleri bırakırken.
Bir şeyleri düzetmeye çalışıp, bir şeylere direnip, bir şeyleri kontrol altına almaya çalışırken.
Bir gün yaşamdan keyif alıp, ertesi gün herşeyden korkup kaçarken.
Kim olduğunu nasıl bu kadar net bilebiliyorsun.

Nasıl oluyor da hem yaşadığını iddia edip hem de sabit bir benliğe sahip olabiliyorsun.

Sen!
Evet sen!
Sırf tutarlı olmak adına kendinden bu kadar kesin ve net ifadelerle, bütünlük taşıyan bir nesneymiş gibi bahsederken.
Kendine sadece bilinenin gözleri ile bakabiliyorken.
Kendini düşüncelerinle zaptı rapt altına almaktan sahiden memnun musun?

Yoksa sen de mi kendini, hafıza, bir yığın anı, deneyim ve düşünceden ibaret sanıyorsun?

Sürekli, önceden kolaylıkla tahmin edilebilir tavır ve davranışlar sergilerken, değişim için içinde hiç bir istek, hiç bir arzu, hiç bir kıpırtı hissetmiyor musun?
Alışkanlıkların ve bağımlılıklarınla hayatı mekanik bir şekilde sürekli tekrar ederken, düşünsel özgürlük ihtiyacı hiç hissetmiyor musun?

Yoksa sen de mi kendi zihninde sabit bir leke oldun?

22 Kasım 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Gamer

17 Kasım 2010

Yaşamınızdaki en harika an hangi an’dır?

Düşündünüz mü hiç?

Yaşamınızdaki en harika an hangi "an" dır?

Gelecekteki hayatınıza, size ve çevrenizdekilere en büyük etkiyi yapan "an"!
Geleceğiniz için en harika sonuçları taşıyan "an"!

Kararını sizin verdiğiniz an değil midir?

17 Kasım 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Forrest Gump

1 Kasım 2010

Bir yolculuk mu bu?

Bitmeyen bir değişimin yolculuğu mu bu?
Kim olduğunu, gerçek potansiyelinin ne olduğunu, onu nasıl ortaya çıkarabileceğini keşfetmeye çalıştığın!
Dış dünyanın-yaşadıklarının mı düşüncelerine yansıdığının,
Yoksa düşüncelerinin mi dış dünyayı-seni yarattığının farkına vardığın.

Sonuçların mı sebep, sebeplerin mi sonuç olduğuna dair karmaşık bir denklemi çözmene yardım eden bir yolculuk mu bu?
Düşüncelerin işleyişini fark ettiğin,
Düşüncelerinin ilgi alanı, yaşadığın olaylar yerine deneyimlere dönüştüğün de hayatının nasıl değiştiğini keşfettiğin.
Hayatına hiç bir katkıda bulunmayan, yaşadıklarını sürekli gölgeleyen inançların üzerinden akıp gitmelerine izin verdiğinde neler yaşayabileceğini fark edebildiğin.

Hayatın üzerinde tahmin ettiğinden çok daha fazla kontrol gücüne sahip olduğunu keşfettiğin bir yolculuk mu bu?
Hayatı bu kadar karmaşık hale getirenin aslında insanın kendisi olduğunu anladığın.
Düşüncelerinle hayat arasındaki ilişkinin farkına vardığın.
Hayatının öyküsünü düşüncelerinle senin yazdığın.

Yalnızca senin hissedebildiklerine, senden başka hiç kimsenin sana anlatamayacaklarına dair bir yolculuk mu bu?
Seninde bir doğanın var olduğunu ve bu doğaya her zaman güvenebileceğini fark ettiğin.
Egonun seçimleri yerine otantik benliğinin seçimlerini yaşamanın hayatında nasıl bir fark yarattığını keşfettiğin.

Sana gerçekte kim olduğunu hatırlatan, hayata geliş nedenini bulmanda sana yardımcı olan içindeki bilgeyle seni tanıştıran bir yolculuk mu bu?
Ona ve onun seni götürdüğü her yere, her zaman güvenebileceğini anladığın.
Hayata geliş amacının, yaşamı sürekli itelemek, yaşadığın herşeyi bir mücadele haline getirmek değil, mutlu olmak, hayattan keyif almak, huzur içinde yaşamak olduğunun farkına vardığın.
Kendinle mücadele etmeyi bıraktığında, benliğinin derinlerindeki sevginin sonsuz kaynağına ulaştığın.

Başka bir yere varmaya çalışmayacağın o yere, ulaşmaya çabaladığın bir yolculuk mu bu?
Ulaşmaya çalıştığın o yerden sadece bir düşünce mesafesi uzaklığında olduğunu anladığın.

Yaşamını düşüncelerinle senin yarattığın.
Kendine düşünebildiğin kadarını yaşattığın,
Bir yolculuk mu bu?

Yaşadığın bu değişimin ne zaman ve nerede sona ereceğini asla anlayamadığın.
Yolun sonuna geldiğinde, yolculuğun süresince ne kadar yol aldığını sadece senin anlayacağın.
Bir yolculuk mu bu?

31 Ekim 2010
Haşim Arıkan


Fotograf:

28 Ekim 2010

Ardında hayat bulamadan yok olmaya mahkum ettiğin sen olabilme ihtimalleri...

Az önce yapmış olduğu tercihle, hayat bulma şansı tanımadan ardında yok olmaya mahkum bıraktığı diğer ihtimallere baktı.
Acaba bugüne kadar ardında böyle kaç tane, o olabilme ihtimalini hiç doğmadan ölüme mahkum bırakmıştı.
Acaba hayat bugüne kadar kaç tane farklı o olabilme ihtimalini, seçmesi için onun karşısına çıkarmıştı.
Her anın insana sadece bir sonraki anın seçeneğini sunduğunu düşününce ihtimaller denizinde bir anda kayboldu.

Bu kadar çok seçenek arasında yaptığı tercihlerle hayatını, kendini adım adım inşa ederken peki kader denilen şey hangi seçeneğin ardındaydı.
Her ihtimalin ardında insanı bekleyen farklı farklı kaderler mi vardı.

Yoksa insanın mutlak kaderi yaptığı seçimlerle kendi kaderini yaratması mıydı?

28 Ekim 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Lovely Bones

24 Ekim 2010

Detaylar üzerine fazla kafa yorarsan, esas mevzunun kendisini kaybedersin...



“Aklım karmakarışık.” diyorum. “Beynimin içi soru kazanı gibi, aradığım cevapları bulamadığım gibi, yaşadıklarımdan da pek bir şey anlayamıyorum.”

“Sana bir sır vereyim mi?” diyor. “ Eğer sürekli birşeyi arıyorsan gözün aradığın şeyden başka hiç bir şeyi görmez. Bundan dolayı da bulmayı beceremezsin. Dışarıdan hiç birşeyi alıp kendine katamazsın. Çünkü aklın aradığı şeye takılmış kalmıştır. Onun büyüsü seni sarıp sarmalamıştır.

Oysa bulmak özgür olmak demektir. Aklın hiç bir şeyin peşinde değilken, hiç bir şey anımsamaz, hiç bir şeye direnmezken, zihnin gerçekten dingin, sessiz ve özgür olur ve sende aradıklarını rahatça bulabilirsin.”

23 Ekim 2010
Haşim Arıkan

17 Ekim 2010

Sözsüz bir duyguydu yaşadıkları...

Masanın üzerinde duran, ilgisini bekleyen dosyalara baktı. Hiç birine elini sürmek içinden gelmiyordu. Hiçbiri bir anlam ifade etmiyordu ona şu anda. Bütün işlerini istediği zamana kadar erteleyebilirdi. O ve dün akşam yaşadıkları dönüp duruyordu sürekli zihninde. Kendini bir türlü dün akşamdan uzaklaştırıp bulunduğu zamana taşıyamıyordu.

Hayatında ilk defa bir arzuya teslim oluyordu, bu arzu onun beynini, iradesini, varlığını yok edip ortadan kaldırıyor, onu artık bağımlı bir hale getiriyordu. Üstelik bunu gönüllü olarak kendisi seçiyordu. Ondan koruması gereken yada ondan saklaması gereken hiçbir şeyi hissetmiyordu içinde. Bunun bütün sonuçlarına katlanmaya razıydı. Bugüne kadar hiç kimseye ihtiyaç duymadan yaşamıştı. Ama şu anda ona ihtiyaç duyuyordu.

Dün gece tenlerinin ilk kez birbiri ile tanıştığı o anı düşündü. Neyin kendisine, neyin ona ait olduğunu anlayamadığı, hiç bir şeyin anlamının kalmadığı o anı. Solukları zevkten tıkanmıştı. En sonunda ikisi de dayanması zor bir zevkle sarsılmışlardı. Sanki ikisi de dün gece her karşılaşmalarında hissettikleri ama düne kadar birbirlerine asla itiraf edemedikleri arzularını tamamen serbest bırakmışlar, ikisi de hissettiklerinin artık adını koymayı ve bunu birbirlerine söylemeyi arzulamışlardı.

Tam bu düşüncelerin içinde yüzmekteyken kapı açıldı ve içeriye o girdi. Bütün muhteşemliğiyle işte yine karşısındaydı. Onu görür görmez, nerede olduğunu orada neden bulunduğunu çoktan unutmuş, içindeki o sebepsiz, beklenmedik, keşfedilmemiş neşe ortaya çıkmış, onun dışındaki tüm duygular arkalarında hiç bir posa bırakmadan dağılmışlardı. Bu direnilmesi yada karşı konulması için insana asla fırsat vermeyen bir duyguydu.

Bu duyguyu anlatabilmek için aşk kelimesi kesinlikle tek başına yetersiz kalıyordu. Onların bu yaşadıkları, uzun zamandır birbirlerini beklemekte olan, birbirlerinin varlığından hiç bir zaman kuşku duymayan iki insanın, büyük buluşmasıydı...

