29 Haziran 2008

Düşündün mü hiç?


Düşündün mü hiç?

Ben, bugüne kadar;
Hangi zorlukların üstesinden geldim?
Hangi imkansızlıkları aştım?
Nelerle mücadele ettim?
Ne zaferler kazandım?
Ne mucizeler yarattım?
Diye...

Biraz düşününce neler geliyor insanın aklına değil mi?
Ya da şöyle durup bir düşünsen daha neler bulacaksın kim bilir?

Peki onları yaşarken hiç;
Kutladın mı kendini bir kere bile?
Yoksa unuttun mu sen de her seferin de?
“Aferin dostum çok iyi iş çıkardın. Seninle gurur duyuyorum.” diyemedin mi hiç kendine?

Hak etmedin mi peki bu sözleri ya da senin aklına gelecek bundan çok daha güzellerini?

Kahramanı olduğun bu hayat hikayesi peki sence kimin eseri?

29 Haziran 2008
Haşim Arıkan


Fotograf: Once fallen

Hangisi zor olan?

Kendi bireysel kimliğine sahip çıkarak mı yoksa herkesin paylaştığı, toplumsal bir kimliğin parçası olarak yaşamak mı zor olan?

Bireysel düşünerek, bencil-egoist damgası yiyerek mi yoksa kendine, beynine ihanet edip kollektif düşünceye esir düşerek yaşamak mı zor olan?

Başkalarının yargılarını kendine rehber kabul ederek mi, yoksa kendi yargılarını kullanarak yaşamak mı zor olan?

Herkesin isteğine boğun eğerek mi, yoksa kendi düşüncelerini onlara kabul ettirerek yaşamak mı zor olan?

Başkaları için kendini feda ederek mi yoksa kendin için başkalarını feda ederek yaşamak mı zor olan?

Olduğun şey haline gelebilmek mi, olmadığın şey olmaya çalışmak mı zor olan?

Bağımlı olmak mı yoksa vazgeçmek mi zor olan?
Kabullenmek mi yoksa mücadele etmek mi zor olan?
Ehlileşmek mi yoksa red edilmek mi zor olan?
Sevmek mi yoksa korkmak mı zor olan?
Yaşamak mı yoksa ölmek mi zor olan?

28 Haziran 2008
Haşim A.

24 Haziran 2008

İlk defa o gece…

Çok heyecanlıydı. Bu gece ilk defa karşılaşacaktı onunla. Uzun zaman olmuştu aslında tanışalı. Blogları sayesinde tanımışlardı birbirlerini. Onu yazdığı yazılardan keşfedebildiği kadarıyla tanıyordu. İkisi de ellerinden geldiğince birbirlerinin bloglarını okumaya ve birbirlerine yorum bırakmaya özen gösteriyorlardı. Yazılarının arkasındaki o duygusallığı, o romantizmi, bıraktığı sıcak, samimi ama seviyeli yorumlarıyla her geçen gün biraz daha fazla etkilemişti onu. Bugüne kadar bloguna koyduğu küçük, çok da net olmayan bir kaç kare fotograf dışında elinde ona dair fazla bir şey yoktu. Blogundaki son yazısında 2008 Blog Ödülleri gecesine katılacağını okuduğunda çok heyecanlanmıştı. Hemen o an da, o da karar vermişti ödül törenine katılmaya. Sonunda beklenen gün gelip çatmıştı işte. Bu gece onu ilk defa görecek, bu gece ilk defa onun sesini duyacak, ilk defa bu gece onunla gözgöze gelecek, ilk defa bu gece onun tenine dokunacaktı. Belki de büyük bir hayal kırıklığı bekliyordu onu bu gece. Ayna da makyajıyla ilgili son rötuşları yaparken “Sonuç ne olursa olsun asla pişmanlık duymayacağım“ dedi kendi kendine. Ondan önce gitmek istediği için vakit kaybetmeden evden çıktı.

