25 Şubat 2008

Söyleyin bana sizce nedir ölüm?

Söyleyin bana sizce nedir ölüm?

Nasıl, hangi koşulda geldiği midir ona anlamını yükleyen?
Kaçınılmaz bir son mudur ölüm? Asla karşı konulamayan!
Yoksa bir ceza mıdır? Hakime kalemini kırdıran.
Bir kurtuluş mudur ölüm? Tüm acılardan, sıkıntılardan. Dayanacak gücün kalmadığında sığınılan.
Ya da yepyeni bir başlangıç mıdır? Bir bilinmeze doğru yelken açılan.

Söyleyin bana sizce nedir ölüm?

Neden korkarız ki tanımını bile tam yapamadığımız halde bu kadar ondan?
Onun bilinmeyen olması mıdır, yoksa bildiklerimizin onunla birlikte son bulması mıdır bizi asıl korkutan?
Onun korkusu mudur bizleri gerçekten de, adil, vicdan sahibi, ahlaklı yapan?

Acaba hayat mı çok sever sürekli bizi onun korkusuyla tehdit etmeyi, korkumuzu hep körüklemeyi?
Yoksa biz mi çok severiz sürekli onun korkusuyla beslenmeyi, birbirimizi özenle beslemeyi?
Onun acısını bile yine onun korkusuyla unutmayı denemeyi!

Söyleyin bana sizce nedir ölüm?

Neden vazgeçemeyiz onun bu korkusundan?
Hayatı hep eksik, hep yarım yaşayıp, yaşadıklarımızı tam anlayamamamız mıdır bizi ondan bu kadar çok korkutan...
Kapının bu tarafında gözümüzü açtığımızda bizi büyük bir çoşkusuyla taçlandırıp kapının diğer tarafını ise ürkütücü ve umutsuz olarak niteleyip,sanki her şeyin sonuymuş gibi algılatan.

Söyleyin bana sizce nedir ölüm?

Siz de korkar mısınız, hiç konuşmaz mısınız ondan?
Mutlu olamaz mısınız onun insanları artık korkutmadığı bir dünyada yaşamaktan...

22 Şubat 2008
Haşim Arıkan

Fotograf: Ashes and Snow

18 Şubat 2008

Sadece benim duyduğum o gizemli sesin sahibi….

İnanın onunla ilk ne zaman karşılaştığımı hiç hatırlamıyorum. Aslında onun gerçekten var olup, olmadığı konusunda zaman zaman tereddütler yaşamıyor da değilim! Kimi zaman en az ben kadar gerçek, en az benim kadar güçlüymüş gibi hissediyorum, kimi zaman ise acaba onu ben mi yarattım düşüncesine kapılıveriyorum.

Ama bildiğim ve emin olduğum tek bir şey var ki, o da; her zaman onun için en uygun olan, benim için ise hiç uygun olmayan zamanı çok iyi hissediyor olması. Sanki pusuda bekleyen sinsi bir düşman gibi, saldırıya geçmek için hep benim en zor da olduğum anları kolluyor. Bu yüzden de onunla her karşılaşmam ister istemez aramızda bir düelloya dönüşüyor. Beyine ulaştığı an da tüm sinirleri alt üst eden o acımasız, en sivri kelimelerin tetiklerinin çekildiği düellolara.

Kendimi bildim bileli yakaladığı hiç bir fırsatı kaçırmadı üzerime çullanmak için bugüne kadar. Bana karşı her zaman zalim, her zaman tehdit ve tahrik edici, her zaman acımasız. Bende ki her boşluğu, her eksikliği, her zayıflığı, her korkuyu bana göstermek, günahlarımı, hatalarımı, kendime koyduğum sınırları yüzüme vurmak sanki onun birincil görevi. Bilmediğim yada bilmek istemediğim karanlık bölgelerimi gözüme sokmak ona büyük bir zevk veriyor sanki.

