17 Aralık 2006

Beni ziyarete gittim dün gece..

Dün gece sokak kapısının canhıraş bir şekilde güm güm güm yumruklanması ile bir anda yataktan fırladım. Oysa uzun bir mücadele sonrası uykuya daha henüz dalabilmiştim. Kapı güm güm güm yumruklanmaya devam ediyordu. Kendimi palas pandıras merdivenlerden aşağıya, antreye zor attım. Bir an polise mi haber versem diye tereddüt ettikten sonra elim kapının tokmağına uzandı ve tokmağı çevirdim. Kapıyı açmamla birlikte yaşamakta olduğum panik bir şoka dönüştü. Şok olmuş bir halde kapıda kendime bakakaldım.

- Kendine gel dostum korkma sana zarar vermeye gelmedim.

diyerek gülümsedim ve yanağımı sevgiyle okşayarak kapıyı hafifçe itip içeri girdim.

- Ben en iyisi şöyle güzel mis gibi kokan bir kahve hazırlayayım, hem seni kendine getirir, hemde ilk defa karşılıklı sohbet etme şansı bulacağımız bu gecede bizi biraz canlı tutar.

nutkum tutulmuş adeta taşa dönüşmüştüm. Şaşkın şakın kendimi izliyordum. Sanki kendi evimmiş gibi evimde hiç de yabancılık çekmiyordum. Mutfaktaki filitre kahve makinasına, masanın üzerinde duran sürahideki suyu doldurdum ve dolaptaki kahve kavanozundan 5-6 kaşık filitre kahveyi makinaya koyduğumda, makina hemen fokurdamaya başlamıştı zaten.

- Kahvemiz birazdan hazır olur ne dersin salona geçelim mi?

diyerek elimi omzuma attım ve omuzumu sıkarak

- Hadiiiii dostum kendine gel artık. Bu akşam seninle çok önemli şeyler konuşacağız. Belki de uzun zamandır kafanı kurcalayan bazı şeylerin cevabını bulacağız seninle bu gece.

Bir anda kendi evimde, kendim tarafından ağırlanan bir misafir durumuna düşmüştüm. Salonda camın önünde duran karşılıklı iki koltuktan birine oturdum.

- Kahveleri alıp hemen geliyorum diyerek

mutfağa gittim. Bir kaç dakika sonra nihayet kendimle karşılıklı oturmuş birlikte kahvelerimizi yudumluyorduk.Ben hala tek kelime bile edememiş bir durumda tuhaf tuhaf bana bakarken,

- İstersen söze ben başlayayım

diyerek söze girdim.

- Aslında doğduğundan beri seninle birlikteyiz ve sürekli olarak seni izliyorum. Seninle birlikte bende üzülüyor, seviniyor, ağlıyorum.Yaşadığın sıkıntıları, hissettiğin ve düşündüğün her şeyi seninle birlikte yaşıyorum. Bugüne kadar –özellikle- her canın yandığında, her kendini yanlız hissettiğinde, inan seni o kadar çok ziyaret etmek istedim ki. Ama hep kendimi tutmak zorundaydım. Çünkü seni ziyaret edebilmem için seninde beni anlayabileceğin olgunluğa gelmen, birlikte bu gece gerçekleştireceğimiz son değişime senin de hazır olman gerekiyordu. Son yıllarda okuyarak, gözlemleyerek ve sorgulayarak çok büyük mesafe kat ettin. Kafandaki bir çok sorunun cevabını sen kendin buldun, bir çok korkunu sen kendin yendin. Artık hayatı, insanları, herşeyi sorgulamayı, sorgulamadan kabul etmemeyi ögrendin. Artık mantığının kabul etmediği hiç bir şeyi –sırf yaşadığın toplum bunu böyle istiyor diye- kabul etmiyorsun. Bu noktaya, bu olgunluğa geldikten sonra inan sırtındaki küfende yeni yüklerin olmayacak.Artık yapman gereken tek şey kaldı. Küfede kalan son yükü de boşaltıp, sırtından o küfeyi çıkartıp atmak. Bunu bu gece birlikte çözeceğiz seninle. Gerçekleştireceğin bu son değişim belki biraz sancılı ve uzun soluklu olabilir. İnanıyorum ki sen, çok kısa sürede bunu da aşacaksın. Gelelim son yüküne, sana, doğduğun günden bugüne kadar, ailen ve yaşadığın toplum tarafından, bazıları direkt sözlü olarak ögretilen, bir kısmı, sana hiç fakettirilmeden gizli gizli defalarca arkadan kulağına fısıldanarak beynine kazınan, büyük bir kısmı ise çevrendeki insanlar tarafından gözünün önünde gerçekleşen yaşamları ile sana görsel olarak, yani naklen aktarılan, en önemlisi bütün toplumlar tarafından kabul görmüş, (yeni doğan her erkek gibi doğduğun günden başlayarak yavaş yavaş seninde sırtına giydirilen) “klasik erkek” rolunden kurtulup, bir erkek olmaktan çok öte, öncelikle, içinde varolan bütün duygularınla bir insan olduğunu farkedebilmen. Küfende yıllardır taşıdığın bu son yükünü de sırtından attıktan sonra inan yaşamın adeta bir şölene dönüşecek. Bana inan.