Törenin organize edildiği salona girerken gözleri onu aramaya başlamıştı içeri de. Uzunca bir süre aradıktan sonra, henüz gelmemiş olduğuna kanaat getirip, rahatladı. Bir içki alıp, daha önce tanışma şansı bulduğu bir kaç kişinin olduğu bir masayı seçerek oturdu ve gözü sürekli kapıda, onu beklemeye başladı. Kısa bir sure sonra yanında bayan arkadaşıyla birlikte kapıda göründü. Uzaktan belli etmemeye çalışarak kendilerine uygun bir masa seçmelerini izledi. Bir süre bekledikten sonra yerinden kalktı ve ona doğru yaklaştı. Başını ansızın ona doğru çevirmesiyle bir an da gözgöze geldiler. O ana kadar dizginleyebildiği kalbi, o an da tamamen kontrolünden çıkarak deli gibi çarpmaya başladı. Hayal ettiğinden çok daha yakışıklı görünüyordu. Heyecanını belli etmemeye çalışarak gülümsedi. Kendini tanıtmasına gerek bile kalmadan onu blogundan resminden hemen tanımıştı. Tokalaşmak için elini ona doğru uzattığında, elini iki elinin arasına alıvermişti yorumlarındaki gibi son derece sıcak ve samimi bir tavırla, ona mavi mavi gülümseyerek. Elleri ne kadar yumuşak ve sıcaktı. Yavaş yavaş vücudunu ateş basmaya başladı. Bu haliyle orada daha fazla kalamadı. Kız arkadaşına da bir merhaba dedikten sonra yanlarından hemen ayrıldı. Heyecandan saçma sapan bir kaç cümle kurabilmişti ancak. Hissetti mi acaba dedi kendi kendine. Gece boyunca gözleri gizli gizli sürekli onu takip etti durdu.

Ancak gecenin sonuna doğru onu yalnız yakalayabildi. Sessizce yanına yaklaştı. Bütün gücünü topladı ve masmavi gözlerinin içine bakarak “düşündüğümden çok daha hoş ve sıcak kanlıymışsın” dedi. Gözlerinin içine öyle derin bakıyordu ki bakışlarındaki aşkı hissetsin, onu alıp kalbine kilitlesin istiyordu. Teşekkür ederek gülümsedi sadece genç adam ona, hem de ondan hiç beklenmediği mahçup bir tavırla. Elinde tuttuğu cep telefonunun yazılı olduğu küçük kağıdı ona doğru uzattı. “Belki beni aramak istersin.” Bayan arkadaşının yanlarına doğru yaklaştığını görünce de, sol kolunu yavaşça okşayarak, gözlerinin derinliklerine doğru son bir kez daha baktı. “Görüşmek üzere” diyerek geldiği gibi sessizce yanından uzaklaştı.

Kısa bir sure sonra da genç adam ve bayan arkadaşı gitmek üzere ayağa kalkmışlardı. Tam kapıdan çıkmak üzere yanından geçerlerken o da ayağa kalktı ve “iyi akşamlar” diyerek hemen arkalarından dışarıya çıktı. Bunu bilerek ve isteyerek yapmıştı. Hatta onun peşinden dışarı çıktığını, onu takip ettiğini anlaması için ayaklarını yere normalden daha sert bir şekilde basmış, varlığını ona hissettirmek için kendince öksürüğe benzeyen bazı sesler çıkarmıştı. Basit bir testti bu aslında kendisinin keşfettiği. Yıllardır hep uyguladığı. Ya umutlarını devam ettirecek ya da umutlarını tamamen söndürecek basit bir test.

Genç adamın arkasından uzun uzun baktı. Sessizce “dön” dedi. “Dön ne olur. Bir kere daha bak bana”. Eğer bir kerecik bile olsa, ona dönüp bakarsa, onun için hala bir ümit ışığı vardı.

Genç adam arabasına bindi ve ona dönüp bakmadan oradan uzaklaştı.

“Demek ki bu kadarcıkmış” dedi sessizce kendine. Elindeki içki kadehini kafasına dikti ve içerideki kalabalığın arasında son bir kaç yıldır onu asla terk etmeyen yalnızlığına doğru yavaş yavaş yürümeye başladı. Tamamlanmış, aslında hiç başlamamış bir hikayenin ihtimallerini düşünmenin artık bir anlamı kalmamıştı.