17 Ekim 2010
Haşim Arıkan

25 Eylül 2010

Yarının aşklarını şimdinin aracılığıyla dünün aşkları mı yaratmalı(ydı)?

Tam kapıdan çıkmak üzereyken her zaman ki o nefret ettiği sorusunu yöneltmişti ona. “Ne düşünüyorsun?” O da hiç bekletmeden yapıştırmıştı klasik cevabını.”Hiç bir şey” Kapanan kapısının sesi kulağına ulaştığında, keşke diye geçiriyordu aslında içinden. “Keşke! Hiç bir şey düşünmemeyi başarabilsem. Hiç bir şeyi sorgulamıyor, hiç bir şeyi, hiç bir şeyle karşılaştırmıyor, hiç bir şeyi değiştirmeye çalışmıyor, hiç bir beklentim olmadan, hiç bir sonuca ihtiyaç duymadan, hiç bir şey olmaya çalışmadan yaşıyor olabilsem...

Onunla tanıştıkları o ilk günü anımsadı. O güne kadar onun için hiç bir şey ifade etmeyen birinin o günle birlikte nasıl da bir an da onun her şeyi haline gelişini. Onun kendisini etkilemesine izin verişini...

Herşey bir an da gelişmiş. Yaşadıklarının adına da birlikte büyük bir keyifle “ilk görüşte aşk” etiketini koyuvermişlerdi. Arzuları zihinlerinde zaman kaybetmeden hemen birer model oluşturmuş, ikisi de o modellerin içine farkına bile varamadan hapsolmuştu. Sevgiliydi artık adları... Aşktı yaşadıklarının adı...Birbirlerinden beklentileri, yaşanması gerekenler ise zihinlerinde zaten kayıtlıydı.

“Aşk” diye fısıldadı... Başlarken düşlenen harika bir dünya. Bittiğinde geriye kalan ise kocaman bir boşluk. Aşk söz konusu olduğunda acaba neden arada bir plağı değişen ama hiç durmadan aynı havayı çalan bir gramafon olmaktan öteye gidemiyordu insan.

Neydi şu aşk denilen şey?
Bir hastalık mıydı?
Yoksa dedikleri gibi insanın aklını, mantığını yitirmesi mi?

Keşke gerçekten yitirebilseydi aklını?
O güne kadar aşka dair tüm bildikleri silinip gitseydi beyninden aşkın içine düştüğü o ilk andan itibaren.
Tanımsız, kuralsız, katıksız, saf, ortaya çıktığında kendinden başka hiç bir şeye duyguya, düşünceye izin vermeyen bir duygu olsaydı hissettiği.
Anlamını yaşayanların yaşarken verdikleri ama yaşayanlara bir anlam yüklemeyen bir duygu.
Her dokunuşun, her sokuluşun, her öpüşün yaşandığı anda bir adı,bir tanımı, bir tadı olsaydı.
İmkansızdı değil mi, insanın böyle bir duygu yaşaması?

Peki ama hangisi doğruydu?
İnsan, önyargısız, hiç bir kuralı, tanımı, düşü olmadığında mı aşkı daha gerçek yaşıyordu?
Aşka dair zihninde biriktirdiği kurallar, tanımlar, ön yargılar mı insanı gerçek aşka ulaştırıyordu?
Aşk, düşüncelerin önünde mi, yoksa düşüncelerin ardında mı yaşanmalıydı?

Sorun aşkta mıydı?
Yoksa insanın aşka dair zihninde biriktirdikleri mi sorunu yaratıyordu?

Düşündü. En azından kendi cevabını bulmaya çalıştı.
Aşk geçmişte yaşanan hazzın bir anımsaması, onun tekrar arzulanması mıydı?
Aşk düşüncenin bir başkasına ilişkin bir tablo yaratması mıydı?
Hissettiklerinin derinlerine inemezken, düşsel bir şeyi yaşamaya çalışmanın nasıl bir anlamı vardı?

Acaba hangi aşk, gerçek aşktı?
Yaşandığı anda hissedilerek tanımlanan mı?
Geçmişin küllerinden yaratılan düşlere, zihinlerdeki gerçek aşk tanımına uygun yaşananlar mı?

25 Eylül 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Pride & Prejudice

19 Eylül 2010

Ruhsal dilenci...

Doğumun, ölümün, kederin anlamını bilmek isteyen benken.
Acıyı çeken, üzülen, mutsuz olan benken.
Neden bana beni anlatacak birilerine duyduğum bu ihtiyaç!

Düşünüyorum...
Acaba hayatı benim adıma yorumlayacak bir bilge, bir guru gerçekten var olabilir mi ?
Konuşsa, anlatsa, bana neler söyleyebilir ki?
Kendi söylemek, anlatmak istediklerinden gayri.

Peki ya ben!
Ben, kendi kendime öğrenmeyi seçersem, öğreneceklerimin bir sınırı olabilir mi?

Neden bu kadar zor geliyor bana kendi kendimin ışığı olabileceğime inanmak?
Neden kendimin hem ustası hem çırağı, hem öğrencisi hem de öğretmeni olabileceğimi bir türlü kabul edemiyorum?

Yoksa artık hayatı araştırmayı, keşfetmeyi, anlamayı bıraktığım için mi başka birilerine duyduğum bu ihtiyaç!

Düşünüyorum...
Acaba ilk ne zaman ezberci bir makina olmayı, kendi hikayesi olan, mutlu ve yaratıcı bir insan olmaya tercih ettim?
Masumiyetin bana verdiği o sıradışı güveni ilk ne zaman yitirdim?
Kollektif olan tarafından emilip, sıradanlığın içinde kendimi ilk ne zaman kaybettim?

Ben, ne zamandan beri, birilerinin, birşeylerin beni beslemesini, bana umut vermesini, beni ayakta tutmasını bekleyen bir ruhsal dilenciyim?

İhtiyacım olan şey, gerçekten de bir bilge, bir guru, bir inanç, bir felsefe mi?
Yoksa kendi kendine araştırabilecek, keşfedebilecek, yaratıcı, özgür bir zihin mi?

Ben bugüne kadar, kendime bir soru sorup, onun içime işlemesine, mayalanmasını izin verip, ona dair esas gerçeği benden öğrenmeyi hiç denemedim ki....

19 Eylül 2010

27 Ağustos 2010

En son ne zaman kendinle başbaşa kaldın?

En son ne zaman kendinle başbaşa kaldın?
En son ne zaman, kendi içinde bir yolculuğa çıktın?
Sadece sen…., düşüncelerin…., duyguların….
Bugüne kadar hiç kimseye söyleyemediğin sırların.
Yalnız senin görebildiklerin, yalnız senin şahit oldukların.
İçinde sakladığın yoksulların, zorbaların, toplum dışına atılmışlıkların.
Suçluluk duyguların, kendine acımaların…
Kaçıp kurtulamadıkların.
Zaman zaman onları hapsettiğin mağaralarından kaçıp seni zor durumda bırakan canavarların.

Yüreğinde çalan mutluluk şarkılarını dinlemek yerine, bastırılmış duyguların yüreğini çınlatan çığlıklarına daha ne kadar katlanacaksın?
Onlar özgür olmak, dışarı çıkmak, kabul görmek için çırpınırlarken, sen onları daha ne kadar bastıracaksın?
Onlar bilinç altında her geçen gün biraz daha güçlenirken, sen onlara daha ne kadar yokmuş gibi davranacaksın?

Hayatının sonuna kadar mükemmellik maskesiyle, etrafına sürekli ışık saçmaya çalışarak mı yaşayacaksın?
Yoksa aydınlık tarafın gibi bir de karanlık tarafın olduğunu kabullenip, dışarıda bıraktıklarını kendine dahil edip, dönüşümünü başlatıp kendin gibi mi olacaksın?

Sen mi onları kullanacaksın?
Güçsüz kaldığın, kontrolünü kaybettiğin anlarda kendini onlara mı kullandıracaksın?

Hayat, insanlığımız ve ilahiliğimiz arasında denge kurabilmemizi, her ikisi ile de barışmamızı gerektiren sihirli bir yolculuk sanki…

Kabul etmelisin ki, sen de bir insansın.
Başkalarında gördüğün her türlü insani özelliği sen de içinde taşırsın.
Sen de herkes gibi, hem bir aziz, hem de bir zorbasın.
İyi olduğunu düşündüklerin kadar, kötü olduklarını düşündüklerinde sensin.

Hayat dediğimiz masal bu zıt çiftlerin birlikte varoluşu, dengesi üzerine kurulmuş…

Söyler misin?
Korku olmasa, cesur olmak ister miydin?
Hiç üzüntü yaşamasan, mutluluğa bu kadar değer verir miydin?
Karanlıkta kalmasan, ışıkla tanışabilir miydin?
İçinde yaşayan cahilin soruları olmasa, derinlerindeki o bilge tarafını fark edebilir miydin?

Bir gün,
Vücudunda gömülü olan o sindiremediğin duygularla iletişime geçip onları çözümleyebildiğinde ve zihninde biriken stresinde yok olduğunun fark edeceksin.
Bunu yaptığında farkındalık ışığının, senin dönüşümünü de başlattığını, o yıllardır içinde sakladıklarının nasıl da çözülmeye başladığını hissedeceksin.
En parlak ışığına, o karanlıkta bıraktığın, yok saydığın tarafını kabul ettiğinde ulaşabildiğine şahit olacaksın.

Korkularından kurtulup kendini özgür bıraktığında varlığın otomatik olarak çevrendeki insanları da özgür kılacak.
Senin ışığın parlamaya başladığında etrafındaki diğer insalarında bunu yapmalarına imkan vermiş olacaksın.

