25 Aralık 2012

İlişkiler ve düşünceler...

Diyorum ki;
Hayatımı artık hiç bir şey düşünmeksizin yaşamak istiyorum…

Diyor ki;
İnsan düşünmeden yaşayamaz!
Yaşamak “ilişkiler ve -onlara dair- düşünceler" dir.
İnsan olmayı seçip, ruhunun üzerine bu bedeni giydiğin gün bu gerçeği de kabul etmişsin demektir.
Doğmak, ilişkilere ilk adımı atmaktır.
İlişkilerse düşünmek.
Düşünmek, hissettiklerini tanımlamaktır.
Tanımlarınsa,
Sevgidir.
Acıdır,
Özlemdir..
Öfkedir.
Nefrettir.
Aşktır.
Korkudur.
Mutluluktur....
.......
....

Diyorum ki;
Ben yoruldum artık yaşamaktan, yaşadıklarımdan.

Diyor ki;
İnsanı yoran, bitmeyen tekrarlardır.
Oysa yaşamak, hiç durmadan ileriye yürümektir.
İleriye yürümek, sana yeni ilişkileri getirir.
Yeni ilişkilerse, yeni düşünceler için sana yeni bir şans verir
Yeni düşünceler ise sana daha önce yaşadıklarını bile farklı hissettirir.

Yaşanan bu değişim;
Kimilerine göre kendini red etmektir.
Kimilerine göre ise kendini keşfetmek.

Kolay olan,
Bu değişimi red edip, zihnindeki düşüncelere esir düşmektir. Hep aynı düşüncelerin, seni sürekli aynı hislere ulaştıran o kısır döngüsüne kendini hapsetmektir.

Önemli olan,
Tutarlı olmak değil. Her zaman kendin için en doğru olana ulaşmayı istemektir.
Senin için doğru olanı bulabilmek içinse önce kendini tanıman, keşfetmen, anlaman gerekir.
Kendini tanıman, anlaman ise “yaşadığın ilişkiler ve -onlara dair- düşünceler” in sayesinde gerçekleşir.

06 Temmuz 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Promised Land

24 Aralık 2012

Günahların da içtenlikli bir günahkara öğretecekleri var, tıpkı erdemlerin bir ermişe öğrettikleri gibi...


Hayat hayatla besleniyor, insan hayatla, yaşadığı ilişkilerle.
Gece gündüz gibi sürekli yer değiştiriyor herşey.
Bir kendini hatırlıyor insan, bir unutuyor.
Bir özgür bırakıyor, bir yargılıyor, tutsak alıyor.
Kimi zaman gerçeklere ulaşmaya çalışıyor.
Kimi zaman sahte olandan uzaklaşmaya.
Aslında sahte olandan uzaklaşırken gerçeklere de yaklaşıyor.
Gerçeklere ulaşmaya çalışırken de sahte olandan uzaklaşıyor.

Geldiği her yol ayırımda bir tercih yapıyor - kah ipleri düne bağlı düşüncelere dalarak, kah hayalinde canlanan görüntülere bakarak- aynı zamanda da bir şeylerden vazgeçiyor.
Yürümeye başlıyor, seçtiği, girdiği yolda.
Ardından tereddütler,korkular, endişeler yeşermeye başlıyor beyninde, acaba bu yol doğru olan mı diye!
Varsayımlar, önyargılar -bulutların güneşi etkilemeksizin örtmesi gibi- gerçekleri yavaş yavaş kapatmaya başlıyor.
Yüreğinde çalan şarkılar bir süre sonra yerini çığlıklara bırakıyor.