Oturduğum koltuktan kalktım ve bana doğru yürüdüm. Ben de yavaşça ayağa kalktım ve hayatımda ilk defa kendimi sevgiyle, sımsıkı kucakladım.

12 Aralık 2006
Haşim A.

Hayır diyebilmenin sihirli gücü

Gözyaşlarım yanaklarımdan sicim gibi aşağıya süzülüyor. Yoruldum artık, silmekten vazgeçip bıraktım onları. İçim yanıyor. Ona sarılmak neden, neden yaptın bunu diye sormak istiyorum. Aslında çok iyi bildiğim cevabı, son bir kez de onun ağzından da duymak istiyorum. Birazdan hoca gelip namazını kıldıracak bize. "Merhumu nasıl bilirdiniz?" diye soracak hepimize. Eminim ki herkes yürekten iyi bilirdik diyecek. Sonra herkes, olmayan hakkını helal edecek ona hep bir ağızdan. "HELAL OLSUN. HELAL OLSUN. HELAL OLSUN." diye. Üç kere üst üste usulünce. Esas bizlere hakkını helal etmesi gereken “o” iken.

Canım arkadaşım, sırdaşım, can dostum kaç kere konuştuk bunu seninle. Her seferinde "haklısın" dedin bana. Ama konuştuğumuz herşey hep konuştuğumuz yerde kaldı. Bu kadar mı zordu “HAYIR” diyebilmek insanlara, tek diyebileceğin “HAYIR” yaşamına mı karşıydı?

Gece geç saatlere kadar çalışırdı bazı günler sabahlardı mesai arkadaşlarına “HAYIR” diyemediği için. Herkes kendi işini ona devredip çantasını alıp gezmeye giderken “o” nu çok ama çok severdi hiç bir zaman onlara “HAYIR” demediği için.

Karısının bir tanesiydi “o” ona hiçbir zaman “HAYIR” diyemediği için. Karısı istemiyor diye görüşemediği için etrafında erkek arkadaşı kalmamıştı. Halbuki ne çok keyif alırdı hep birlikte futbol maçlarına gidip, maç çıkışı bir birahanede oturup bitek atıp maçın kritiğini yapmaktan.

Annesinin bir tanecik oğluydu “o” annesine hiç bir gün “HAYIR” diyemediği için. Sırf annesi istediği için maliye okumuş, sırf annesi istediği için devlet memuru olmuş, sırf annesi istediği için Mine ile evlenmişti.

Mahalle arkadaşıydık onunla aynı sokaklarda birlikte büyüdük. İlk başlarda onunda küçük “HAYIR” ‘ları vardı çok nadir, küçük harfli de olsa. Fakat annesi Fatma teyze bu “HAYIR”’ları hiç bir zaman dikkate almadı. Hep oyunun en guzel yerinde onu eve çağırır yada bakkala yollardı. Onun isteklerinin o nadir , küçük harfli “HAYIR” ‘larının bir anlamı yoktu Fatma teyze için. Ne zaman ve ne kadar ders çalışacağına, hatta o gün ne giyip ne yiyeceğine hep o karar verdi. Yıllar geçtikçe artık onunda “HAYIR” diye bir kelime kalmamıştı lugatında. Ona göre “HAYIR” demek hayatta yapayanlız kalmak demekti. “HAYIR” dediğinde terkedileceğinden, sevilmeyeceğinden korktu hep. Fatma teyze ona bunu ögretmişti çünkü.

O “HAYIR” diyemedikçe herkes sırtındaki küfeyi doldurdukça doldurdu. O “HAYIR” diyemedikçe herkes onu çok ama çoook sevdi, onu hiç terketmedi. Ama kimse küfesindeki yükün onun taşıyabileceği ağırlığı çoktan geçtiğinin asla farkına varamadı. Sonunda “o” da bu yükü daha fazla taşıyamadı.

Oysa herkes kendi sınırlarını çoktan oluşturmuş bu sınırlarını “HAYIR” ‘ları ile eşe, dosta, ailesine çoktan ilan etmişti. Hayatına kimin ne kadar girebileceği, onun özeline ne kadar yaklaşabileceği belliydi. Bu sınırları algılayamayan olursa da da herkes “HAYIR” kelimesinin sihirli gücü ile çok güzel ve kısa zamanda bunu ona ögretiyordu. Ama sınırları olmayan birini bulduğunda da onun bütün özel alanlarını sınırını çizemediği için taciz etmektende sakınmıyordu.