Sen mutluluğun tadını çıkartırken, çevrendekilere hissettirdiklerinle onları da kendi mutlulukları için umutlandıracaksın.

26 Ağustos 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Night watch

24 Ağustos 2010

Hadi söyle bana hayat.Biraz ondan bahset bana...

Hadi söyle bana hayat.
Beni kime doğru yaklaştırıyorsun?
O kim?
Ve şu anda nerede?
Kiminle birlikte?
Yoksa o da, beni mi düşünüyor benim onu düşündüğüm gibi?
Acaba tanıyor muyuz birbirimizi?
Peki onun beklediği, hayal ettiği ben hangi ben?
Ona ulaştığımda ben hangi ben olacağım?
O zamana kadar ruhumu kaplayan kaç kabuğu daha üzerimden sıyırmış atmış, beni çevreleyen kaç duvarı yıkmış, gerçek ben’e kaç adım daha yaklaşmış olacağım.
O da beni, benim onu sevdiğim kadar sevebilecek mi?
Onunla acılarımızı sardığımız, ara bir durak mı olacağız birbirimiz için?
Yoksa biz, beklediğimiz, aradığımız, arzuladığımız doğru kişiler miyiz?
Yüzde kaçını bana göstermeye cesaret edecek?
Peşinden sürüdüğü, bir türlü noktayı koyamadığı eskimiş hikayeyle mi bana gelecek?
Beni, ben de mi keşfedecek.
Yoksa beni de daha önceki deneyimlerine mi hapsedecek.
Diğer ilişkilere mi benzeyecek bizim de ilişkimiz.
Yoksa biz, özgün ruhlarımızı kaybetmeden birlikte olabilmeyi başarabilecek miyiz?
Birbirimizin hikayesindeki rollerimiz ne olacak?
O bana neler öğretecek, o benden neleri öğrenecek?
Birbirimizi acıyla mı, yoksa sevgiyle mi işleyeceğiz?
Neler takılıp kalacak benliklerimize bizlerden?
Ne kadar cesur olabileceğiz?
Onunla herşeyi hiç sakınmadan, eksiksiz, dibine kadar yaşayabilecek miyiz?
Sahte repliklere ihtiyaç duymadan, sadece içimizden gelenleri konuşabilecek miyiz?
Hadi söyle bana hayat.
Biraz ondan bahset bana...

05 Aralık 2008
Haşim Arıkan

Fotograf: Don't fade away

7 Ağustos 2010

Duygu ve bilinç aynı anda, aynı mekanda var olabilir mi?

Düşündün mü hiç?
İçinde taşıdığın, sana dahil, seni sen yapan, seni sen yapacak olan duyguları.
Bugüne kadar onları ne kadar yaşadığını...
Bundan sonra, ne kadarını yaşayamak için kendine şans tanıyacağını...
Hiç yaşanmamışları...
Daha yaşanmadan nasıl yaşanacağının kararı çoktan verilmiş olanları...
Eksik, yarım yaşananları, sende tutuklu kalanları...

Düşündün mü hiç?
Duygu ve bilinç aynı anda, aynı mekanda var olabilir mi?

Acaba sana engel olan şey duyguların kendisi mi, yoksa zihninde o duygulara dair oluşmuş olan düşünceler mi?

Hayal ettin mi hiç?
İçlerinde düşünce enerjin olmadan, yaşayacağın gerçek duyguların sana neler hissettirebileceğini...
Biçimlendirilmemiş saf duyguların, sana neler keşfettirebileceğini...

7 Ağustos 2010

1 Ağustos 2010

Dün ve yarın hep bugünde...

Hayat sanki hiç bitmeyen tek bir hareket gibi.
İnsanın gözlerinin önünden durmaksızın akıp geçiyor.
Bir şeylere tutunup, onları sahiplenmeye çalışmadığında, bir şeylerin bağımlısı olmadığında, gözlerinin önünden geçip gitmekte olan gösterinin seyri de, onun sana hissettirdikleri, düşündürdükleri de bir başka oluyor.

İşin sırrı bugünde.
Dün bir önce bugündü.
Yarın ise bir gün sonra bugün olacak.
Dün, bugün artık bir anı.
Yarın daima senin hayal gücünle sınırlanacak.

İşin zor tarafı;
Yarını bugünde hep, dünün düşünceleri ile karşılayacaksın.
Dünün önyargıları bugünü hep geçmişin içine çekip, kendini biraz daha güçlendirmek için çabalayacak.
Dün her zaman bugünü kendine benzetip, onunla geleceğe ulaşmaya çalışacak.

Arzularının kaynağı haz ve zevk anıların olacak.
Korkularının kaynağı ise acı ve ızdırap anıların.

Sen hep dünün duygu ve düşünceleriyle bugünü kontrol altına alıp kendini rahat ettirmeye çalıştıkça.
Bugün o sona ermeyen hareketin içinden sana daima farklı şeyler anlatmak için çabalayacak.
Ama sen onun gerçek sesini sadece, onu duymak için çabalamadığın, dingin ve sessiz olduğun zamanlarda duyabileceksin.
Dünün yönlendirmeleriyle onu tanımlamaya, bir sonuca ulaşmaya, bir şeyler için çabalamaya çalışmadığında onun sana gerçekten ne anlamak istediğini anlayabileceksin.
Bugünde, dünü değiştirebildiğinde, seni bekleyen o farklı gelecekleri görebileceksin.

Gözlerinin önünden geçip gitmekte olan görüntülerde inanılacak, kurallaştırılacak bir şey olmadığını keşfedecek,
Bunu keşfettiğin de ise özgürleştiğini hissedeceksin.

01 Ağustos 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Defiance

17 Temmuz 2010

Sanki içinde sen olmadan tek başına bir anlamı kalırmış gibi…

Hayat dediğin şey;

İçinde sen olmazsan tek başına nedir ki?
Onun bir anlamı olabilmesi için, ona her zaman sen gibi bir yolcu gerekli.
Ama nedense o unutur durur bunu sürekli,
Eninde sonunda ne yapar eder öldürür seni,

Senden öncekilere de yaptığı gibi.

Hayat dediğin şey;
Yaşadığın sürece oynar durur seninle sürekli,
Bazen yıldızlarla dolu sınırsız bir gökyüzü gibi hissettirir sana kendini.
Bazense yargılardan, kurallardan, düşüncelerden, duygulardan oluşan bir karmaşa.
Bazen sevginin, saflığın yörüngesinde küçük bir dünya,
Bazen de iç güdülerinin, vahşiliğinin, acımasızlığının pençesindeki bir zorba.
Bir gün fark edersin ki sen hepsinin bir toplamısın aslında!

Hayat dediğin şey,

Bitişi olmayan tek bir hareket sanki.
Kendini korumaya alman, rahat ettirmen için sıkıştırır durur seni eskinin düşüncesi.
O ise izin vermez buna, değişir, yenilenir eskinin dışına taşar durur sürekli.
Asla rahat ettirmez seni.
En sonunda da ne yapar eder öldürür seni.

Sanki içinde sen olmadan tek başına, bir anlamı kalırmış gibi…

Hayat dediğin şey;

Yoksa tüm öğrencilerini öldüren hain bir öğretmen mi?
Hangi öğrencisinin ondan ne öğrendiğini, ögrencinin kendinden başka kim bilebilir ki?

17 Temmuz 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Terminal

16 Temmuz 2010

Yüreğimizi dolduran tüm düşünceler yok olduğunda...


İkimiz de unutabilsek kendimizi,
Silebilsek zihnimizden, tüm bildiklerimizi!
Sadece “sen” ve “ben” kalsak.
Çıplak, yalın, tanımsız , kuralsız, yorumsuz, adsız.

Birbirimize bir şeylerle karşılaştırmadan bakabilir miyiz?
Yüreğimizi dolduran düşünceler yok olduğunda;
Onu sadece sevgiyle doldurabilir miyiz?
Acıların, tepkilerin, endişelerin içleri boşaldığında;
Yaşanacak olana hiç korkmadan yaklaşabilir miyiz?

Zihnimizde bize sürekli bir şeyleri anımsatan geçmişin gürültüsü kalmadığında.
Birbirimizin yüreğinden geçenleri de duyabilir miyiz?

Seninle aşka dair yaşanmamış yeni gerçekler yaratabilir miyiz?
Gerçek aşkı tadabilir miyiz?

16 Temmuz 2010
Haşim Arıkan

14 Temmuz 2010

Yarım kalan bir aşk...

Her gece ruhuma dolan o bildik kokuyla uyanırım gerçekten, düşe.
O an huzurla dolar yüreğim.
Sarıp sarmalamaya başlar ruhumu hatıralar.
Mutlulukla dolup taşar her yanım.

Her sabah ıslak bir toprak kokusuyla uyanır ruhum düşten, gerçeğe.
Ardından ince ince bir yağmur yağmaya başlar üzerime.
Salarım yalnızlığımı sessizce kalabalıkların içine.

Sanki biraz daha tamamlanır gibi gelir her gecenin sabahında.
Yarım kalan bir aşk.
Bir kez olsun “Seni seviyorum” diyememiş bir ağzın acısıyla...

27 Temmuz 2009

Senin gibiyim...

Senin gibiyim.
Sessiz görünsem de, düşüncelerim bir nehir gibi akmaya devam ediyor beynimde.
Ben de küskünüm dünyaya, kendini beni mutlu etmeye adamadığı için.
Ben de hayattan artık hiç bir şey beklemiyorum.
Kendimi büyük bir kalabalığın ortasında, yalnız ve terk edilmiş hissediyorum.

Aynı zaman da aynı mücadeleyi veren iki yalnız varlığız biz seninle.
İkimizin de sessizliğinde aynı itiraflar saklı.