Oysa yolun hiç bir önemi yok. Önemli olan sadece ileriye doğru yürümek.
Olmak zorunda olan her zaman olmaya devam ediyor.
Daima devinen, öğrenen, keşfeden, gelişen olmak insanın istese de vazgeçemeyeceği kaderi.
Yürüdüğü sayısız yolun sadece en sonuncusu onu hedefine ulaştırsa da, ondan önce yürüdüğün tüm yollar, onu varmak istediğin asıl hedefe biraz daha yaklaştırıyor.
İçten, dürüst, kararlı yürümeye devam etmek belki de tek koşul.
Yeni bir farkındalığa ulaştırdığı sürece neyi yaşadığının bir önemi var mı ki?

Günahların bile içtenlikli günahkara öğretecekleri var, tıpkı erdemlerin bir ermişe öğrettikleri gibi.

Yürüdüğü yolda gördüğü, işittiği, dokunduğu, hissettiği, düşündüğü, umduğu herşey tamamen öznel.
İsimsiz olanı isimlendiren, tanımsız olanı etiketleyen, şekilsiz olanı şekillendiren insanın yine kendisi.
Su nasıl içinde bulunduğu kap tarafından şekillendiriliyorsa.
Yaşananlar da tamamen zihin tarafından şekilleniyor, projekte ediliyor, kendi tarzında renklendiriliyor.
Herşey zihinde oluşmuş neyin gerçek olduğu kanısına bağlı.
İnsan aslında kendi iklimini kendisi yaratıyor.

Ne büyük tesadüf ki!
Bütün yollar sonunda insanı kendisine ulaştırıyor.
Her yolun sonunda insanı sadece kendisi bekliyor.
Yol insanın kendinden geçerek onu kendinden öteye götürüyor.

En sonunda birlikte yürümeye başlıyor insan yolları kendisiyle, kendinle arkadaş oluyor, birlikte yürümek hoşuna gitmeye başlıyor, kalbinde sevgiye yer açıyor.
Kendine güvendiğin de içinde darmadağan duran herşey yerli yerini buluyor.
İçeride herşey dingin olduğunda hayat da olağanüstü bir canlılık kazanıyor.
Sonunda gururundan değil, kendi ışığı kendine yettiği için kimseden bir şey beklememeye istememeye başlıyor.

Güzeli olan da hiç sahip olmadığını bulmaya çalışmak yerine, asla kaybetmemiş olduğunu, senden alınamaz olanı bulmak değil mi zaten?
Geçici olanın içinde kalıcı olanı, gerçek olmayanın içinde gerçek olanı “kendini” bulmak.

Kendini olduğun gibi kabullenmek, kendinin farkında olmak, bilgeliğin, anlamanın da başlangıcı sanki...

25 Mart 2012
Haşim Arıkan

Fotograf : Safe House

14 Aralık 2012

Sen, ancak düşüncelerin kadar özgürsün.



Düşüncelerinle yaşamını nasıl etkilediğini fark etmeden yaşamaya devam ediyorsun...
Kendine bakıpta görmeden, kendini duyupta işitmeden...
Aynı düşüncelerin hapsinde, yaşamı sürekli tekrar ederken...

Yaşadıklarını tanımladığın o düşüncelerin, geçmişle sınırlı olduğunu gözardı ederek sürekli herşeyi yargılıyor, tartıyor, karşılaştırıyorsun.

Peki ya gerçek!
Gerçek dediğin şey hangisi sence?
Birşeyi ilk defa yaşadığında, duyusal olarak hissettiğin o ilk tanımsız an mı?
Düşüncelerin ona bir anlam yüklediği, sonraki zaman mı?

Korkularını yaratan, sana hayatı sürekli frene basarak yaşatan hangisi?
Yaşadıkların mı?
Düşüncelerinin onlara yüklediği anlamlar mı?

Düşünüyor musun hiç?
Acaba gerçeği ne kadar gerçek, ne kadar duyusal yaşayabiliyorsun?
Yaşayacaklarına ne kadar önyargısız, beklentisiz yaklaşabiliyorsun?
Geçmişle örselenmiş seni ardında bırakıp, yaşayacaklarını hiç bir şey düşünmeden, tamamen yargısız, kuralsız ne kadar yaklaşabiliyorsun?

