28 Şubat 2009

Senin tercihin hangisi?

Düşündün mü hiç? Acaba aşk diye yaşadıklarının, yaşattıklarının, aşık olduğun için kendine ve karşındaki kişiye yüklediğin o anlamların, aşk adına kendini ve ilişkini hapsettiğin o dar alanın ne kadar farkındasın? Yıllardır ne çok şey öğretildi değil mi sana, dinlediğin şarkılar , okuduğun satırlar, izlediğin filmler aracılığıyla, aşkı daha hiç yaşamadan onu hissedebilmen adına?

Hadi, alttaki paragrafa geçmeden önce gözlerini kapa sen de , en samimi duygularınla kendince yap bir aşk tarifi. Hayal et, birbirine aşık iki insanın sana göre olması gereken ilişkisini.

Aşk sence de; Her an birlikte olmak, herşeyi beraber yapmak, hep aynı fikiri paylaşmak, bireysel alanlarından vazgeçmek mi? İçinde kişisel ihtiyaçlarının karşılanmaması nedeniyle gitgide büyüyen öfkeye, isyana rağmen her zaman karşındakine “seni seviyorum” ruhunu yansıtabilmek mi? Karşındaki insanın hoşuna gitmeyeceğini düşündüğün tüm duygu ve düşüncelerini, arzularını dile getirmeyerek, sadece onun hoşuna gidecek şeylerden söz etmek mi?

Bir insan bu ruh halini, sence ne kadar sürdürebilir ki? Ne kadar zaman sonra içine attığı, bastırdığı dirençlerin üzerinde sence azalmaya başlar etkisi?

Düşündün mü hiç? Acaba aşkın, eleştiriler, yalanlar, verilipte tutulamayan sözler, inkarlar, suçlamalarla, uzun sessizliklerle dolu ikinci evresine geçilmesine sebep bu yalancı bahar evresi olabilir mi?

Peki senin, aşkın bu ikinci evresinde tercih ettiğin yöntem hangisi?

Ortaya çıkan her sorunda sürekli karşı tarafı suçlayarak kurban rolü üstlenmek mi? Ortaya çıkan sorunların sayesinde yeni bir şeyler keşfederek ilişkiyi daha keyifli hale getirmek için çaba harcamak yerine, bütün zaman ve enerjini kimin suçlu olduğunu bulmak için tüketmek mi? Sergilediğin davranışların, yaşadığın tüm olumsuz duyguların sorumlusu olarak hep karşı tarafı göstermek mi?

Kendi kendine kaldığın zamanlarda, yaşadığın ilişkilerde senin yaratmış olduğun durumların sorumluluğunu bugüne kadar hiç dürüstçe üstlenebildin mi? Onların yaşanmasını nasıl ve neden istemiş olabileceğini sorgulamayı hiç denedin mi? Onların nasıl ve nedenlerini bulup, çözümlerini üretebildin mi? Sence insan yaşadıklarının sorumluluğunu sürekli üzerine almaktan kaçarken yaşadıkları değişebilir mi?

Dürüstçe kendine itiraf eder misin?
Senin tercihin hangisi?
Tanımını yaşarken birlikte yaptığınız, herşeyiyle size özel, kaynağı tamamen siz olan gerçek bir sevgi ilişkisi mi?
Yoksa genel kabul görmüş tanımlara uygun, klasik bir aşk ilişkisi mi?
Önyargılar mı?
Özgür bir beynin, özgür bir ruhun, düşündükleri, hissettikleri mi?

28 Şubat 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: An Autumn in New York

25 Şubat 2009

Demek ki sen onların hiçbirini hakkıyla yaşayamamışsın.

Daha çok kendimle başbaşa kalmak istiyorum bu aralar, kendimle yalnız kalabildiğim bu anlarda da kendimi sorguluyorum sürekli. Düşünüyorum…. Acaba benim için herşey, gerçek anlamda ilk nerede ve ne zaman başladı? Beni bu keşif yolculuğuma ilk kim çıkardı, bugüne kadar kimler taşıdı? Kimler bana bugün söylediğim sözlerin ilk suflelerini verdi. Nelerin toplamıyım ben? Hatırlayamadığım neler dahil bana?

Yine böylesi duygular ve sorgulamalar içerisinde, akşam aynada ki o bir çift yorgun ve keyifsiz gözün sahibine bakıyorum. Saçlarındaki aklara, yüzündeki yılların oluşturmaya başladığı çizgilere takılıyor gözlerim. Sonrasında da kendimi onun ruhunun derinliklerine doğru yaptığım, plansız bir yolculuğun içinde buluyorum aniden.