Işığın yada karanlığın olmadığı anlamsız bir boşlukta.
Yok olmayan ama yerinde de durmayan tuhaf bir sisin ortasındayız.
İsteyerek sürdürülen bir sürgünün yalnızlığı bizim bu yaşadığımız.

Sana benziyorum.
Ben de senin gibi içimdeki en güçlü duyguları ustaca sahteleştirip yok ediyorum.
Ben de aslında gerçek olmayan şeyleri gerçekleştirmek için inatla mücadele ediyorum.
Ben de uzanıp alınmamış, tatmin edilmemiş duygular düzeyinde yaşıyorum.
Senin gibi iyileşmelerine izin vermediğim yaralarımı yorgun şefkat anlarımla ben de tımarlıyorum.

Suçluyum senin gibi.
Yaşadığım bu çaresizlik duygusunun bana öğretilmesine izin verdiğim için,
Hissetmediğim bir hayatı sahte olarak yaşadığım ve buna razı olduğum için,
İçimdeki gerçek ben’i cesurca ortaya çıkarmak yerine, inatla olmadığım birine benzemeye çalıştığım için.
Elde edebileceğim yada yok edebileceğim tek mutluluğun, kendi mutluluğum olduğunu kabul etmediğim için,

Mutlu olma cesaretini bir türlü gösteremediğim için,
Kendi mutluluğumun itici gücünün, ben olduğumun hala farkına varamadığım için,

08 Mayıs 2009
Haşim Arıkan

23 Mayıs 2010

Söylemek isteyipte, hep susup...

Düşünüyor(d)um,

O ezbere bildiğim, şartlı bir reflex gibi her daim dile getirdiğim, yıllardır kullanılmaktan aşınmış cümleler, tükenmiş kelimelerle...
Otomatikleşmiş, önceden kolaylıkla tahmin edilebilir düşüncelerimle...

Yapamadıklarımı…
Yapmadıklarımı…
Her niyetlenişimde, kendimi büyük bir başarıyla yapamayacağıma inandırdıklarımı…

Sürekli;
Kaçtıklarımı…
Saklandıklarımı…
Dışladıklarımı…

Unutmaya çalıştıklarımı…
Ertelediklerimi…
Vazgeçtiklerimi…
Bir türlü tamamlayamadıklarımı…

Göstermek isteyip gösteremediklerimi…
Söylemek isteyip, sadece susup kaldıklarımı…
Sırf istemediğim için kendimi mahrum bıraktıklarımı…
İnancımı yitirdiğim için kendime yaşattığım hayal kırıklarını…
İçimde itinayla gizlediğim yoksulluklarımı, zorbalarımı.

Mütemadiyen tekrar eden ruh hallerimi.
Her geçen gün biraz daha yorgunlaşan yorgunluğumu.

Hatırlıyorum.

Bildiğim ne varsa, hepsini vermek için yüreğimde hissettiğim o yoğun isteği.
Sadece bilmediklerimle kalabilmeyi arzulayışımı.
Kişiliğim diyerek kendimi içine kapattığım o hapishaneyi...

Öğreniyorum.

Daha önce fark etmediğim o muhteşem yepyeni kelimeleri.
Onlarla bana ve hayata dair farklı, yeni cümleler kurabilmeyi.
Yavaş yavaş ruhumun daha derinlerine inebilmeyi...

Fark ediyorum.

Eskiden kurtulmadan, yeninin kendini gösteremediğini, içimdeki çatışmaların bir türlü bitmediğini.

Düşünüyorum.

İnsan, zihnindeki onu etkisiz hale getiren eskimiş sözcüklerinden vazgeçip, “olması gereken” e hiç bulaşmadan, yeni harfler, yeni kelimelerle, olan’a dair yeni cümleler kurmaya başladığında herşeyin anlamının nasıl da değiştiğini.
Hayatı geçmişin bir anımsaması olarak yaşamaktan vazgeçip, zihninde, -kendine, hayata, başkalarına dair- oluşturduğu imgelerden arındığında kendine neler yaşatabileceğini...

16 Kasım 2008 - 16 Temmuz 2009

19 Mayıs 2010

O...


O,
Senin kendini açığa vurabilmene, gerçekte kim olduğunu anlayabilmene yardım edebilmek için girer aslında hikayene.
Ama sen onu, kendinden kaçabilmek için istemişsen,
Senin için, düşlediğin bir düşünceyle savaşın olabilir sadece.

O,
Senin ona karşı olan davranışlarının, duygularının, ardında yatan asıl niyetini keşfedebilmene yardım edebilmek için girer hikayene.
Ama sen onu sırf kendi rahatlığın, mutluluğun, güvenliğin yüzünden istemişsen.
Onu yetersizliklerini, sorunlarını, belirsizliklerini kapatma aracı olarak görmüşsen.
Senin için, düşlediğin bir düşüncenin ruhunda yarattığı bir sıkıntı olabilir sadece.

Onu daha hiç tanımadan, onunla yaşayacaklarının nasıl olacağının kararını verebilmişsen.
Onu sırf gereksinim duyduğun için yada bir fikre dayandırdığın için istemişsen.
O,
Senin için, düşlediğin bir düşünceyle çatışman olabilir sadece.

Sen içsel hareketlerinin, dalgalanmalarının farkına varmadıkça,
Düşünüş biçimini, yüreğinden geçenleri tam anlamadıkça.
Ondan yararlanma gereksinimin ortadan kalkmadıkça,
O,
Senin için, bir yük, bir sıkıntı, bir uğraşma, bir savaşım olabilir sadece.

O,
Senin kim olduğunun kararını daha en başta verilebileceğin biri değil, hiç bir şeyle karşılaştırmadan bakabildiğinde keşfedebileceğin bir bilinmeyendir sadece.

O,
Onu zihninde yarattığın harika bir tablonun içine hapsetmediğinde, aradığın o gerçek sevgiyi paylaşabilir seninle...

19 Mayıs 2010
Haşim Arıkan

11 Mayıs 2010

Hatırlamaya uyanmak...



Korkuyorsun!
Çünkü yavaş yavaş kendini hatırlıyorsun.
Zaman içinde o kadar çok uzaklaştırıldın ki kendinden, kendinle yeniden karşılaşmak heyecanlandırıyor seni.
İçine baktığında nasıl bir şeyle karşılacağını net hatırlayamamaksa korkutuyor.

Uyanıyorsun!
Kendi gerçeğine uyanıyorsun.
Kendi doğanı yeniden keşfediyorsun.
Aradığın herşeyin aslında senin içinde hep var olduğunu anlıyorsun.
Ama önce bildiğin seni unutman gerekiyor.

Fark ediyorsun!
Bugüne kadar sana öğretilenlerden daha farklı şeyler hissettiğini fark ediyorsun.
Bugüne kadar sana anlatılmış olanlar artık seni tatmin etmiyor.

Kendini fark ediyorsun.
O sürekli kaçtığın karanlık yanının da, aydınlık yanın gibi yine sen olduğunu.
Bugüne kadar hep dışarıda bıraktıklarının da aslında sana dahil olduğunu.
Birşeyleri dışarıda bırakarak, bir tarafını yok sayarak sen olamayacağını fark ediyorsun.

Öğreniyorsun!
Kendinle olabilmeyi öğreniyorsun.
Kendinle başbaşa kalabilmeyi, kendinle konuşabilmeyi, kendine anlayış gösterebilmeyi.
Yargıların, görüş ve düşüncelerin etkisinde kalmadan içindeki tutkulara ve isteklere kulak verebilmeyi.
Sana ait olmayan o yabancı yükleri ruhuna yüklemeden sadece kendi varlığını hissedebilmeyi.
Kendini sevebilmeyi öğreniyorsun.

Hissediyorsun!
Gerçekten kendin olmaya karar verip, içindeki seni güçlendirdikçe, sarılmalarının daha sıkı, öpüşlerinin daha tutkulu, seni seviyorumlarının çok daha güçlü olduğunu hissediyorsun.
Duygu doğana saygı göstermenin ne kadar özgürleştirici bir duygu olduğunu hissediyorsun.

Yavaş yavaş tamamlanıyor içinde birşeyler.
Uyanarak, fark ederek, korkarak, hissederek, kabullenerek, öğrenerek...
Özbenliğinin her tarafa dağılmış parçaları, yavaş yavaş yeniden bir bütün oluşturmaya başlıyor içinde.

Herkes tarafından bilinen klasik oyunu oynamaya çalışmak yerine.
Oynadığın oyunu, kendin yazmanın mutluluğunu tadıyorsun.
Farkını fark ediyorsun.

Sen gerçekten yaşamaya başlıyorsun...

14 Eylül 2009
Haşim Arıkan
Fotograf: Ashes and snow

10 Mayıs 2010

İstersen sayfa sayfa oku kendi öykünü...


Yalnız değilsin.
Sen de herkes gibisin.
Senin de kafan karışık, sen de emin değilsin bildiklerinden.
Sen de sürekli güvende olmak istiyor, endişeleniyorsun.
Senin de acıların sürekli.
Sen de insanlığın öyküsüsün herkes gibi.

Bugüne kadar kimbilir kaç kişi, senin gibi ne acılar, ne sıkıntılar çekti.
Yaşadıklarından canı yandı, üzüldü, öfkelendi, isyan etti.
Neşe, haz ve sevginin parlayan alevleriyle herşey onun için yeniden canlandı.

Aslında yapman gereken tek şey, kendi öykünü öğrenmeye çalışmak.
Aradığın, merak ettiğin, endişelendiğin, sorguladığın herşey onun içinde gizli.
Kendini, ne olduğunu, belirsizliklerini, sorunlarını, bir türlü vazgeçemediğin güvende olma arzunu sen de herkes gibi onda keşfedeceksin.