Şu an cenazede bulunan kaç kişi acaba onun “faili meçhul” intiharında aslında katil zanlısı olduğunun farkındaydı.

01 Aralık 2006
Haşim A.

Yeter artık sizi terk ediyorum....

Güneşin ışığını perde arasından sinsice odama sokup üstüne üstlük bir de yüzüme bir projektör gibi yansıtmasıyla gözlerimi aralıyorum. Merhaba yeni gün:)

Beynimdeki barkodların uyanmamla birlikte telaş içinde sıraya girdiklerini hissediyorum. İlk barkod okundu bile.

- Doğru banyoya yüzünü yıka. (Sabahları kalkınca yüz yıkanır)

Neyseki ilk barkod masum bir barkoddu.

Banyoya giriyorum. Aynada kendime bakıp gülümsüyorum:)

- Günaydın :)
- Bugün güzel bir gün olacak dostum, bomba gibisin valla :)

Biri beni görse deli zannedecek valla. Ama beynimizden vücudumuza yolladığımız her mesajın, verdiğimiz mesaj doğrultusunda vücudumuzu tüm organlarımızı harekete geçirdiğini bugün artık bütün uzmanlar kabul ediliyor. Güne bu şekilde başladığımda günümün çokkkkk daha keyifli geçtiğini ben de hissedebiliyorum zaten.
Müzik setinin tuşuna basıyorum. Müthişsin “Chris Spheeris” tapıyorum senin müziğine ben. Bir stiriptizci edasıyla üstümdekileri çıkartarak duşa doğru ilerliyorum. Başımdan akmaya başlayan hafif serin suyla birlikte gitgide kendime geliyorum sanki akan suyla birlikte sabahın mahmurluğuda üzerimden akıp gidiyor. Ayna karşında saçlarımı kurularken ikinci barkod devreye girdi.

- Saçlarını iyice kurut yoksa üşütürsün dışarısı serin, güneşe aldanma sen artık yaz değil.

Sevgili anneciğim, babacığım sevgili ailem ne iyi ettiniz olumsuz sonuclarla vücudum arasında bu tuhaf ikili ilişkileri kurmakla, ne iyi ettiniz beynimi bütün bu gereksiz - olumsuz sonuç çıkırtkanı- barkodlarla doldurmakla.Şartmıydı bana bir şey öğretmek için eylemin sonuna muhakkak bir rahatsızlık bağlamak.

- Oğlum sakın terli terli soğuk su içme boğazların şişer...
- Aman hava serin oğlum üstüne bir şey giy üşütürsün valla....
- Dişlerini fıçalamayı unutma yavrum yoksa dişlerin çürür......
- Çişini çok tutma prostat olursun evladım........
- Denizde çok açılma ayağına kramp girer boğulursun maazallah......................
- Cereyanda oturma yavrum sırtın tutulacak
- -

Ben beynimde tanımlı olumsuz mesaj içeren bütün barkodlarla aramdaki bu gereksiz ilişkiye artık bir son vermek istiyorum. Sanki lunaparklardaki delikten kafasını çıkarttığında tahta çekiçle kafasına vurduğumuz kostebekler gibiler.Hiç bitmiyorlar, başka başka deliklerden mütemadiyen kafa çıkartıp mesajlarını iletip kaçıyorlar tekrar tekrar. Yetişemiyorum hepsinin kafasına çekiçle vurmaya. Vurabilsemde onlara hiç bir şey olduğu yok zaten.

- Heeeey bana bakın size sesleniyorum. Kaçmayın gelin buraya. Belge, kanıt istiyorum sizlerden. Açıklayın bana sizler kaç denek üstünde test edilerek % kaç oranıyla elde edildiniz. Sanki kutsal bir emanetmişcesine nesilden nesile aktarılarak beynimize niçin kazıyorlar sizi. Ama şunu bilin ki ben bu zinciri saadet zincirinizi kıracağım.Ben baba olduğumda, kesinlikle çocuğumun kafasını bu olumsuz mesajlarla doldurup beyninin bu mesajlara uygun olarak vücuduna talimat verip organlarını harekete geçirmesine fırsat vermeyeceğim.Saltanatınız bende artık son bulacak. Duyuyormusunuz beniiiii.

Sizlerin vücudumu içerdiğiniz olumsuz mesajlarla etkilemenizden ben bıktım artık. Ben vücutlarımızın sizden gelen mesajlarla değil kendi başına hissederek yaşayarak görmesini istiyorum. Boğazım şişecekse,üşütüp hasta olacaksam, prostat olacaksam, ayağıma kramp girecekse buna vücudum kendi karar versin lütfen. Sizlerin ona bunu ögretmenizi istemiyorum. Sizlerin %100 doğru olduğunuza da inanmıyorum zaten.