Yaşadığım dönemden olsa gerek, her tarafta, bugüne kadar yaşadığım acıların, ızdıraplarımın, hayal kırıklıklarımın, endişe ve korkularımın, hüzünlerimin, doğma şansı bile bulamadan yitip giden aşklarımın, hayallerimin izlerini arıyorum. İçimde onların yıkılmalarıyla ortaya çıkan o büyük boşluğa ulaşmaya çalışıyorum. O boşluğa yayılmış olan acının kokusunu solumak, havada uçuşan yarı görüntü, yarı sözcük parçacıklarına dokunmak istiyorum. Ama ne bir kalıntı, ne de bir iz, hiçbir şey bulamıyorum. Gardım ağırlaşıp, düşüyor. “Yazık, çok yazık” diyorum.

”Demek ki sen onların hiç birini hakkıyla yaşayamamışsın.”

İşte tam o anda uzun süredir sesini duymadığım yüreğimin sesi ulaşıyor kulağıma. Ona doğru baktığımda, geçmişin bir süredir üzerime çöreklenen o yoğun sisinin dağılmaya başladığını ve sisin ortasın da durmakta olan acının yüzündeki o ağır peçenin yavaş yavaş kalktığını görüyorum. Peçenin kalmasıyla birlikte ortaya çıkan mutluluğun o aydınlık yüzüne bakıp gülümsüyorum. Gözgöze gelmemizle birlikte, artık herşeye onun gözleriyle bakmaya başlıyorum. Hepsi birden bambaşka anlamlara bürünüp sıralanıyor karşımda.

O an, insanın zihniyle, yüreğiyle, ruhuyla, onu oluşturan tüm yaşanmışlıklarına, eşit davrandığında, aralarında hiç bir ayırım yapmaksızın hepsini severek, bağışlayıp, kucakladığında, onlarında bedeninde nasıl büyük bir ustalıkla eriyip, kaynaştıklarını, nasıl muhteşem bir bütün oluşturduklarını fark ediyorum.

Ruhumun derinlerinde yaptığım, bana huzuru ve mutluluğu getiren bu yolculuk sona erip, yeniden yaşadığım an’a geri döndüğümde, aynada bana bakmakta olan keyifli dostuma ben de keyifle gülümsüyorum. Saçında ki aklara, oradan da yüzünde ki yılların oluşturduğu o çizgilere dokunuyor parmak uçlarım. Yaşamımın bu sessiz şahitlerini ne kadar çok sevdiğimi bir kez daha fark ediyorum. Aynada bana bakan o keyifli yüze bakarak, dilimin ucunda ona ulaşmak için sabırsızlanan kelimeleri serbest bırakıyorum.

“Seni seviyorum. Seni affediyor ve özgür bırakıyorum.”

20 Ekim 2007- 24 Şubat 2009
Haşim Arıkan

23 Şubat 2009

Bab' Aziz

- Hassan, seni bekliyordum.
- Beni mi bekliyordun?
- Ölümüme şahit olman için.
- Neden ben? Ben ölümden çok korkarım.
- Bu yüzden. Annesinin karnında karanlıklar içinde yatan bir bebeğe; “Dışarıda ışıkla dolu bir dünya var. Yüksek dağlar, büyük denizler, sonsuz ovalar, çiçek dolu bahçeler, dereler, yıldızlarla dolu gökyüzü, sımsıcak güneş.... Ve sen dışarıda bunca harika şey varken burada karanlıkta kalmışsın...” dersen. Doğmamış çocuk bu harikalardan habersiz olduğu için hiçbirine inanmaz. Aynı bizim ölüm için düşündüklerimiz gibi.. Hepimiz bu yüzden korkuyoruz.
- Ama ölümde ışık olmaz. Çünkü o herşeyin sonu.
- Ölüm neden hiç başı olmayan bir şeyin sonu olsun. Hasan evladım benim düğün gecemde mutsuz olma.
- Senin düğün gecen mi?
- Evet. Sonsuzlukla düğünüm.

Bab' Aziz filminden alıntı...

23 Şubat 2009
Haşim A.

20 Şubat 2009

Bu yazım sanadır be eskici...

Selam eskici.
Söyler misin bana?
Herşeyin eskisi gerçekten çok mu değerli?
Bu yüzden mi sürekli biriktirip, bir türlü atmaya kıyamıyorsun içindekileri?
Senin için anlamını çoktan yitirmiş, acıları, öfkeleri, üzüntüleri.