İstersen sayfa sayfa oku öykünü.
İçindeki tüm acıları, endişeleri, sevinçleri, hazzı, mutluluğu yudum yudum tadarak.

İstersen red et onu okumayı.
Ben zaten hepsini biliyorum diye yaşadıklarınla inatlaşarak.

Belli mi olur? Belki de sen ilk bölümü bitirdiğinde çözersin öykünün tamamını.

Ama bilmelisin ki,”esas gerçek” daima bilinmeyenin ardında gizli.
Bildiğin sandıklarınsa, sadece geçmişin, sana kalan külleri.

Yaşamın anlamını çözebilmek için, yaşadıklarının kendi öykülerini sana anlatmalarına izin vermelisin.
Hayata geliş nedenini, kim olduğunu, sana sunulan ideolojiler içinden kendin için uygun olanı seçerek değil, yaşadıklarını tam olarak anlayarak çözebilirsin.
Hayatı “öğredim” diyerek değil, o en son an'a kadar “öğreniyorum” dediğinde keşfedilebilirsin.

9 Mayıs 2010
Haşim Arıkan

23 Nisan 2010

Düşünüyorum, öyleyse yokum…

Düşünüyorum.
Çocukları, çocuk olmayı, çocuk gibi yaşamayı.

Düşünüyorum.
İnsanın doğduğu ülkeyi, yaşadığı koşulları, ferdi olduğu aileyi.

Düşünüyorum.
Bir insan olarak hayatta; seçebildiklerimizi, seçemediklerimizi, kabullendiklerimizi, karşı koyabildiklerimizi, red edebildiklerimizi, değiştirebildiklerimizi, asla değiştiremediklerimizi, arzuladıklarımızı, katlanmak zorunda kaldıklarımızı, korkularımızı, çaresizliklerimizi, yitip giden umutlarımızı.

Düşünüyorum.
Yağmurlu bir günde, kırmızı ışıkta, yarı çıplak arabamın ön camını silmeye çalışan sümüklü küçük Güllü’nün o pırıl pırıl parlayan gözlerinin derinlerinde gizli umutlarına bakarken.
Gazetedeki haberde, çocuk asker İsmail’in neden buna katlanmak zorunda kaldığını anlattığı cümlelere sinmiş korkuyu hissederken.
13 yaşında kaçırılıp seks kölesi olarak kullanılan küçük Fabienne’in acı, tehdit ve dayakla örselenmiş yaşadıklarını okurken.
Tamircide ki, aklı sokakta futbol oynayan arkadaşların da olan küçük Hasan’ın kendisini azarlayan ustasına, kabul et ben daha çocuğum be usta diyen o gizli bakışlarını fark ederken.

Düşünüyorum.
İnsan olmanın kişiye verdiği hakları, bu hakları koruyabilecek kadar güçlü olamadığında yada tek başına karşı koyamayacağı kadar güçlü birileri tarafından zorla, tehditle, dayakla, elinden alındığında, insanın yaşamak ve katlanmak zorunda kaldıklarını, bu katlandıklarının ruhuna saplanıp kalan kıymıklarını, istemese de girmek zorunda kalacağı o karanlık, çıkmaz sokakları, en nihayetinde ise bütün yaşadıklarının kabullenmesi istenen sonuçlarını. Bu sonuçlar nedeniyle, ona yöneltilecek olan suçlamaları, yargıları, dışlamaları.

Düşünüyorum.
Çocukluk hakları gasp edilen çaresiz çocukları.

Düşünüyorum.
İnsanın ucu kendisine dokunmayan bazı acı gerçeklere karşı neden ve nasıl bu kadar duyarsız kaldığını. Bu gerçekleri zamanla nasıl kanıksadığını, onlara karşı zamanla nasıl duyarsızlaştığını, onları sıradanlaştırıp, nasıl ustaca unutmayı başardığını.

Düşünüyorum.
Neden eylemi ilk başlatan değil de, hep birilerini izleyen olmaya çalıştığımı. İçimde bir türlü bastıramadığım yeryüzünde var olan düşüncelerin, hep en sonunda durma isteğimi. Neden hareket planını ilk oluşturan olmayı değil de, olanı kabullenen olmayı seçtiğimi. Kurtarıcı olarak beklenen ama bir türlü gelmeyen kişinin, ben olabileceğim ihtimalini, neden hiç düşünemediğimi.

Düşünüyorum.
Öyleyse yokum.
Çünkü sadece düşünüyorum.
Gözümün önünde uluorta işlenen bu seri cinayetler için, duygularımı sunmanın dışında hiç bir şey yapmıyorum.
Dürüst olmak gerekirse, ben bu hayat oyununu, fasulyeden oynuyorum.

Varlığımı hissettirmeme rağmen sanki yokmuşum duygusu vererek yaşıyorum. Yada bütün bu şahit olduklarımın hiç biri, sanki hiç olmamış gibi.

23 Nisan 2009


19 Nisan 2010

Anlamı var olan bir yaşama, farklı bir anlam kazandırma özlemi...

Biliyor musun?
Her insanın ruhunun kendine özgü, farklı, doğal bir üslubu vardır.
Bu üslup insanın tüm düşüncelerine, isteklerine, hareketlerine, davranışlarına yansır.
Ve yine onun yüzünden karşısındaki insanın üslubunu yargılar, acımasız bulur, aşağılar.

Oysa herkesin üslubunun kendine has incelikleri, sertlikleri, güzellikleri, acımasızları vardır.
Kimi yaşanan acıları doğal karşılar.
Kimi yaşadığı hiç bir şeyden korkup çekinmez.
Kimi kötülükleri sineye çeker.
Kimi dünyada ki hiç bir şeye karşı kendini savunmaz.
Kiminin mutlulukları acı doludur.
Kiminin acıları ise mutludur.

İnsanın hayatını cehenneme çeviren de, yine bu üsluptur.
İnsan, hayatı, ruhunun bu özgün üslubu ile yaşamak yerine, dışarıdan kendisi için uygun bulduğu başka bir üsluba göre yaşamak istediğinde, ruhu iki üslup arasında sıkışır kalır, bütün doğallığı, samimiyeti, huzuru uçup gidiverir, hayatı gerçek bir acıya, bir cehenneme işte o zaman dönüşür.

Oysa gerçek mutluluğa sadece, ruha, o kendine özel, doğal üslubunu yaşayabilmesi için izin verildiğinde ulaşılır...

17 Nisan 2010

18 Nisan 2010

Hiçliğe uyandım bu sabah...

Hiçliğe uyandım bu sabah.
İzin vermedim bugün dünyanın bana dokunmasına.
Sakin, dingin bir gün yaşamak istedim yalnız, kendimle başbaşa.
Zihnimdeki o her an kullanıma hazır sözcüklere hiç dokunmadım.
Özgür, hesapsız, kuralsız konuştum, belki de yıllar sonra yeniden onunla.
Ne herşeye uygun nedenlere bulandım.
Ne de bir neden olabilecek herşeye kapıldım.
Zihnimdeki, düşüncelerin oluşturduğu o ağır perdenin ardından bakmadım bugün hayata.

İsimsiz, tanımsız, kategorisizdi herşey bugün.
Bir çocuk gibi, hayata sadece duyularımı kullanarak yaklaştım.
Bugün;
Herşeyi ilk defa gördüm,
Herşeyi ilk defa duydum,
Herşeye ilk defa dokundum.
Herşeyi ilk defa kokladım.
Hayatı hiçbir şey düşünmeden, sadece hissederek yaşadım.

Meğer herşey, hiçliğin içinde gizliymiş bugün anladım.

8 Ocak 2010
Haşim Arıkan

16 Nisan 2010

Kendi seslerini duymaya çalıştıkça kulaklarına hep başkalarının sesleri çalınır olmuştu....


Günler ayların, aylar yılların, insan ise hızla akıp giden zamanın telaşında koşturup dururken, hayat da hızla tükeniyordu. İnsanlar kendileri hakkındaki gerçeklere başkalarının aracılığıyla ulaşmaya çalışırken kendilerinden uzaklaşıyor, kendilerine dokunmak isteyen elleri hep başkalarına doğru uzanıyor, kendi seslerini duymak isterken kulakları hep başkalarının seslerine kayıyordu.

Herkes kendi gerçeğini başkalarının sözlerinde arıyor. Kendi düşüncelerine değer vermeyip, sürekli başkalarının düşüncelerinin peşinde sürekleniyordu. Dünyadaki tüm düşüncelerin en son noktasında duruyormuşcasına, başkaları tarafından onaylanmamış hiç bir düşünceye bir türlü inanamıyordu.

Derken insanların bir kısmı, bu garip döngüden yoruldu. Kendini bu alışkanlıklar ve bağımlılıklar üzerine kurulu düzenin dışına çıkarıp, yıllardır yaşamakta olduklarına, bir kez de dışarıdan baktı. Kendi içindeki bilgenin sesini duydu, onunla tanıştı. Onunla birlikte yaşamaya alıştı. Yaşadıklarını bireysel beyniyle ve yüreğiyle, hakkını vererek düşünmeye ve hissetmeye başladı. Tüm dikkatiyle, tüm farkındalığıyla yaşamını yeni baştan tekrar sorguladı. O zaman fark etti ki, o güne kadar bütün öğrendikleri, ona öğretilenler, zihninde biriken eskiler, sonunda aşamayacağı kadar yüksek bir duvar olmuş, her yeni adımında sürekli onun önünü tıkıyordu. Yıllardır ona öğretilenlerin etkisi ile, kendisiyle ilgili beyninde oluşturduğu imajları, kendine öylesine kuvvetli yapıştırmıştı ki, onlardan kurtulup, olduğu gibi yaşamayı neredeyse tamamen unutmuştu.