23 Haziran 2008
Haşim A.


Esin kaynağım: Hıncal Uluç'un 02 Aralık 2007 tarihli yazısı.

21 Haziran 2008

Çok zor!

Hep şikayetçiyiz bir şeylerden. Bazı şeyler hoşumuza gitmiyor. Yaşadıklarımızın bir çoğu canımızı yakıyor. Pek de mutlu değiliz açıkcası.
Peki bunun için ne yapıyoruz?
Sürekli tekrarlanan bu durumu kabullenerek rahatlayabiliyor muyuz?
Tabi ki hayır.
Bugüne kadar binlerce kere uyguladığımız hep aynı sonucu veren yöntemi inatla uygulamaya devam ediyoruz.
Neden?
Çünkü yapmamız gereken şey çok zor!
Değişmek gerekiyor. Düşünce şeklimizi, uyguladığımız yöntemleri değiştirmemiz gerekiyor. Kendimizi içinde güçlü ve güvende hissettiğimiz, konfor alanımızın dışına çıkarmamız gerekiyor.
Bunların hepsinin farkında ve bilincindeyiz hepimiz. Çok net görüyoruz. Gücümüz ancak kendimizi değiştirmeye yetiyor. Başkalarını onlar istemedikten sonra asla değiştiremiyoruz. Başımıza gelen olaylara ne yaparsak yapalım müdahale edemiyoruz. Onları yok edemiyoruz, değiştiremiyoruz. Bu noktada tek bir şey yapabiliyoruz. O da olayları gögüsleme şeklimizi, onlara bakış açımızı değiştirmek.
Yani bütün sonuçlar bizi hep aynı noktaya götürüyor. Hepsi bize “yaşamın sen değişmeden, değişmeyecek arkadaş” diyor.
Okuduğum bir kitapta hayatın anlamı için “Dünyanın sana sunduğu malzeme ve senin ondan yapacakların” diye yazıyordu. Dünyanın bize sunduğu malzeme ile yaptıklarımızı eğer beğenmiyorsak. Daha önce denediklerimizden daha farklı şeyler yapmamız gerekiyor.
Peki o zaman neden bir türlü harekete geçmiyoruz? Neden kendimizi bizi hiçbir yere götürmeyen mantıklı, bildiğimiz, risksiz çözümlerin kısır döngüsüne hapsediyoruz?
Çünkü değişmek çok zor!
Nedense bulunduğumuz nokta ile varmak istediğimiz nokta arası bomboşmuş gibi geliyor bize. Oysa düşüncelerimizin bir tanesini, duygularımızın birini yalnızca bir milimetre kaydırdığımızda, tutumlarımızda, tepkilerimizde küçücük bile olsa bir düzeltme yaptığımız da, bile yaşamımız o kadar farklılaşıyor ki.
Bize, aradığımız mutluluğu düşündüğümüz gibi varış noktasının kendisi değil, yaptığımız yolculuk getiriyor.
O mutluluğu hissedebilmek için de, her şey atacağımız o ilk adıma bakıyor.

21 Haziran 2008
Haşim A.

19 Haziran 2008

Bitir onu...

İçindeki ses “Bitir onu” diyordu sürekli. ”Bitir onu”. “Yeter artık ne olur sus” dedi. “Ne olur sus artık. Nasıl bitireceğimi henüz ben de bilmiyorum” Gözlerini kapattı. Kapanan gözkapakları yanaklarından aşağıya doğru iki damla gözyaşı bıraktı. Yerinden kalktı ve komodinin gözünden o ateş kırmızısı çok özel defterini çıkardı ve iki eliyle kenarlarından tutup göğsüne doğru iyice bastırdı.

Acaba bugüne kadar kaç kadın yakalanmıştı böyle vakitsiz gelen bir aşka. Kaçına demişti aşık olduğu adam “Benimle gel” diye. Kimbilir kaç kadın bu iki kelimenin hayatında bir kere olsun kendisine söylenmesi için neler yapardı. Acaba kaçı hiç beklenmedik bir zamanda gelip “benimle gel” diyen biriyle birlikte gitmeye cesaret edebilirdi? Kaçı feda ederdi, sevdiği erkeği, aşkını, sırf vakitsiz geldi diye? Ama ailesi, ama çocukları, ama toplum baskısı nedeniyle.