Biliyor musunuz? Onunla birlikte geçirdiğimiz bunca yıla, bunca olumsuzluğa rağmen, hala onun, müttefikim mi yoksa düşmanım mı olduğu çözemedim. Amacı canımı mı yakmak, yoksa ayna tutarak bana yardımcı mı olmak, ben onsuz, o bensiz yaşayabilir miyiz bilemiyorum. Ne o bensiz ne de ben onsuz olmazmışız gibi geliyor bana.

Sakin düşündüğüm de “o” sanki sürekli, kendimde neyi değiştirmek, neleri elden geçirmek, hissetmek ve bilmek istemediğimin sinyalini veriyor bana. Benim duymak istemediğim gerçekleri, tüm çıplaklığıyla yüzüme haykırırcasına. Sanırım bana karşı bu kadar acımasız olmasının sebebi, benim onu sevgisiz bölgemde yaşatmam. Benim onunla sürekli düellolar yapmak zorunda kalmamın sebebi ise, galiba kendimi yüreğimde bağışlamayı daha yeni yeni öğreniyor olmam..

Hey, içimdeki gizemli sesin acımasız! sahibi, sana söylüyorum. Galiba seni artık yavaş yavaş tanıyorum. Seninle nasıl başa çıkabileceğimi az biraz keşfediyorum. Ben kendimi her koşulda yürekten bağışlamayı ve sevmeyi öğrendikçe, senin gitgide güçsüzleşeceğini hissediyorum. İşin en enteresan tarafı ne biliyor musun? Bunca yıldan sonra sanki…….. sanki……… ben seni sevmeye başlıyorum.

17 Şubat 2008

Haşim A.

16 Şubat 2008

Dünya sen böyle olduğun için bu halde; bunun tersi olamaz.

“Yapma” diyor içimdeki ses “Yeter! Bugüne kadar uyguladığın seni hiç yere götürmeyen davranışlarından artık vazgeç. Görmüyor musun? Durum her geçen gün biraz daha sarpa sarıyor.” Onunla tartışacak bir halde değilim. “Sus” diyorum “Sus, ne olur yine başlama. Senin hiç bir şey bildiğin, hiç bir şeyden anladığın yok.”

“Sandığından fazlasını biliyor, bildiğinden fazlasını düşünüyorum” diyor. “Bırak artık mantıklı, bilinen ve risksiz çözümlerin kısır döngüsünde inatla dolanıp durmayı, biraz risk al rahat ettiğin bölgeden dışarı çık. Bağımlılıklarından kurtul.”

"Kolay mı sanıyorsun...?" diyorum. "Geçmişten ruhuna ve beynine saplanmış, zamanla sana kaynamış, seninle bir bütün haline gelmiş o kancalardan kurtulmayı denemek. Seni her zaman süratle korkularına ulaştıran, şüphe ve endişelerine gülümseyerek sırt çevirebilmek. Soğuk kanlı bir şekilde kabullendiğin korkularının, karşı konulamaz ızdıraplarından kolayca vazgeçebilmek. Yıllardır biriktirdiğin, geçmişin o çok özel pişmanlıklarına bir kerede elveda diyebilmek.

Kolay mı sanıyorsun...? Beynine sabit kalemle yazdığın, önyargılarını, sabit fikirlerini hiç bir iz kalmaksızın silebilmek. Kendini içinde güvende hissediğin sınırları tamamen ortadan kaldırabilmek. Düşlerinin yıllardır kırık kanatlarını iyileştirip, onlarla yeniden uçmaya cesaret edebilmek. Beynindeki, kime ait bilemediğin onca parmak izini, fütursuzca temizleyebilmek.

Kolay mı sanıyorsun...? Her tarafa dağılmış benliğini toplayıp yeniden birleştirmek. Onları tam ve bütün bir hale getirebilmek. Onaylanmış düşünceler gettosundan, düşünce köleliğinden vazgeçebilmek. Yeniden kendi kendinin efendisi olabilmek. Hiç kimseye yaslanmadan, tek başına dimdik ayakta durabilmek.