Hiç düşündün mü be eskici?
Yıllardır özenle içinde biriktirdiğin o acıları, zaman zaman bir daha elden geçirmeyi.
Onların önemi, değeri yıllar boyu senin için hiç değişmez mi ki?
Yoksa sen de mi fark edemedin?
O içindeki üstüste yığılı acıların, zamanla aslında nasıl anlamlarını yitirip, birer birer duygu çöpüne dönüştüklerini. Bir süre sonra senin için ifade ettikleri değersizliği, hiçliği.
Ne tuhaf, insan hiç anlayamıyor değil mi? Bu garip oyunu kendine, zihninin düzenlediğini.

Bir düşün be eskici.
Hiç işine yarıyor mu, özenle biriktirdiğin bu duygu çöpleri?
Beyninde yer işgal edip, beynini meşgul ederek, seni asıl önemli olandan; bulunduğun andan uzak tutmaktan gayri.

Hadi eskici.
Sende çok iyi biliyorsun ki, hayat hızla akıp giden, azgın bir nehir misali.
Zaman hepimiz için çok değerli.
Vakit, anın keyfini dibine kadar çıkarabilmek için, bu tuhaf bağımlılıktan kurtulma vakti.
Hadi ayıkla at artık içindeki şu son kullanım tarihi geçmiş acıları, duygu çöplerini.
Ki…
Gelsin onların yerine sana mutluluk ve keyif verenleri.

18 Şubat 2009
Haşim Arıkan

19 Şubat 2009

Çokluğumun içinde sıkıştım, gitgide kayboluyorum.

Kendimden o kadar uzaktayım ki bugün.
Ne kadar uzansam da bir türlü bana dokunamıyorum.

Hayatıma sinsice girmiş bir hırsızım ben bugün.
Bana dair anları sessizce benden çalıyorum.

Tanıdık, eski bir cümleyim sanki bugün.
Bütün kelimeleri ezbere biliyor ama anlamını bir türlü hatırlayamıyorum.

Dönüştüren miyim, dönüşüm müyüm, dönüşen miyim,
Yoksa hepsi mi benim?
Bilmiyorum...

Belki de diriliş öncesi bir ölümü yaşıyorum bugün...

17 Şubat 2009
Haşim Arıkan

17 Şubat 2009

"Her şey ilk" dedi kadın sonra....


"Her şey bir anda olmuştu; ağzından kelimeler nasıl döküldü anlamadı bile adam… Kadın onu aldatmıştı… Biliyordu adam aldatıldığını yıllardır, ama söylemiyordu… Kadın, aldatmış olduğunu yüzüne bir tokat çarpan adama baktı… Yıllardır biliyordu adam onu aldattığını ama neden şimdi söylemişti…
Adam kısık sesiyle sadece “neden ?” diye bildi ve kadın anlatmaya başladı…
“Her şey ilk… " (1)


Cümlenin devamını getirmedi…, getirmek istemedi genç kadın. Kurmaya başladığı ve beyninde onu takip etmek için sıraya giren diğer cümlelerin içerdikleri detayın anlamsızlığını fark etti. Sustu. Gözlerini kapadı ve derin bir nefes aldı. Düşünceleri onu bulunduğu andan sessizce alıp, zamansız bir zamana taşıdı.

Çok kısa bir süre önce kendine ve yaşadıklarına dair aldığı kararları hatırladı. Artık dikkat ettiği, istediği tek şey vardı o da, ona kendini mutsuz hissettiren herşeyin, ardında yatan gerçek nedenlere ulaşmak, sırası gelenle yüzleşerek, yıllardır taşıdığı o ağır yüklerinden kurtulmak. Her seferinde onları gözyaşları ile karşılayıp, sevgiyle uğurluyordu. Her vedanın sonrasında da biraz daha özgürleştiğini hissediyor, özgürleştikçe de hayattan aldığı tadın çok daha yoğunlaştığını fark ediyordu.

Adamın ona sorduğu “Neden?” sorusunu çok değil, daha bir kaç gün önce o da kendisine sormuştu. Verdiği cevap. Beyninde yeni sorular doğurmuş. En son sorunun cevabı ise onu yıllardır hiç fark etmeden içinde taşıdığı değersizlik ve sevgisizlik korkularıyla buluşturmuştu. Ama artık korkularıyla karşılaştığında ne yapması gerektiğini iyi biliyordu. Karşısına çıkan hiç bir korkusunu reddetmeye, bastırmaya çalışmıyor. Onları teker teker kabulleniyor, onların beyninde oluşturdukları barkodları, tek bir duyguya, hepsini yüreğinde hissettiği o yoğun sevgiye bağlıyordu. İçindeki bütün korkuları yavaş yavaş sevgiye dönüşüyordu. Yeni başladığı bu keyifli içsel yolculuğunun, her anının tadını doya doya çıkarmaya çalışıyordu.