Vakitsiz gelen aşkın zorunlu kıldığı seçimler ve katlanılması gereken sonuçlar!

Bugüne kadar, inşallah böyle duygular yaşayacağım birisiyle karşılaşmam diye düşünmüştü hep. Nitekim bunun bir şans mı yoksa şansızlık mı olduğuna karar veremese de yaşamamıştı bugüne kadar böylesi bir duygu. Ta ki bu kısacık öyküyü yazmaya kalkana kadar. Kimbilir belki de kendine itiraf etmese de yaşamak isteyipte yaşayamaması yazdırmıştı bu kısa öyküyü ona. Yazma sebebi her ne olursa olsun bir gerçek vardı ki zorlanıyordu, vakitsiz gelip onunla birlikte gitmesini isteyen bir aşk karşısında, duygularıyla bir karar verip öyküsünü sonlandırmaya.

İçindeki ses bir kez daha “Bitir onu” dedi ona. Ama o bu sefer onu dinlemedi bile. Göğsünde sımsıkı tuttuğu ateş kırmızısı defterini, içindeki öyküyü bir kez daha tamamlayamadan koydu baş ucundaki komodinin ilk çekmecesine...

21 Şubat 2008
Haşim A.

Kötü insan olabilir misiniz?

Evet sizden cevap bekliyorum!
Siz kötü bir insan olabilir misiniz?
Hayır mı?
Sizi biraz dürüst olmaya davet ediyorum.
Neden kötü bir insan olduğunuzu kabul etmiyorsunuz?
Aslında kabul ettirilmesi en zor şey bu galiba.
Apaçık ortada duran ama herkesin görmemeyi seçtiği şey!
Hadi gelin kabul edelim artık hepimiz kötü insanlarız. Bunu size, sevgili Dost Can Deniz’in sevdiğim bir yazından alıntılar yaparak kanıtlayacağım. Önce aşağıdaki paragrafı okuyun. Haksız mıyım lütfen sonra karar verin.
“Sırf kötü insan olmayı göze alamadığımız için başkalarına kimbilir ne kötülükler yapıyoruz her gün? Hem de ne kadar acımasızca bunu onların iyiliği için yaptığımızı iddia ederek: “Söylersem çok üzülür/utanır/kırılır/kızar.” Madem bunu yapıyoruz, bari dürüst olup de acı gerçeği söylesek: “Eğer doğru olanı, doğru bildiğimi, ve aslında senin ve benim çok işime yarayabilecek gerçeği söylersem bu işin sonucunda ben üzülebilirim/ utanabilirim/ kırılabilirim/ kızabilirim. Ve benim bu duyguları yaşamamdansa senin zarar görmen benim daha çok işime geliyor.”
Herşeyi ne kadar açık ve net anlatmış değil mi sevgili Dost?
Neden susuyorsunuz?
Aklınıza mı geldi yoksa karşınızdakine söylemek yerine susarak kendinize sakladığınız o gerçekler?
Yoksa hiç yok mu sizin çevrenizde kendisi dışında herkesin bildiği, arkasından konuştuğu ancak söylemeye kimsenin cesaret edemediği özelliği olan biri?
Şimdi ne düşünüyorsunuz?
Hala gögsünüzü gere gere ben kötü bir insan değilim diyebiliyor musunuz?
Başkalarının hakkınızda kötü düşünmelerini, doğru olanı yapmak adına bazen yanlış algılanmayı, bir başkasını kırma ihtimalini, göze alabiliyor musunuz?

Peki bunları yapamıyorsanız nasıl ben “iyi” bir insanım diyebiliyor sunuz?
Sırf bunları yapmayı göze alamadığınız için kimbilir etrafınızdaki insanlara her gün ne kötülükler yapıyorsunuz?

19 Haziran 2008
Haşim A.

18 Haziran 2008

Siz nasıl kokardınız acaba?


Düşündünüz mü hiç, duyguların da kendilerine has kokuları olsaydı nasıl bir yaşantımız olurdu diye?