Kolay mı sanıyorsun...? Özgür olabilmek! Bağımlılıklarından kolayca vazgeçebilmek!"

“Hadi” diyor “Rahatla artık biraz. İçinde çözüm ol! Dışarıda ise özgür! Ortada ne çözülecek bir sorun, ne kendini korunman gereken kötü bir şey, ne de savaşman gereken bir düşman var. Eğer rol almak için doğduğun bu anlaşılmaz “hikaye” ‘ye kuşbakışı bakabilirsen, evrenin her zaman senin yanında olduğunu keşfedeceksin. İçinde ortaya çıkan her deliliğin, her çatışmanın ve her suçluluğun tek kaynağı sensin. Eğer yüreğinde kendini iyileştirebilir, koruyabilir ve sevebilirsen, seni yine senin, evet bir tek senin iyileştirebileceğini, koruyabileceğini ve sevebileceğini fark edeceksin.”

Kucağımdaki kitabın(*) yere düşmesi ile beni alıp götürdüğü düşten uyanıp içinde bulunduğum an'a geri geliyorum. Eğilip kitabı yerden almaya çalışırken, gözüm kitabın yerde açılmış olan sayfasındaki bir cümleye takılıyor.

“Yaşadığın dünya sen böyle olduğun için bu halde; bunun tersi olamaz”

13 Şubat 2008
Haşim Arıkan



(*) Tanrılar Okulu - Stefano Elio D'Anna

10 Şubat 2008

İşin aslı...

Önceden öğrenenler, indirimli fiyattan öğrenirler.
Otoriteden öğrenenler, özgürlük bedeliyle öğrenirler.
Deneyerek öğrenenler, etiket fiyatından öğrenirler.
Yaşamdan öğrenenler, gecikme zammıyla öğrenirler.
Yaşamdan da öğrenemeyenler, boşa gitmiş yaşamlarıyla öğrenirler.
Arthur Miller


Öğrenmek....
Sanki insanın hayata geliş nedeni!
Ya da adına hayat dediğimiz sürecin ta kendisi!
Öğrenmek, fark etmek, keşfetmek…
Belki bir kere. Belki de denildiği gibi, bir daha, bir daha, bir daha...
Farklı, farklı bedenler de, farklı, farklı zamanlar da.
Ta ki sen öğrenmen gerekeni öğrenene dek.

Peki hayattan öğrenmemiz gereken ne?
Buna karşılık dünya bize ne öğretiyor?
Acaba ikisi birbiriyle örtüşüyor mu?

Düşünün bir isterseniz.
Hepimizin düşündüğünde heyecanlandığı, üzerine hayaller kurduğu bir gelecek।
Öte yandan içinde yaşadığımız dünyanın, başımıza gelecekler üzerine yıllardır beynimize ektiği korkular, şüpheler, öfkeler, endişeler, düş kırıklıkları.
Acaba bizi bekleyen gelecek gerçekten de dünyanın bize anlattığı, bu ızdırap yüklü geçmişte mi saklı?
Yaşayacaklarımız her zaman yaşanmış olanların bir tekrarı mı?
Dünyanın sürekli kulağımıza fısıldadığı bu ızdırap yüklü geçmiş ezgisi, geleceğimizi böylesine etkileyip bizi bu kadar sınırlandırmalı, gelecek ufkumuzu rehin almalı mı?
Geleceği geçmiş‘le sınırlamak sürekli tekrarlanan bir geçmişin sonucu mu, yoksa onun asıl nedeni mi?

Hayattan öğrenmemiz gereken;
Dünyanın bize öğretmeye çalıştığı gibi; “gelecek, yinelenen bir geçmiş mi?" Yoksa, “gelecek, sınırsız, sana özel olan mı?"

İşin aslı, inanmak için daha önce yaşanmış olmasına bakmak değil, yaşamak için önce inanmak mı?

10 Şubat 2008
Haşim A.