Adam anlamsız bakışlarla, karşısında bir süredir gözleri kapalı sessizce duran kadını izliyor. Onun ağzından çıkacak cevabı merakla bekliyor. Bir yandan da şu anda neler hissettiğini, neler düşündüğünü anlamaya çalışıyordu.

Kadın sonunda gözlerini açtı ve adama doğru yaklaştı. Önce elleri adamın yanaklarına uzandı, ardından da dudakları dudaklarına. Adamın dudaklarına son bir veda busesi bıraktı.

“Teşekkür ediyorum” dedi. “Bana beni fark ettirdiğin, özgürleşip, içimdeki gerçek ben’e ulaşma yolculuğumda bana yardım ettiğin için.“ Kadının bu söylediklerinden hiç bir şey anlamadı adam. Son bir umutla bir kez daha tekrarladı “Neden?”

”Neden mi?” dedi kadın. Adama sevgiyle gülümsedi. “Benim neden’imi boşver. O benim nedenim. Benim gerçeğim. Emin ol onu öğrenmen sana hiç bir fayda sağlamayacak, yaşamış olduklarını değiştirmeyecek. Onları asla hafızandan silip yok etmeyecek. Seni rahatlatmayacak. Ama “Neden?” sorusunu kendine sorup, kendi neden’ini kendine dürüstçe itiraf edebilirsen, onun ardında yatan kendi gerçeğinle yüzleşip onu kabullenebilirsen, belki de bu yaşadıkların hayatın boyunca bir daha tekrar etmeyecek.”

Genç kadın okumakta olduğu kitaptan gözlerini ayırdı, yatağın sol tarafında uyumakta olan kocasına baktı. Acaba o da biliyor muydu? Kendi korkularına, kendi gerçeğine ulaşabilmek umuduyla, kendisine “Neden?” diye sordu...

17 Şubat 2009
Haşim Arıkan


15 Şubat 2009

Ne anladın peki bu yaşadıklarından?


Günüm gelmiş, insan olmuşum.
Yeryüzüne inmiş, üzerime bir beden giyip doğmuşum.
Mutluluk, sevinç gözyaşı olup, hayatlara dokunmuşum.
İlişkiler yaşamış, duygularla tanışmışım.

Hep sevilmeyi istemiş, kendimi bir türlü sevememişim.
Duygulara acıkmış, onları kendi içimde yaratmayı becerememişim.
Değerli olmaya çalışmış, kendime hiç değer vermemişim.
Kendimle karşılaştıkça, hep kaçıp, başka yollara sapmışım.
Önüme çıkan çukurlara kızmış, kendime en çok çukuru da kendim kazmışım.
Herkesle bütünleşmek istemiş, kendimle bir türlü bütünleşememişim.
Her zaman mutluluğun peşinde koşmuş, kendime neyle mutlu olduğumu sormayı hep unutmuşum.
Sürekli seçimler yapmış, kararlar almış, sonuçları istediğim gibi olmayınca topu hep kadere atmışım.

Bu keşif yolculuğunun bir gün bitebileceğini hiç düşünmezken,
Bir gün yolun sonuna ulaşmış, toprakla sarmalanmışım.
Bana “Ne anladın bu yaşadığından?” diye sormuşlar.

Verecek bir cevap bulamamışım!

15 Şubat 2009
Haşim Arıkan

12 Şubat 2009

Hayatı züccaciye dükkanına girmiş bir fil gibi yaşarsın...



Söylemek gelir içinden, ama bir türlü dile getiremezsin.
Susmak gelir içinden ama susup da kenara çekilemezsin.
Sıkıntıdan patlar için, sense mutluymuş gibi gülümsemeyi seçersin.

Sürekli hissettiklerini gölgeler, duygularını bastırırsın.
Her geçen gün, gerçek düşüncelerini gizlemekte biraz daha ustalaşırsın.