Düşlerimiz mis gibi, taptaze bahar kokardı herhalde?
Kimbilir ne kadar ağır gelirdi, yıllar boyu inatla içimizde sakladığımız geçmişe ait acılarımızın çürümüş ve ağır kokusu.
Peki aşk, sevgi, nasıl kokardı sizce?
Ya da kin, nefret, öfke?
Sevinç, mutluluk, huzur?
Şüphe, aldatma, yalan, kıskançlık?
Acaba en güzel koku hangi duygumuza ait olurdu?
Peki ya en çok hangi duygumuzun kokusundan rahatsız olurduk?
Görünüşleri, hareketleri harika görünen ama sürekli kötü kokan insanlar hakkında ne düşünürdük?
Ya da üstü başı perişan olup misler gibi kokan insanlar acaba neler düşündürür dü bize?

Yeni tanışacağınız birinin kendisinden önce kokusu size ulaşırsa, neler hissederdiniz acaba daha tanışmadan onun hakkında?
Peki siz olumsuz duygular yaşarken etrafınıza yaydığınız kokuları gizlemek için neler yapardınız?
Yoksa siz, ben her zaman misler gibi kokardım diyecek kadar kendinize, duygularınıza güveniyor musunuz?
Düşünüyorum da belki de duyguların gerçekten de kendine has kokuları vardır, beynini, yüreğini her zaman saf, temiz ve masum tutabilenler bu kokuları alabiliyordur.
Olabilir mi ne dersiniz?
Böyle düşününce kendinizi nasıl hissettiniz?
Yoksa hafifte olsa bir koku ulaştı mı burnunuza?

18 Haziran 2008
Haşim Arıkan


Fotograf: Perfume: The Story of a Murderer

O gece...

O kimseye söylemese de bu aşk çok büyük bir leke bırakmıştı onun kalbinde. Sigarasından derin bir nefes çekerken kulakları sağır eden bir sessizlik hakimdi evin içinde.
Sessizliği bozmak için müzik setine yöneldi. Ama o müziğin sesini açtıkça, müziğin sesi yerine içindeki sessiz çığlığın sesi daha çok yükseldi.
“Yeter artık” dedi. “Yeter” “Tamam itiraf ediyorum bitsin artık yıllardır devam eden bu işkence” “ Hayat bizim biraraya gelmemizi engellese de, ben hala seviyorum onu. Hem de ilk günkü gibi delicesine”
Bu sözlerin ardından oturduğu yerden kalktı ve gülümseyerek seyircileri selamladı. Seyirciler ise onu ayakta çılgınca alkışladı.
O kuliste tek başına sessizce ağlarken, salonu boşaltan seyircilerin ellerinde ıslak mendilleri vardı.
O gece herkes sustu, hepsi yüreklerindeki, ıskaladıkları aşklara ait, çıkaramadıkları o büyük bir lekeleri hatırladı.
O gece herkes, tek ya da çift kişilik yataklarına girdiklerin de geçmişin, tozlu sandıklarında saklayarak unutmaya çalıştıkları duygularını tekrar gün yüzüne çıkardı.
O gece herkesin boğazında düğümlenen hıçkırıkları ve gözlerinden sessizce yastıklarına akıttıkları gözyaşları vardı.
"Aşta engel ne kadar büyükse, yaşanan aşkta o kadar büyük ve unutulmaz oluyordu"
29 Temmuz 2007
Haşim A.

Sevdiğim olma. Sevgilim ol. Ziyaretçim olma. Refakatçim ol

“Dostuz artık değil mi?” diye sordu ona sıkısıkı sarılırken.
O ise onun kalbinin sesini duydu ve öylece durdu. Bir kalp, bir dost için böyle çarpmazdı biliyordu!

Küçük bir kağıt parçası üzerine yazdığı telefon numarasını ona uzatırken, gözlerinin derinlerine doğru baktı ve “Ararsın beni değil mi?” diye sordu.
O ise gözlerindeki o ışıltıya baktı ve hiç bir şey diyemedi, sadece sustu. Gözler bir dosta böyle bakmazdı biliyordu!