Unutman gereken neleri, sürekli hatırlıyor?
Hatırlaman gereken neleri, sürekli unutuyorsun?

Farkında mısın?
Sen ancak düşüncelerin kadar özgürsün.
Kendine, hayatın ancak düşünebildiğin kadarını yaşatıyorsun.

Yaşamak, derken de...
Hayat her zaman senden, senin cevabını beklese de.
Sen sadece, olan bitene kendi içinde bir tepki veriyorsun...

01 Ağustos 2009
Haşim Arıkan


Fotograf: Tell-Tale

13 Aralık 2012

Ne olmadığını fark ederek, ne olduğunu keşfediyorsun.


Merak ediyorsun!
Var olduğunu bildiğin gibi, ne olduğunu da bilmek, kim olduğunun daha fazla bilincine varmak, daha fazla aydınlanmak istiyorsun.

Doğduğunda dahil olduğun inanç sistemi sana artık dar geliyor.
Senin için önemli olan bir çok şey zamanla önemini yitirmeye başlıyor.
Bugüne kadar sana kabul etmen için sunulanları, yaşanarak bilinene çevirmek istiyorsun.

Bugüne kadar farkına varamadığın bazı şeylerin farkına varabilecek bilince kendini adım adım sen taşıyorsun.
Bilincini bu yeni akışa sen, kendin açıyorsun.
Ve artık pek çok yeni olasılık oluşmaya başlıyor önünde.
Bugüne kadar hep fiziksel olarak algıladığın hayat, artık ruhsal olarak sana birşeyler ifade etmeye başlıyor.

Kendini kısıtlamalardan, engellerden arındırmanla birlikte yeni bir keşif yolculuğu başlıyor senin için.
Mutluluğa ulaşabilmek için duygularına, düşüncelerine şablon oluşturmaya ihtiyacın olmadığını keşfediyorsun.
İçinde birşeyler dışarı çıkmak için harekete geçiyor.
Bir felsefeye, bir guruya ihtiyaç duymaksızın kendin, kendini anlamaya başlıyorsun.
İcat edilmiş bir anlama sahip yaşamdan, kendi başına bir anlama sahip yaşamına doğru yürüyorsun.
Kendini sen motive ediyor, sen harekete geçiriyor, sen yaratıyorsun.
Yaşadıkların sonucu elde ettiğin doğrudan bilme ile ilgili bir deneyim bu hissettiklerin.

Ne olmadığını fark ederek, ne olduğunu keşfetmeye başlıyorsun.

Derinlerinden gelen bir mutluluk hissi yavaş yavaş varlığının bütününe yayılıyor.
Bu sana kendini özgür hissettiriyor.
İçini yaşam sevinci dolduruyor.
Bedenin rahatmaya başlıyor, ruhun huzurla tanışıyor.

Kendinin farkına varabilmenin, kendine yetebilmenin, kendini anlayabilmenin, kendini sevebilmenin, olması gerekene bulaşmadan, olduğun gibi yaşayabilmenin heyecanı kaplıyor içini.
Ve sen yaşam adı altında sana verilmiş olan o muhteşem armağanın gerçek tadını almaya başlıyorsun...

19 Kasım 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: God grew tired of us

11 Aralık 2012

Her şeyin başlangıcından önce ve bitiminden sonra da hep var olan. Ne doğumu ne de ölümü olmayan...


“Kendimi fark etmek istiyorum yardım et bana.” dedim.

“Eğer gerçekten kendine ulaşmak istiyorsan başkasının ayaklarına ihtiyacın yok.”
dedi.

"Sadece kabul et kendini.
Kendinle kal...
Arzunla kal...
Özleminle kal...
Acınla kal...
Neyi hissediyorsan, neyi yaşıyorsan onunla kal...
Kabullen onu...