Ulaştığı bu yeni farkındalık düzeyi iç dünyalarındaki görünmez kapıyı onun için yavaşça araladı. Ve kendisini bu kısır döngüye hapsedenin yüzünü ilk kez o zaman gördü. Gördüğü yüzün aslında yine kendisi olduğuna çok şaşırdı. Bunca yıldır kendini düşünceleriyle nasıl esir aldığını işte o an anladı.

Artık önünde iki şık vardı.

Bir kısmı zor olanı seçti.

Kendisiyle ilgili beyninde oluşturduğu bütün imajlara, beyninde biriktirdiği, ona geçmişten miras kalan eskilere ihtiyacı olmadığına kendini inandırdı ve onlardan kurtuldu. Onlara ihtiyacı olmadığına kendini ikna edince hiçbirinin onun üzerinde artık hiç bir etkisini kalmadı. Kalan her gününü geçmişin bir devamı olarak değil, yeryüzündeki ilk günüymüş gibi, geçmişten tamamen bağımsız, olduğu gibi yaşamaya başladı. Olanla baş edebilmek için olması gerekene sığınmaya bir daha ihtiyaç duymadı.

Bir kısmı kolay olanı seçti.

Kanıksadığı o kalabalıktan ayrılmaktan, yalnız kalmaktan korktu. Geçmişin onu hapsettiği o dar çerçeveye razı oldu. Mutluluğunun itici gücünün kendisi olduğunu tamamiyle unuttu. Geçmişten taşıdığı tüm olumsuz duyguların onu yönlendirmesiyle, etrafındaki insanlara göstermek için kendine sürekli imajlar buldu. Sonunda oluşturduğu bu imajlara kendini öyle kaptırdı ki, gerçekten olduğu insanı kendisi bile tamamen unuttu. İçinde o hiç bir zaman sona ermeyen çaresizlik duygusu ile, olanla baş edebilmek için hep olması gerekene sığındı durdu.

04 Ekim 2008
Haşim Arıkan

14 Nisan 2010

Cahil ve de bilgeyim...

Cahil ve de bilgeyim.
Kendinden başka hiç kimsenin düşüncesine önem vermeyen.
Herkesin düşüncesini fazlasıyla önemseyen.
Sakin olduğu kadar öfkeli.
Anlayışlı olduğu kadar bencil.
Cesur olduğu kadar korkak.
Mutlu olduğu kadar acı çeken.

İnsanım.
Sadece insan.
Kaynağı kendisi olan hiç bir duygudan ve düşünceden korkmayan.
Kendi duygu doğasına her zaman saygılı olan.
Onları yok etmek, bastırmak yerine, fark gözetmeksizin hepsini tanımaya, anlamaya çalışan.
Gölgeni inkar ederek aydınlığa ulaşılamayacağının, karanlık tarafına hükmetmedikçe aydınlık için gerekli beceriye sahip olunamayacağının farkında olan.
İnsani büyümenin içindeki birşeyleri dışarıda bırakarak değil, kendinin olan herşeyi biraraya getirdiğinde gerçekleştiğine inanan.
Gerçek özgürlüğü, kendini, arzuladığı, hayal ettiği, kendi uydurduğu mükemmellikle karşılaştırmadan, kendine direnmeden, kendini olduğu haliyle sahiplenip sevebildiğinde yaşayabileceğinin farkında olan.

Bir gün perde kapandığında kendini hala doğuramamış olmayı değil, kendine dahil herşeyi kullanmış olmayı arzulayan.

10 Mayıs 2009
Haşim Arıkan

9 Nisan 2010

Nasıl inkar edebilirim ki?

Aslında bana yaşattıklarından dolayı zaman zaman hala canım acıyor.
Kimi zaman sana karşı öfkeyle sarmalanmış bir nefretle dolup boşalıyor ruhum.

Ama sakin olduğum zamanlarda durup biraz düşünüyorum da;
Hak ettiğin şey gerçekten de bu mu olmalı senin?
Eğer sen olmasaydın,
Karşıma çıkmasaydın,
Seninle yaşadıklarım sonucu farkına vardıklarımın nasıl farkına varabilirdim?
Seninle keşfettiklerimi sen olmadan ne zaman ve nasıl keşfedebilirdim?

Nasıl inkar edebilirim ki?
Hayatıma benden habersiz girmedin.
Girmene ben izin verdim.
Ben de, kahramanları olduğumuz hikayede, payımıza düşen her ne varsa yaşayalım istedim.
Ben yaşadım.
Sen yaşattın.
Ben keşfettim.
Sen keşfettirdin.
Sen de bana, benim sana yaptığım gibi, kendime ve hayata dair keşiflerim için yardım ettin.
Belki zor olan rolü sen üstlendin.

Okuduğun satırlardan da anlayacağın gibi, bu defa yaşadıklarıma daha önce hiç bakmadığım pencerelerden bakmaya çalışıyorum.
Bu defa acılarıma, yaralarıma ganimet sanki onlarmış gibi hemen sarılmak istemiyorum.
Onları ruhuma kalıcı olarak yapıştırmak istemiyorum.

Belki de ilk defa,
Yaşadıklarımı bana hissettirdikleri acılarla değil, bana fark ettirdikleriyle hatırlamak istiyorum.
Artık ben de kabul ediyorum.
Bazen hayatın bizim için içine gizlediği o özel zarfı bulabilmemiz için bu acıları yaşamamız, birilerinin bize bu acıları yaşatması gerekiyor.
Ve inanıyorum ki,
Bu dünyada neyi, nasıl yaşarsak yaşayalım, hepsi muhakkak bize bir şey katıyor.
Onları herşeyiyle kabullenmeye çalışmak bile, insanı rahatlatıyor.

Farkındayım.
Bu çok da kolay olmuyor, insan bu gerçeği kabul edene kadar hep o ilk gördüklerine bakıp aldanıyor.
Sabırlı davranıp, hayatın, yaşadıklarının içine gizlediği o özel zarfını bulup, okuyup onu hemen anlayamıyor.
Hak etmediğini inandığı için karşısındaki insanı bir türlü bağışlayamıyor.
Bağışladığında mutlu ve huzurlu olacak kişinin aslında kendisi olduğunu bir türlü fark edemiyor.
Bu yüzden de,
Acılarından vazgeçmeyerek, karşısındaki insanı yıllarca affetmeyerek en büyük cezayı yine kendine veriyor.
Eskinin acısının yüreğini sürekli acıtmasına kendisi izin veriyor.
Sırf sona ermeyen bu acılar yüzünden, kendini bir çok şeyden mahrum bırakıyor.
O acılara ihtiyacı olmadığına bir türlü kendini inandıramıyor.
Yaşadıklarının bütün ağırlığını yıllarca ruhunda taşımayı, aslında isteyerek kendisi seçiyor.

12 Ocak 2008-08 Nisan 2010

1 Mart 2010

Sadece hepimizin hemfikir olduğu şeyler gerçek bunu sakın unutma!

Söylesene!
Daha ne kadar direnebileceksin?
Korkmuyor musun yoksa başına geleceklerden?
Hadi artık kulak ver sana söylenenlere.
Kabullen.
Ehlileş.
Direnme.
Hizmet et.
Ödün ver.
İnkar et, bırak, sil kendini, terket.
Boşalt ruhunu.
Eğer bunu yaparsan;
Keşke yaşamamış olsaydım diyeceklerini yaşamazsın.
Seninle doğan, sadece sana ait olan, bir insan için o en özel şeyi, kendin için bir işkence aracı haline getirmezsin.
Ama bunu yapmaz, içsel rüyalarına inanmayı, otantik benliğinin peşinden gitmeyi seçersen;
İçindeki o özgür ruh neler yapabileceğinin hayalleriyle sürekli rahatsız eder durur seni.
Kendine olan saygınla birlikte yok olacak olan içindeki kahraman kötü yollara sürükler seni!
Aklın karışır etrafına her baktığında, acaba gerçek olan hangimiziz diye.
İçindeki bitmek bilmeyen inkar ve savunma gelgitleri arasında sıkışır kalırsın.
Hadi kulak ver bir an önce sana dayatılan, miras kalan o inançlara, kurallara.
Vazgeç kendinden.
Direnme.
Sorgulama.
Razı ol.
Seç sen de sana uygun görülen bir imajı, sen de o örnek insanlardan ol.
Olacakların şimdiden olması, inan gelecekte olmasından çok daha iyi.

Sen dünyaya neden geldik sanıyorsun ki?
Hepimiz aynı olmak için!
Hepimiz birbirimize benzemek için!
Hep birlikte aynı toplumsal rüyaları görmek için!

Yeter artık, senin inandıklarını gerçekmiş gibi göstermeye çabalama.
Sadece hepimizin hemfikir olduğu şeyler gerçek, diğerleri için kendini boşyere kandırma.
Hazırla bir an önce kendini, sana önerilen yaşamı yaşamaya.
Razı ol sen de ikinci el bir yaşama.

25 Şubat 2010
Haşim Arıkan

23 Şubat 2010

Her an, sana sadece bir sonraki anın seçeneklerini gösterirken, sen daha sonraki anlarında neler olabileceğini nasıl bilebiliyorsun?

Genellikle nerende oluyor?
Seni suçlayıp, sana kızarken.
Sana, yine yapamadığın, mükemmel olanı yine gerçekleştiremediğin için avaz avaz bağırırken.
Seni bir kez daha, seni üzen, endişelendiren, sana acı veren o an’a tekrar geri iterken.

Ne tuhaf değil mi?
Sadece senin duyabildiğin, aynı bedeni giydiğin, o sesin sana hissettirdikleri! Sende yarattığı bu etki!