Bunu;
Kimi zaman karşındakini üzeceğin endişesiyle yaparsın.
Kimi zaman yanlış anlaşılıp yalnız kalmaktan korkarsın.
Kimi zamansa reddedilme ihtimali engeller seni.
Sürekli …………. olduğun da, ………… yaptığın da diye boşluklarının dolmasını beklediğin cümlelerine tutunur, hiç biri gerçek bir neden olmayan bir sürü mazeretin ardına sığınırsın.

Kendini, kimseye zarar vermeden özgürce ifade edebilmenin yollarını keşfetmek yerine, kendini tamamen unutup, hayatını başkalarının beklentilerine göre yaşamaya alışırsın.
İplerin senin elinde olduğuna inanıp sürekli kendini kandırırsın.
Oysa ipleri hep başkalarının beklentilerine göre oynatırsın.
Yaşamının idaresini korkularına teslim ettiğin için, sahip olduğun potansiyelin çok altına bir yaşama hapsolur, hiç risk almadan yaşayıp, yapabileceğinin en iyisinin bu olduğu yalanıyla kendini kandırırsın.
Gerçek sevginin, mutluluğun bu olduğuna kendini inandırır, herkes tarafından sevildiğinde, seninde mutlu olacağını sanırsın.

Ne acının gerçek tadına varır, ne de mutluluğun o büyük coşkusuna kapılırsın.
Ne tutkuyla sarılabilir ne de içinizi kavuran bir öfkeyle sarsılırsın.
Ne doruklara ulaşır, ne de diplerle tanışırsın.
Yaşadıkların hep eksik, hep yarım kalır içinde!
İz bırakmadan kaybolmaları için onlara şans tanımaz, sürekli geri dönüp bir şeyleri değiştirmek, tamamlamak için uğraşırsın.

Hayat, kendini aradan çekip, sadece onunla aranızdaki muhteşem uyumu hissetmeni bekler senden.
Sense hayatı, züccaciye dükkanına girmiş bir fil gibi hep tedirgin, hep kontrol altında yaşarsın.

17 Ekim 2007 – 11 Şubat 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Ashes and snow

8 Şubat 2009

Hepinize çok teşekkür ediyorum!

Doğduğum günden beri bıkmadan, usanmadan bana nasıl davranmam, nasıl bir insan olmam, neye inanıp, neye inanmamam, neyi yapıp, neyi yapmamam, neleri düşünüp, neleri düşünmemem, neleri hissedip, neleri hissetmemem gerektiğini, neyin kabul edilebilir, neyin kabul edilemez, neyin iyi, neyin kötü, neyin güzel, neyin çirkin, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu öğrettiniz. Üstelik bütün bunları daha ben doğmadan önce, benim yerime düşünüp, hazırlamışsınız. Bunun için hepinize teşekkür ediyorum.

Düşünüyorum da, bugüne kadar sizleri ne kadar yanlış tanıyıp, sizlere karşı ne kadar haksızlık etmişim. Bunca zaman boşu boşuna, sizlerle inatlaşıp, kendi gerçeklerimi, kendi inanç sistemimi yaratmaya çalışmışım! Kendi deneyimlerimden yola çıkarak, bireysel beynimin yarattığı özgün düşüncelere kendimi kaptırmış, doğru olanın, bu düşüncelere, bireysel kimliğime sahip çıkmak olduğunu sanmışım!

Belki biraz geç oldu ama; sizlerin sürekli tekrarlarınız, bana uyguladığınız ödülleriniz ve cezalarınız sayesinde, nasıl yaşayacağımı, nasıl bir insan olacağımı artık biliyorum. Bundan sonra bana doğru diye aktardığınız tüm bilgileri, kendi düşüncem, kendi inancım olarak koşulsuzca kabul ediyorum. Bana gösterdiğiniz tüm gerçekleri, kendi gerçeklerim olarak özenle beynime kaydediyorum. Yargılarım artık sizin yargılarınızla birebir uyumlu. Artık tamamen sizin bir kopyanız gibiyim. Yani, tam benden beklediğiniz, olmam gereken kişiyim.

Bunun içinde artık, sizler tarafından kabul gördüğümü, onaylandığımı hissedebiliyorum. Sizleri memnun edebiliyorum. Hele zaman, zaman bana iyi bir insan olduğumu söylüyorsunuz ya, bilseniz bu sözlerinizi duyduğumda kendimle ne kadar gurur duyuyorum. Sizin sevginize, saygınıza layık olabildiğime hala inanamıyorum.

İçimdeki “ben” mi?