O zaman onun içinde birinin olduğunu fark edeceksin
Her zaman kolayca ulaşabileceğin, sana çok yakın, tüm sorularına cevap verebilecek birini.
KENDİNİ

13 Kasım 2011
Haşim Arıkan

Fotograf: The Curious Case of Benjamin Button

10 Aralık 2012

Düşünce gölgeleri…


Düşündün mü hiç, acaba hangisi daha çok korkutuyor seni?

En zayıf yönlerinin başkaları tarafından fark edilmesi mi?
Yoksa tamamen olduğun gibi görünmek mi?
Aslında ikisi arasında pek de fark yok değil mi?

İnsan korkuları sayesinde, kendini imajların arkasına saklamakta zamanla nasıl da ustalaşıyor.

Tuhaf olan ise insanın bir taraftan mutlu olmayı, sevilmeyi arzulayıp, diğer taraftan korkuları yüzünden hayatı, hissedilmeden, el sürülmeden, sevgi ihtiyacını belli etmeden yaşamak istemesi.
Bir yandan düşleyip öte yandan bağımlı olmayı seçmesi.
Zaman içinde kendinin yargıcı, gardiyanı ve celladına dönüşmesi.

Bizi bu noktaya taşıyan ise, olduğumuz gibi göründüğümüzde sevilmeyeceğimiz, red edileceğimiz endişesi.
Neticede bizler aslında diğer insanların hakkımızda düşündükleriyiz değil mi!
Yeterince iyi olmadığımız için, asla almamalıyız gerçekte kim olduğumuzu belli ederek yaşama riskini!

Söyler misin? Seninde kendini bildiğin günden başlayarak, beynine itinayla bu düşünceler yerleştirilmedi mi?
Hepimizin hayattaki en önemli rolünün uyum sağlamak olduğu, kabul görebilmek için birbirimize benzememiz gerektiği sana da sabırla öğretilmedi mi?
En anlaşılmaz tarafı ise bu düşünceleri beynimize yerleştirenlerin kimliği!

Hayatı böyle korkak ve kaçak yaşamak çözüyor mu acaba herşeyi?
Böyle olunca hiç incinmiyor mu insanın duyguları, benliği?
İnsana hiç zarar vermiyor mu bu korkaklığı, cesaretsizliği?

Yoksa insanın esas kalkanı kendi saflığı ve sevgisi değil mi?

Ne olur acaba korkularımızı yaratan düşüncelerimize bu kadar esir düşmesek.
Sürekli tedbirli hareket edip hayatı masanın altında, kendimizi saklayarak yaşamak yerine, pencerenin önüne dikilip payımıza düşen her ne varsa hepsini kabullenerek yaşamak istesek.
Sevgi isteğimizi, en insani yönlerimizi saklamaya çalışmadan sergilesek.
Duygu doğamıza, otantik benliğimize saygı göstersek. Onları özgür bırakmayı denesek.

Ne olur güven duygusuna, belli sonuçlara ihtiyaç hissetmesek?
Herşeyimizle yaşanan anda olabilsek,
Kırılsak, incinsek, yaralansak.Yanlış yapsak, yanılsak. Red edilsek.
Sonra yeniden denesek.
Her seferinde yine yeniden sevsek.

Farkına varamaz mıyız?
Geriye dönüp baktığımızda yaptıklarımızdan daha çok yapamadıklarımız için pişmanlık hissettiğimizi.
Kaçtığımızı sandıklarımızdan aslında kaçamadığımızı, onların her seferinde farklı maskeler takarak bize geri geldiğini.
Bu şekilde yaşayarak sadece kendimizi yalnızlığa mahkum ettiğimizi,

Farkına varamaz mıyız?
Böyle yaşarken aslında ne çok şey biriktirdiğimizi, ne çok şey keşfettiğimizi.
Yaşadıklarımızın özündeki, büyümemizi sağlayan o mükemmelliği.
Ön yargılarımızdan, yanlı tutumlarımızdan kurtulduğumuzda çevremizdeki herşeyin nasıl olağanüstü derecede ilginç ve canlı hale geldiğini,
Hayata beynimizdeki düşüncelerin gölgesinden bakmadığımızda, hayatla aramızda oluşan o sıradışı ilişkiyi,

Fark edebilir miyiz acaba?