Ona ne kadar kızsan da, onu ne kadar acımasız bulsan da, kendini yine de her seferinde onun sözlerine kaptırıyorsun değil mi?
Sana avaz avaz bağırarak söylediği o sözlerle birlikte ruhun, geri dönüp değiştiremeyeceğin, artık düzeltemeyeceğin şeylerin acısıyla, üzüntüsüyle tekrar tekrar yanıp kavruluyor değil mi?

Düşündün mü hiç?
Bugüne kadar onun sana yanlış, hatalısın dediği şeyler gerçekten de senin için hep yanlış ve hatalı mıydı?
Yaptığın yada yapamadığın şeylerden dolayı, yanlış yada hatalı olduğunu gösteren kesin, tartışmasız bir kanıt ortada gerçekten var mıydı?
Yoksa o yaşadıkların zaman içinde senin için farklı anlamlar mı kazandı?

Ne garip değil mi?
İnsan o sese kendini kaptırdığında bir anda yaşamdan nasıl da uzaklaşıyor.
Onun kurduğu o hain “olması gereken” tuzağına düştüğünde, olmakta olandan nasıl da kopuveriyor?
Olması gerekene dair düşüncelere kendini kaptırdığında, yaşadığı bedenden, bulunduğu andan uzaklaşıp, sırf göremediği için önünden kimbilir ne çok fırsatı ıskalıyor.

Acaba insan, kendini onun o acımasız sözlerinin etkisine kaptırmışken, yaşananların aslında kime ne fark ettirdiğini ne kadar görebiliyor?
Yaşananların kimin üzerinde nasıl bir uyanma yarattığını gerçekte ne kadar fark edebiliyor?

Acaba insan, yapamadıkları, değiştiremedikleri, pişman oldukları için sürekli kendine kızıp, bağırıp, olmadığı şey olmaya çalıştığında mı, yoksa tamamen olduğu şey haline geldiğinde, içindeki acıyan yaraları, onu bu kadar duyusal yapan o hassas noktaları yaratan düşüncelerini fark edip, onları kabul ettiğinde mi yaşamında gerçek bir farklılık yaratabiliyor?

22 Şubat 2010


16 Şubat 2010

Ne tuhaf değil mi? İnsanı bu noktaya bugüne dek yaşadıklarının getirmiş olması. Hayatında gerçekleşmeyen şeylerin onu en sonunda bu noktaya taşıması!


Ne zor bir şey değil mi? İnsanın mantığı, ona doğru olanın unutmak olduğunu söylerken, yaşadıklarını içinde saklamak için şiddetli bir arzu hissetmesi. Eğer benim fikrimi merak ediyorsan; sana mantığının sesini dinlemeni tavsiye ederim. Bence de doğru olan, yaşadıklarını en kısa zamanda unutman. Unutman ve hepsini geçmişte bırakman.

Biliyor musun? Aslında o kadar da kötü bir şey değildir unutmak. İnsan o zaman hiç bir şeyi hatırlamak, hiç bir şey için tekrar tekrar savaşmak zorunda kalmaz. Unuttuğunda hiçbirinin onun için bir anlamı kalmaz.

Şu anda senden kilometrelerce uzakta olsam da, cevabını sanki duyuyorum. Yapamam diyorsun. Unutamam. Hissettiklerimi hiç hissetmemiş gibi davranamam. Yaşadıklarımı, sırf bundan sonraki hayatıma kaldığı yerden, sorunsuzca devam edebilmek için hiç yaşanmamış varsayamam.

Bazen insanın yaşadıkları, yıllardır doğru diye bildiği herşeyi bir anda savurup götürebiliyor işte böyle. Bunda yaşlandıkça hafifleyen korkularımızın payını da gözardı etmemeliyiz tabi ki.

Yıllar sonra alışkanlıklar üzerine kurulu bir hayatın biraz dışına taşıp, yeni bir şey yaşadığında, insan işte böyle ne yapacağını şaşırıp kalıyor. Ne yaşadığına sahip çıkacak cesareti tam kendinde bulabiliyor, ne de yaşadıklarından vazgeçebiliyor. İşin en tuhaf tarafı da ne biliyor musun? İnsanı o noktaya o güne dek yaşadıklarının getirmiş olması. Hayatında gerçekleşen yada gerçekleşmeyen her şeyin onu en sonunda o noktaya taşıması!

Şimdi söyleyeceğim sözleri eminim ki sen de çok iyi hatırlayacaksın, çünkü ilk defa evlendiğin gün söylemiştim sana onları. Kabul etsekte, etmesekte, hepimiz yaptığımız seçimlerin bir ürünüyüz. Bir kadın evlenmeyi seçtiğinde, çocuk doğurduğunda, asıl yaşamı o zaman başlar, ama aynı zamanda da durur. Kendine ayrıntılardan bir hayat kurarken, aynı zamanda da çocuklarının hayatlarını kurmak için çabalar. Güçlü olmak zorundadır. Ama bir gün çocukları hayatından çıkıp gittiğinde, tüm ayrıntıları da yanlarında götürürler.Yaşamına devam etmesi gerekir ama, onu yaşamda ilerleten esas şeyi çoktan unutmuştur. Hiç kimse anımsamaz onu. Kendisi bile...

Biliyorum böyle bir aşkın tekrar karşına çıkacağı sen de beklemiyordun. Ama o saf ve mutlak gizemi ile aşk yıllar sonra gelip yine buldu seni. Hazırlıksız yakaladı. Hoş sana haber verseydi hazırlık mı yapardın, yoksa kendini ondan uzak mı tutardın, bilmiyorum!

Umarım en kısa zamanda kendin için en doğru olanı seçersin. Ve umarım tüm bir hayatı, yeni bir hayat başlatmak için yok etmezsin.

Bilmelisin ki insanın yeryüzünü sevdiklerinden ayrı ve anlaşılmadan terk etmesi gerçekten çok hüzünlü…

15 Şubat 2010
Haşim Arıkan


Bazı filmler var ki onları ne zaman seyretsem yazmak için kucağıma böyle bir dolu kelime bırakıyor.

3 Şubat 2010

Yoksa tek amacı beni öldürmek olan bir oyunu mu oynuyorum...

Yalnız olduğum geceleri düşünüyorum
Sadece kalp atışlarımın sahitliğinde, ruhumun derinliklerinde hissettiklerimi.
O anlarda kendime sorduğum sayısız soruyu.
Her sorunun, bir sonraki soruyu doğuran cevabını.
Bildiğimi düşündüğüm şeyleri nasıl bilebildiğimi.
Karşıma çıkan herhangi bir şeye nasıl inandığımı.

Hayatın anlamına düşünüyorum.
Bir hayat nasıl yaşanırsa layıkıyla yaşanmış sayılacağını.
Hayatın keşke ile başlayan cümlelere hiç ihtiyaç duymadan nasıl yaşanacağını.
Yaşamın her anında ister istemez yapmak zorunda olduğum seçimleri.
Hangi seçimlerin amaçlarımı gerçekleştirmeme yardım ettiğini , hangi seçimlerin beni amaçlarımdan uzaklaştırdığını.
Benim onları neden seçtiğimi.

Duyguları düşünüyorum.
Nasıl tatmin edilebileceklerini.
Sevginin nasıl yaşanacağını.
Korkuların nasıl kabullenileceğini.
Acının, yalnızlığın, nasıl sahiplenileceğini.
Acıdan, yalnızlıktan hiç pişmanlık duymadan nasıl ayrılınabileceğini.
Yüreğinde ince bir sızı duymadan onlarla nasıl vedalaşılabileceğini.
Yapabileceklerini gerçekleştirememenin korkusunu.
Yeterince çabalamıyor olmanın korkusuyla insanın nasıl da olmak istemediği bir insana dönüştüğünü.

Sevgime engel olan beklentileri aklımdan silebildiğim an’ı düşünüyorum.
Kendimi, kendimden utanmadan kucaklayabildiğim an’ı
İnsana yaşamaktan daha büyük nasıl bir ödülün verilebileceğini.
Yaşamla ödüllendirilmiş olmanın unutulan coşkusunu.
Zamanın benden çaldığı, keşkelerin, belkilerin acabaların altına gömerek benden sakladığı şeyi hatırlamaya çalışıyorum.
İçimde benimle birlikte doğan yalnızca bana ait olan, ne öğretilir, ne de öğrenilebilir olan şeyi.

Tek amacı beni öldürmek olan oynadığım bu oyunu ille de kazanmam gerekip gerekmediğini düşünüyorum.
Kaybettim sanılsa bile, aslında kaybedilenin sadece oynanan oyunun kendisi olduğunu.
Kazananın daima ben olduğumu...

03 Şubat 2010
Haşim Arıkan

24 Ocak 2010

Paylaştıklarımızın bende kalan, ama derin, ama zamanla unuttuğum izleri...

Hani hayata dair sürekli bir şeyler anlatıyorsun ya bana.
Senin yaşadıklarını yaşamamam, senin hatalarını tekrarlamamam adına.
İzin verirsen ben de bir şeyler söylemek, aklıma takılan bazı soruları sormak istiyorum sana.
Beynimde henüz, yaşanmışa dair senin kadar çok düşünce biriktirmiş olmasam da.

Söyler misin?
Hayata karşı benim yerime sen savaşarak, beni kazandırabilir misin?
Benim acılar çekmemi, günahlara girmemi, sen engelleyebilir misin?
Benim yazgımı sen değiştirebilir misin?

Sen bu kadar müdahale ederken, ben;
Kendi yaşamımı yaşayabilir miyim?
Arayışlarımı özgürce devam ettirip, kendi yolumu bulabilir miyim?
Ruhumun özgün üslubunu yaratıp, bunu davranışlarıma özgürce yansıtabilir miyim?