Gülümsedi ve “Hoşçakal” dedi. Biraz uzaklaştı. Tekrar döndü ve ona bir kez daha gülümsedi.
O ise onun yüzüne bir kez daha bakamadı. Bir dost, bir dosta böyle gülümsemezdi biliyordu!

O zaman bir kez daha anladı. Sözlükler koskoca bir yalandı. Sözcüklere kullananlar istedikleri anlamı katardı. Aslında ikisi de kendi tanımlarına göre “bir dost” aramıştı.

O onun aramasını bekledi.
O ise o günden sonra hiç bir zaman arayamadı.

Ne onun ziyaretçisi olabildi, ne de yanında refakatçi kaldı.

18 Ocak 2008
Haşim A.

12 Haziran 2008

İnsanın geçmişle işi bittiğinde, geçmişin de onunla işi biter mi?


Bir geceyi daha salondaki pencerenin önündeki koltukta, sokak lambasına seyrederek sona erdirmişti. Hava artık yavaş yavaş aydınlanıyordu. Gözleri bir kez daha bütün gece seyrettiği sokak lambasının ışığına takıldı. Sanki onun karşısında sabahladığı her gece, ruhuna biraz daha sızıyor, ruhunu usul usul yırtarak, yüzleşmekten kaçıp, en kuytularına sakladığını sandığı duygularını sessizce gün ışığına çıkarıyordu. İçindeki o susmak bilmeyen ses, bütün gece sorduğu soruyu, son bir kez daha tekrarladı ona.

Bunu daha ne kadar sürdürebilirsin?

Kimbilir kaçıncı kez muhatap olduğu bu soru, onu yeniden dün akşama doğru sürükledi. Her seferinde olduğu gibi, yine bir hapşırık kadar anlamsız bir tatminle son bulmuştu dün akşam ki sevişmeleri de. Seksi sanki yerine getirilmesi gereken bir görevmiş gibi, ruhsuz bir ciddiyet içinde yapıyor olmasını bir türlü anlayamıyordu. En sonunda tutamayıp kendini, dün gece sormuştu bunu ona. “Kesinlikle amacım seni üzmek değil. Ancak bu kadarını hissedebiliyorum.” diye cevap vermişti ona.

Bir türlü anlayamıyordu. Sanki onu benliğinden uzak tutarak kendini bir şeylerden korumaya çalışıyor. Ona ait tek bir kırıntının bile benliğine takılmasına asla izin vermek istemiyordu. Sanki ilişkileri onun üzerinde hiç bir iz bırakmadan akıp gitsin istiyordu. Ne yaparsa yapsın ona bir türlü tam anlamıyla sahip olamadığını hissetmek berbat bir duyguydu. Tırmanması gereken dik bir duvar gibi duruyordu sürekli karşısında. Zirvesinde kendini neyin beklediğini bilemediği, baktığında ne kadar yüksek olduğunu göremediği dimdik bir duvar.

Kimbilir kim de kilitli bıraktı kendini, diye düşündü. Kendince doğru olduğuna inandığı hangi sebeple, sahip olduğu en güçlü bir duyguyu böylesine anlamsızlaştırıp, acımasızca yok etmişti. Bu yaptığının kendisine ve karşısındaki insana nelere mal olacağını düşünmeden, belki de düşünemeden!

Sonrası ise; gerçek olmayan, yaşadığı ilişkide neyin eksik olduğunu sorgulamaya bile kalkışmadığı tamamen sahte bir yaşam. Hissedilmeden yaşanan bir aşk. Karşındaki kişinin aslında sevdiğin kişi olmadığını, yalnızca istenerek razı olduğun, “ikinci seçenek” olduğunu kendine bile itiraf etmekten kaçış.

Bunlar mıydı acaba gerçekten onun hissettikleri? Bir türlü itiraf edemedikleri.

Gözü şöminede ki çoktan yanıp küle dönmüş odunlara takıldı.
Geçmiş dediğimiz şeyde, yaşanılanların bir külü değil miydi?

İnsan, gerçekten istese, olanca gücüyle üflese, onları ait oldukları yere, geçmişe doğru savurup onlardan kurtulabilir miydi?