10 Kasım 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Burning Plain

4 Aralık 2012

Geçici olanın içinde, kalıcı olan...


Düşündün mü hiç?

Acaba sen, gerçek seni ne zaman ve neden terk etmeye başladın?
Kimler kopardı, seni senden?
Her geçen gün seni kendinden biraz daha uzaklaştıran yola seni kimler çıkardı? Kimler seni bugünlere taşıdı?
Kimler öz benliğinin yeterince iyi olmadığına, kendi ruhunun sana yetemeyeceğine seni inandırdı?
Sevilmek için, içinden gelenler dışında başka bir şeyler de daha yapman gerektiği yalanıyla seni kimler kandırdı?

Düşündün mü hiç?

İlk ne zaman vazgeçtin içinden geldiği gibi yaşamaktan?
Kendini açıkca ortaya koyup, ben buyum diyebilme cesaretini ilk ne zaman yitirmeye başladın?
Kendi ışığının seni yeterince aydınlatamayacağına seni kimler inandırdı?
Kim aradığın doğruların, gerçeklerin, senin değil de başkalarının içinde saklı olduğu yalanıyla seni kandırdı?
Dışarıdaki dünyanın içindeki dünyadan daha gerçek olduğuna seni kim inandırdı?

Biliyor musun?

Kendimizden her ne sebepten dolayı, her kim yüzünden, her ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım, nasıl bir hayat yaşıyor olursak olalım, içimizde kaynağı biz olan, bizden başka hiçbir kimsenin bize veremeyeceği bir kıvılcım hep vardır. O küçük kıvılcımdır bizi her koşulda ayakta tutan ve günü geldiğinde, kendimizi artık hazır hissettiğimizde, zaman içinde uzaklaştığımız “ben” e, bizi yeniden yakınlaştıran.

Kendimizi özgür, mutlu, huzurlu hissettiğimiz, içimizdeki saklı cennete bizi ulaştıran...

7 Ağustos 2011
Haşim Arıkan


Fotograf: The Bourne Ultimatum

Memnun musun hayatından?


Farkında mısın?

Sen de herkes gibi varlığınla dünya için her gün yeni gerçekler üretiyor, gerçeğin sonuçlarını yaratıyorsun. Tüm eylemlerin, düşüncelerin, duyguların senden ayrılıp dünyanın bir gerçeği haline dönüşüyor. Hafızalara yerleşiyor. Hafızaların aynasından yaşananlara yansıyor.

Her kelimen, her davranışın, düşüncenin bir aracı, dünyada oluşan bilginin bir kaynağı.

Söyler misin, gerçekten memnun musun hayatından?

Yaşadığın hayatla bazı şeylerin mümkün olabileceği konusunda dünyayı cesaretlendirebiliyor musun?
Ürettiğin yeni gerçekliklerle, dünyaya temiz bir havadan, yeni bir soluk getirebiliyor musun?
Tekrarlarla değil, farklı gerçeklerinle dünyayı neşelendirebiliyor musun?

Sözün özü dostum;

“Hayat adı altında” dünyaya imzanı atman için sana sunulan şansı, sen iyi değerlendirebiliyor musun?

29 Kasım 2009
Haşim Arıkan

3 Aralık 2012

Eski aşkların olumsuzlamalarıyla, yeni aşklara yelken açmak...



Çarşamba günü duruşması vardı. İkinci evliliği de iki gün sonra artık kağıt üstünde de son buluyordu. Evlilik konusunda neden bir türlü başarılı olamadığını düşündü. Daha önce bir çok defa can simidi olarak sarıldığı“Hayatta başarısızlık diye bir şey yoktur sadece deneyim vardır.”cümlesi bu defa işe yaramadı.