Yoksa farkında değil misin hala?
Sevgi bağınla beni nasıl sıkı sıkı bağladığının!
Önerdiğin yaşamı yaşamam için beni ne kadar zorladığının!

Merak ediyorum, acaba hiç aklına gelmiyor mu, senin ben vakitlerin?
O vakitlerde, beyninin içinde uçuşan düşüncelerin...

Ve, benim aslında ne istiyor olabileceğim...

Ne istiyorum biliyor musun?
Dünyayı...., kim olduğumu.... kendi gözlerimle görmeyi,
İçimdeki tutkuların, isteklerin seslerini dinleyebilmeyi,
Kendi doğamla sürekli mücadele etmek, onu kontrol altına almaya çalışmak yerine, ona güvenmeyi, onu yaşamak için kendime izin verebilmeyi,
Tedbirli davranıp sürekli masanın altına saklanmak yerine, camın önünde dikilip olanları seyredebilmeyi,
İnanacağım masalları kendim bulabilmeyi, onları yaşayabilmeyi...

Aslında sen de çok iyi biliyorsun,
Ben de senin gibi, bazen içimdeki bilgenin sözüne kanıp, bazen içimdeki haydutun peşine takılacağım.
Ben de senin gibi, ne tamamen günahsız ne de tamamen günahkar olacağım.

Belki en sonunda birgün ben de;

Sana yazdığım bu satırları unutup, senin gibi davranacağım.
Çocuğumu kör bir sevgi ile sevip, onun adına korkup, endişelenip, onun için acılar çekeceğim.
Ve bunları yaşarken kendimi senin gibi mutlu hissedeceğim.
Kendi hayata geliş amacımı bir gün keşfedebilsem de, onun bu dünyaya hangi nedenle geldiğini ben asla bilemeyeceğim.
Kendi yolculuğumda ne kadar yol aldığını bir gün fark edebilsem de, onun, kendi yolunda ne kadar ilerlediğini ben asla bilemeyeceğim.

23 Ocak 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Lord of the Rings

17 Ocak 2010

Hayatını sadece bilinenlerin yardımı ile yaşayabilir misin?

Sabahları ümitsizce uyanmak nasıldır bilir misin?
Kendini, yaşadığın hayatın esas kahramanı değilmiş gibi hissetmek.
Buna rağmen, mutlu olabilme umudunu koruyabilmek.

Gerçek ve düş oyununu bilir misin?
Sahip olduklarını red ederek, kendini hayal ettiklerine sahipmiş gibi göstermek.
İçindeleri yok etmek için kendini sürekli dışarıdan incitmek.
İnanmalarını ümit ederek insanlara gösterdiğin maskeye, kişiliğim demek.

Red edilme, dışlanma korkusu nasıl bir şeydir bilir misin?
Sürekli etrafındaki insanlara imrenmek, onlara benzemek için mücadele etmek.
Benzedikçe de, daha fazla imrenmek.

Düş kırıklığı neye benzer bilir misin?
Birgün, birileri tarafından inandırıldığın düşüncelerin aslında doğru olmadığını görmek.
Onların yarattığı boşluğu yine dışarıdan bulduğun başka düşüncelerle doldurmayı denemek.
İçindeki hazineyle iletişim kurmak yerine, kendini sürekli bu kısır döngüye hapsetmek.

Uzun zamandır gördüğün bir düşten uyanmak nasıl bir şeydir bilir misin?
Bir gün herşeyin değiştiğini, ama hiçbir şeyin değişmediğini fark etmek.
Sen ne kadar değişsen de, çevrendekilerin değişmediklerini görmek.
Senin inandıklarına, onların inanmalarını beklemeden yaşamayı, yaşamdan keyif almayı öğrenmek.

İnsan olmak nasıl bir şeydir bilir misin?
Kendini bir bedenden ibaret görmek.
Kendinin, yaşadıklarının yok edemediğin, bir türlü öldüremediğin fikirleri olduğunu kabul edememek.
Duyularının sana hissettirdiği, gösterdiği şeylerin ne olduğunu sana söyleyenin, senin fikirlerin olduğunu fark edememek.

Hayatı hiç bir beklentin olmadan, hiç bir sonuca ihtiyaç duymadan yaşamak nasıl bir şeydir bilir misin?
Yaşadıklarını hiç yorumlamadan, onlara bir tanım koymadan tadabilmek, hissedebilmek.
Tamamen özgür olabilmek...

Nasıl bir şeydir bilir misin?

17 Ocak 2010
Haşim Arıkan

2 Ocak 2010

Dünden sonra, yarından önce, aşk…

Cümlelerin karşılıklı olarak bir ok gibi fırlatıldığı fırtınalı bir gecenin sabahında, sessizce yürüyorlardı arabalarına doğru. Fırtına artık yerini sessizliğe bırakmış, dün akşam birbirlerine kanıtlamaya çalıştıkları cesaretlerinin hiç bir anlamı kalmamıştı. Artık sessizliklerinin arasında hiç bir bağ bulunmuyordu. Şu an onları birleştiren tek nokta, ikisinin de kendini birbirlerinin yanında rahatsız ve tedirgin hissetmesiydi.

Genç adam arabanın kapısını açmakta olan kadının yüzüne kaçamak bir bakış fırlattı. Yaşadıkları her büyük kavga sonrasında olduğu gibi şu anda içinde ona karşı siddetli bir arzu hissediyordu. İçinden bugün keşke pazar olsaydı diye geçirdi. Dün gece yaşananlardan sonra bu düşündüğünü düşünmeye hakkı var mı diye hiç düşünmedi bile. Düşündüğü tek şey genç kadının şu anda acı çekiyor olduğuydu. Yine de onunla konuşma ihtiyacı duymadı. Ondan bir sıcaklık, yada bir duygu beklemiyordu...

Adamın kendisine yönelttiği bakışı fark etmişti genç kadın, ama bunu ona fark ettirmek istemedi. Şu an hiç bir istemiyor, hiç bir şey hissetmiyordu. Dün akşam ki herşey yine silinmiş. Silinip giderken de yine her zaman ki gibi ortada o anlamsız boşluğu bırakmıştı. İçinde ne bir heyecan, ne de bir duygu kırıntısı barındırmayan kocaman bir boşluk. Alışmıştı artık bu boşluğa. Onunla yaşamaya. Onu nasıl bu kadar sıradan karşıladığına da şaşırmıyordu artık. Nedenleri ile de yüzleşmiyordu. Her seferinde duyguları kelimelere dönüşmeye, anlamlı cümleler oluşturmaya başlamadan önce, onun hakkında düşünmekten vazgeçiyordu. Kırmızı ışıkta durduğunda bakışlarını genç adama doğru çevirdi. O an da bakışlarının içerdiği duygu, arabanın camında yağmurda sallanan sileceklere yönelttiği bakışların içerdiği duygudan farklı değildi.

Onların adına evlilik dedikleri şey artık, sessiz, umutsuz bir kader birliğiydi…

Bakışlarının yanlarında durmakta olan arabanın içinde birbirlerine büyük bir çoşkuyla bakmakta olan çifte kaydını fark edince başını yeniden önündeki camda bir sağa, bir sola sallanmakta olan sileceklere çevirdi...

Gözleri yine, durmak zorunda oldukları kırmızı ışığı fırsat bilip tutkulu bir şekilde buluşmuştu. Yanlarında durmakta olan arabanın içindeki kadının onlara kayan bakışlarını fark etmediler bile. İkisi de hala dün gecenin artçı şoklarını yaşıyordu. İkisi de susuyor. Sanki birbirlerine, en güzel sözlerin söylenmeye ihtiyaç duyulmayan sözler olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlardı. Her fırsatta birbirlerine kayan bakışları sanki herşeyi çözüyor, tüm soruların cevaplarını onlara veriyordu.

Genç adam, genç kadına, büyük bir arzu ile bakarken bir yandan da, onu düşünüyordu. Onun kendisine teslim olmasını, onu, bütün varlığı haline getirmesini asla istemiyordu. Onu benliksiz, içi boş bir kabuk gibi değil, onu bir bütün olarak istiyordu. O, kendinin farkına varmadan, kendini tamamen özgür kılmadan, onunla evlenmeyi düşünmüyordu. Onun kendisiyle kalmasını şiddetle arzuluyor ama aynı zamanda da neyse o olarak kalmasını da istiyordu. “Seni seviyorum” derken, o söze gücünü veren onun içindeki “ben”in varlığını da hissedebilmeyi çok istiyordu...

Adamın bakışlarındaki o güçlü sevgiyi her zaman ki gibi yüreğinin derinliklerinde hissederken, onu ilk tanıdığı günü anımsadı genç kadın. Onu daha ilk görüşünde, içinde bildiği, ihtiyaç duyduğu bir tanıma, bir buluşma duygusu hissetmişti. Bir tamamlanma, bir sona ulaşma duygusu. Bir süre birbirlerine hiç bir şey söyleyememişler sadece bakışmışlardı. Sanki aralarındaki bu sessiz geçen saniyeler onlara birbirleri hakkında herşeyi anlatmıştı. Sonraki günlerde ise büyük bir merak içinde beynindeki onunla ilgili, bir türlü silinmeyen düşüncelerin değişimini seyretmişti. Başka bir insanın varlığını bu kadar önemseyişini, onu kendine bu kadar yakın, sanki acil bir ihtiyacıymış gibi hissetmesini şaşkınlık içinde izlemişti. Onu çok seviyordu.

Bu yaşadıklarını anlatmak için aşk kelimesi kesinlikle tek başına yetersiz kalırdı. Onların bu yaşadıkları, uzun zamandır birbirlerini beklemekte olan, birbirlerinin varlığından hiç bir zaman kuşku duymayan iki insanın, büyük buluşmasıydı…

01 Ocak 2010
Haşim Arıkan