“Ben” diye bir şey yok. Bu tamamen bencil ve egoist insanların bir uydurması. Ve acı olan bugüne kadar ben de onların bu yalanına inananlardandım. Tamamen kendime, nasıl düşündüğüme, ne hissettiğime, nelere sahip olup, nelere sahip olmadığıma odaklanmıştım. Ama dünya üzerinde yaratılmış bu mükemmel düzeni ayakta tutan sizlerin sayesinde, sonunda gerçeği gördüm ve bütün bu yanlışlarımdan vazgeçtim. Artık kendimi düşünmüyorum. Bireysel kimliğimi yırtıp attım. Ruhumun adını hafızamdan tamamen kazıdım. Artık mantık da yürütmüyorum. Sadece inanıyorum. Size sonuna kadar katılıyorum.

Meğer hayatta esas önemli olan, herkesin, tüm dünyanın paylaştığı o geniş kimliğin bir parçası olabilmekmiş. Şu anda bunu başarmış biri olmanın keyfini çıkarıyorum.

Mutlu muyum?

Biri bana “Mutlu musun?” diye soruyor. Ona ne diyeyim? Bu şekilde yaşamaktan, mutlu mu olmalıyım?

08 Şubat 2009
Haşim Arıkan

5 Şubat 2009

Bütün bildiklerini unut, sadece hisset...

Yalnızlığın lüksü içinde yaşadığı dairesinin camından, akşam karanlığının yavaş yavaş çökmekte olduğu şehire doğru baktı. Binaların yavaş, yavaş yanan ışıklarının, şehrin sülietini oluşturmalarını izledi bir süre, keyifle. Elindeki şarap kadehinden bir yudum alıp, müzik setine doğru yöneldi. Son bir kaç gündür değişmeyen cd’yi bir kez daha kutusundan çıkartıp, cd çalara yerleştirdi ve sesini çok hafif açtı. Odanın içine yayılmaya başlayan müziğin tınıları, onun kulaklarına ulaştığında büyük bir keyifle gözlerini kapadı. Çalan parçanın o inanılmaz güzellikteki giriş bölümü bitene kadar, sanki bestesine karşı bir saygı duruşunda bulunurcasına, olduğu yerde hiç kıpırdamadan durdu ve içten gelen bir arzuyla gülümsedi.

Parçanın giriş bölümünün sona ermesi ile birlikte, şehrin sülietine bakan koltuğuna oturdu. Çöken karanlıkla birlikte, binalardan kaldırımlara dökülmeye başlayan ışıkların altında, her yöne doğru akmakta olan insan kalabalıklarını izledi bir süre. Günün cumartesi, mevsimin bahar, havanın harika olması kaldırımlardaki kalabalığı iyice artırmıştı. Elele yürümekte olan çiftleri takip etti gözleri. Yaşadıkları, yaşamakta oldukları aşkları, aşklarına yükledikleri ya da onlara yüklettirilen anlamı düşündü. Bu düşüncesinin sonuçsuzluğunu fark edince de, gülümsedi ve başkalarının yaşadıklarını anlamaya çalışmak yerine, kendisinin uzun süredir uzak kaldığı bu harika duyguyu kendince tanımlamaya çalıştı. Uzun zamandır aşık olamadığı için mi aşka çıkar karıştırıldığını düşündüğünü, yoksa aşkın içinde var olan çıkar ilişkisi yüzünden mi artık aşık olamadığını düşündü. Karar veremedi. Kimbilir dedi. Belki de, ikisi de doğru.

Anlamını onu yaşayanların verdiği, yaşayanlara bir anlam katmayan bir duygu hayal etti. Katıksız, saf ve ortaya çıktığı anda kendinden başka hiç bir duyguya yer bırakmayan bir duygu. Onu yaşarken alınan bütün zevklerin, verilen zevklerle karşılandığı yoğun bir duygu. Bir tarafın zevkinin, diğer tarafın acısıyla elde edilmediği, bir tarafa kazandırırken, diğer tarafa kaybettirmeyen bir duygu.

Bu duyguyu yaşayan insanların, birbirlerine bağımlı olmadıklarını, birbirlerinin vereceklerine ihtiyaçları olmadığını, tam ve bütün olduklarını düşündü. Bu haldeyken birlikte olmayı arzuladıklarını. Amacı, birbirlerini bir şeylere sahip etmek olmayan şeyleri, birbirlerine verdiklerinde alacakları hazzı hayal etmeye çalıştı. Bir şeyin sadece içten gelen arzuyla verildiğinde hissedilecek olan o büyük hazzı....

05 Şubat 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Coco Chanel & Igor Stravinsky