Hayat -yaşarken farkında olmasa da-seçimleri neticesinde ulaştığı her yeni gerçeklikle insanı bir yerlere doğru çekiyordu. Belki de hayatın çekim gücü, her yeni deneyimle insanı onun için en doğru olana doğru yaklaştırıyordu. Eğer attığı sayısız adımın sadece sonuncusu insanı asıl hedefine ulaştırıyorsa, onu o hedefe yaklaştıran ondan önce adımlar nasıl başarısızlık olarak değerlendirilebilirdi ki? 

Başını oturduğu koltuğa dayayıp gözlerini kapadı.  Kapamasıyla birlikte zihninde oluşturduğu anılar koleksiyonunun, ilişkilerinin henüz yeni başlamış olduğu o ilk günlere ait nadide bir parçası, bir anda fırlayıp gözlerinin önüne düşüverdi. Yaşadığı o harika anların görüntülerinin yüreğinde yarattığı titreşimle gülümsedi.

İnsan her seferinde inatla,  zihninin onun için hazırladığı tuzağa düşüyordu. İlişkinin en başında hep birbirinin neleri sevdiğine odaklanırken, sonrasında karşısındakinin onu tedirgin eden davranışlarına odaklanmaya başlıyordu. Mutlu olmak, hayattan keyif almak, huzur içinde yaşamak arzusuyla başlayan o baş dönürücü deneyim bir süre sonra, sürekli itelenen, mücadele edilen bir hale dönüşüyordu. ”Aşk” adıyla başlayan o müthiş birliktelik, sessiz, umutsuz bir kader birliğine dönüşüyordu.

Tuhaf bir duyguydu aşk aslında, onu dolu dolu yaşayabilmen için önce aklını başından alıp sana kendini unutturuyor, kendini yeniden hatırlamaya, fark etmeye başladığındaysa sana artık tat vermiyordu.

Neydi acaba aşkı bu tuhaf döngüye hapseden şey;
Onu düşüncelerin yörüngesine oturtmaya çalışmak, zihnindeki düşüncelerin bağlarından kurtarıp onu özgür bırakamamak mıydı?
Karşındaki insanı daha tanımadan, onunla yaşayacaklarının kararını vermek miydi?
Onu zihninde yarattığın harika bir tablonun içine hapsetmek miydi?
Yoksa onu hiç bir şeyle karşılaştırmadan keşfedememek miydi?
Ya da onu sırf gereksinim duyduğun, bir fikre dayandırdığın için istemek miydi?

İnsan,  içsel hareketlerinin, dalgalanmalarının farkına varamadıkça,yüreğinden geçenleri,düşünce biçimini anlamadıkça galiba bu tuhaf  döngüyü ne yaparsa yapsın değiştiremiyordu!

Her bitiş sonrasında olduğu gibi, yine içindeki o büyük gücün harekete geçtiğini hissetti.  Bu sanki insanın hayatta kalmak için desteğe ihtiyacı olduğu zamanlar da içinde uyanan ilkel, vahşi bir şeydi. Yangınlar ormanları kül ettikten sonra açan vahşi çiçekler gibi. Bir çok insan korkup, onu kalplerinin derinliklerinde saklıyordu. “Özgürlük” dü bu büyük gücün adı.

İnsan hayatı boyunca hep gerçekten olduğu kişi olarak yaşamasına izin verilen yeri arıyordu. Hayatın anlamlı olduğunu hissedebileceği yeri. Yani özgür olduğu yeri.

Peki kendisi sürekli özgür olduğu yeri aramaya devam ederken, acaba yaşadığı ilişkilerde karşısındaki insanı ne kadar özgür bırakıyordu?
Aşkı hiç bir eksiği olmayan bir özgürlük olarak ne kadar yaşayabiliyordu, yaşatabiliyordu?