İnsanın geçmişle işi bittiğinde, geçmişin de onunla işi biter miydi?

12 Haziran 2008
Haşim Arıkan

8 Haziran 2008

Babanı en son ne zaman gördün?

Babanı en son ne zaman gördün?
“Oturmuş bir şeyler söylerken mi? Seni en son gördüğü an da mı? Sana en son gülümsediğin de mi? Göz kapakları kapanırken mi? Son nefesini verirken mi? Mezara koyarlarken mi?

Babanı en son ne zaman gördün?

Onu hareketli ve sağlıklı gördüğün en son an...? Onunla bir konuda tartıştığınız en son an.....?

Onu en son gerçekten gördüğüm anı hatırlamaya çalışıyorum. Onu, tam olarak tüm benliğiyle orada olduğu anı.”(1)


Babamı en son ne zaman gördümü düşünüyorum?

Onu en son 14.12.1981 sabahı gördüm. Uykumdan evin içindeki ağlama seslerine uyandığım o sabah. Herkesin gözyaşları yanaklarından süzülürken, benim sebebini bilmeksizin hepsini içime akıttığım o sabah. Koskoca 27 sene geçmiş üzerinden. O zamanlar 17 yaşındaydım şimdi ise artık 44 yaşındayım. Onunla hayatımın ancak 17 yılını paylaşabildim. Onsuz geçirdiğim yıl sayısı ise 27 olmuş. Onsuz yıllarım arayı gitgide açıyor artık... İnsan on yedi yıla ne sığdırabilir ki. Hele hele aklının henüz başında olmadığı çocuk denilecek yaşlardaysa. Bakıyorum da elimde kala kala keşkelerim kalmış. Ona ait hatıralarım güngeçtikçe fululaşıyor, silikleşiyor. Onu kaybettiğim o ilk yıllardaki netliklerini artık koruyamıyor.

Onu en son gerçekten gördüğüm anı hatırlamaya çalışıyorum. Onun tam olarak tüm benliğiyle orada olduğu anı. Karar veremiyorum. Belki de gördüklerine karşı direnmek benimkisi. Çünkü aklıma gelenlerin hepsi birbirinden kederli. Hayatının son dönemi onun için hiç kolay geçmedi...

Size tavsiyem babanız eğer hala hayattaysa ve onunla ayrı oturuyorsanız, bence onu sık sık ziyaret edin. Birlikte geçirdiğiniz günlerinizi onunla dolu dolu geçirin. En önemlisi ise ona sıkısıkı sarılın ve ona sık sık onu ne kadar çok sevdiğinizi söyleyin. “Seni seviyorum” cümlesini söylemek belki size zor geliyor olabilir ama bunun için kendinizi biraz zorlayın. Bunu mutlaka deneyin ve ona bu sihirli cümleyi kesinlikle söyleyin. Bu büyük keyfi ne kendinizden, ne de ondan esirgeyin. Bu, insanın yüreğinden çıkan sihirli kelimeyi duyan hiç kimse ondan etkilenmiyorum diyemez. Diyorsa da bence bunu açıkca itiraf etmek istemediğinden öyle söylüyordur. Şu an elinizde fırsat varken bunu mutlaka değerlendirin.

Bu söylediklerimi eğer elinizde bu şans varken yapmazsanız. Normal şartlar altında, sizin de kendinize “Babamı en son ne zaman gördüm?” sorusunu soracağınız gün, bir gün gelecek. O gün geldiğinde bulunduğunuz günden eskilere gitmeniz gerekecek. İşte o zaman eminim ki -benim gibi siz de- kendinize bunu neden yapmadım ya da neden daha çok yapmadım diyeceksiniz.

Bu satırları neden mi yazdım şimdi? Bu satırları bana bu akşam izlediğim bir film hissettirdi. Gönlüm, benim bu hissettiklerimi hiç olmazsa siz benim kadar yoğun hissetmeyin istedi.

Çünkü babamızı en son ne zaman göreceğimizi hiç birimiz asla bilemeyiz.

08 Haziran 2008
Haşim A.

(1) “And When Did You Last See Your Father?” isimli filmden.