1 Aralık 2012
Haşim Arıkan

1 Aralık 2012

Belki de hayatın çekim gücü seni olman gereken yöne doğru çekiyordur, sen ona ne kadar dirensen de…


Yine dinlemekte olduğum parçanın, insana kendini sorgulatan sözlerine kendimi kaptırıp düşüncelere daldığım an da gelip buluyor beni.

“Nasıl düşüneceğini değil, ne düşüneceğini öğreten bir eğitim sisteminin ürünüsün sen.” diyerek başlıyor her zamanki gibi sükunetle anlatmaya. “Bu sistemde öncelikle sana aktarılan verileri ezberlemen gerekir. Ne düşüneceğine dair her türlü bilgiye sahip olursun böylece. Ama o bilgiler sana nasıl düşüneceğinle ilgili hiç bir şey öğretmez. Hayat, o bilgilerin sende yarattığı yanılsamalarla akıp giderken, bir gün, içinde güçlü bir ses yükselmeye başlar. Seni, bir şeyi gerçekleştirmek, bir şeyi başarmak, bir katkıda bulunmak için çağırmaya başlar sürekli. O sesi duymaya başladığın an, hayatın anlam safhasına gelmişsin demektir. Bu çağrı yalnızca senin hissedebileceğin, senden başka hiç kimsenin sana anlatamayacağı bir şeydir. Düşünmeye başlarsın hayata geliş amacının ne olduğunu, senin kim olduğunu. Neyi gerçekleştireceğini, evrenin o mükemmel kurgusuna nasıl bir katkıda bulunacağını.

Ama beyninde biriken o veriler sağlıklı düşünmene engel olur. Önce onların etkilerinden kurtulman gerekir. Ancak o zaman herkes gibi senin de içinde doğal olarak var olan bilgeliğe ulaşabilirsin. Bunu yapabilmek çok zormuş gibi gelir sana ama aslında çok basittir. Beynindeki o verilere ihtiyacının olmadığına kendini ikna etmen yeterlidir. Bunu kabul ettiğinde onların düşüncelerine hiç bir etkileri kalmaz. O andan sonra da baktığın herşeyi artık kendi gözlerinle görmeye başlarsın. Kendi doğana güvenebileceğini, onun mücadele yada kontrol edilmesi gereken bir şey olmadığını keşfedersin. Ve onu yaşamak için artık kendine izin verirsin.

Biliyor musun? Hepimiz bir nedenden dolayı yaratılırız. Hepimizin evrenin akışında üstlendiği bir rol vardır. Bunun ne olduğunu anlamamız zaman alabilir. Gençken düşündüğümüz şeye hiç benzemeyebilir. Ona ulaşabilmek için hepimizin seçtiği yollar farklı olabilir.

Bizler zaman zaman bunun tam aksini düşünsekte. Tanrı içinde yaşadığımız bu evrende her zaman bizimle birliktedir. Sabırla bizim hayata geliş nedenimizi bulmamızı, yeteneklerimizi keşfetmemizi, hayallerimize sahip çıkmamızı, korkularımızı fark etmemizi bekler. Onu anlayıp, tüm benliğimizle ona katılabildiğimizde içimizde akmakta olan büyük bir nehir hissetmeye başlarız, o muhteşem nehirin gücü bize hayat verir.

Ve sen başka bir yere gitmeni gerektirmeyecek yere vardığını hissettiğin gün, artık hayatının amacına da bulmuşsun demektir.”


Sustuğunda, "Bir gün böyle bir yere ulaşabilecek miyim acaba?" diye düşünüyorum kendi kendime. Bu düşüncemi fark edince, konuşmasına son bir cümle ile noktayı koyup, yeniden gömülüyor sessizliğine.

“Hiç düşündün mü, belki de hayatın çekim gücü seni sürekli olman gereken yöne doğru çekiyordur, sen her ne kadar ona dirensen de onun çekim gücü senin amacının dışına çıkmana engel oluyordur…”

24 Aralık 2009
Haşim Arıkan


Fotograf: Ses