Ben beynim aracılığıyla vücuduma güzel mesajlar yollamak. Kendimi iyi hissetmek istiyorum. Benim hastalıklarla artık işim yok.

- BUGÜN BİLİYORUM MUHHHHTEŞEM BİR GÜN OLACAK. KENDİMİ BOMBA GİBİ HİSSEDİYORUM,ACCAYİB KEYİFLİYİM BUGÜN :)

Allaaaaaah mutfaktan yanık kokusu geliyor. Çaydanlığa su koyacaktım unuttum yandı galiba ;(


17 Kasım 2006
Haşim A.

Neden bu kadar senarist olmaya meraklıyız?

Üniversite eğitimimin ilk yılları benim için belki de hayatımın en zor yıllarıydı. Bir yandan okulu bitirmeye uğraşıyor bir yandan da akıl sağlığı yerinde olmayan annemle ilgilenmek zorunda kalıyordum. Doktorlar onun durumuna herhangi bir çözüm yolu bulamıyorlardı.Annemin bu durumu zaten yeterince canımı yakıyordu. Bu durumu birde çevremle paylaşıma açmak ise o yıllarda bana hiç de cazip gelmiyordu. Bu acıyı kendi içimde yaşıyor. Annemin bu durumunu arkadaşlarımla paylaşmayı düşünmüyordum. Bu durum birinci sınıfın sonuna kadar böyle devam etti ta ki yaşadığım acı tecrübe ile bazı gerçekler kafama dank edene kadar.

Allaha şükür halimiz vaktimiz yerindeydi rahmetli dedem anneme hatırı sayılır bir miras bırakmıştı. Bu da yaşam standardımızı zorlanmadan sürdürmemize imkan veriyordu.Herhangi bir acil durumda çabuk hareket edebilmek için okula kendi arabamla gidip geliyordum. Gençliğin ve imkanlarımın iyi olması sebebiyle kendime olabildiğince özen gösteriyor. Kılık kıyafetime de çok dikkat ediyordum.

Öte yandan annemin rahatsızlığı yüzünden arkadaşlarımla bir türlü yakın ilişkiler kuramıyordum.
Bir gün beni aradıklarında telefonu annem açarsa diye hiç birine ev telefonumu veremedim. Bir gün bizim eve de çağırmak zorunda kalırım diye çağırdıklarında hiç birinin evine gidemedim. Eve gelip annemi görecekler, geçmişte bıraktığım bazı acıları onlara da anlatmak zorunda kalacağım ve kabuk tutmuş o yaraları kaşıyıp tekrar kanatacağım korkusuyla onları eve hiç bir zaman çağıramadım.

Ben kimseye bu durumumu anlatamadım. Kimse de allahtan gelip bana neden böyle davrandığımın sebeplerini sormadı.

Bir müddet sonra çevremdeki arkadaşlarım yavaş yavaş benden uzaklaşmaya başladılar. Ben yanlarına gittiğimde konuştukları konuyu hemen kesiyorlar, gün geçtikçe bana daha da soğuk davranıyorlardı. Yine kantinde onları görüp yanlarına gittiğim birgün, sağolsun lafını hiç sakınmayan Oğuzhan’ın sözleri, masaya gelmemle birlikte bir anda suratımda tokat gibi patladı.

- Hoşgeldiniz beyefendi artık bir karar verseniz diyorum. Bizi kendinize layık buluyormusunuz, yoksa layık bulmuyormusunuz? Okul da bakıyorum yanımıza gelip lütfedip bizlerle muhabbet ediyorsunuz. Ama hadi bize gidelim dediğimizde mazaretin biri bin para. Ev telefonunu bize vermek ise zinhar yasak. Hele hele size gidelim deme lütfuna henuz hiç birimiz nail olamadık. Bizi arkadaş olarak kendine layık bulmuyorsan, okul dışında bizimle görüşmek istemiyorsan, açıkça, mertçe yüzümüze karşı söylede, sende rahatla, bizde rahatlayalım!

Bir anda bütün vücudumu ateş bastı, sanki başımdan aşağı kaynar sular boşandı. Bu durum inanılmaz ağırıma gitmişti. Hani derler ya “yer yarılsa da yerin içine girseydim” diye aynen o durumdaydım. Hiç bir şey söylemeden kendimi kantinden zor dışarı attım. Arabaya atladığım gibi soluğu deniz kenarındaki henuz kimsenin bilmediği o küçük, şirin çay bahçesinde aldım. Şansıma etrafta da kimseler yoktu. Bir yandan yeni demlenmiş tavşan kanı çayımı yudumlarken diğer yandan da düşünüyordum.

Biz insanlar hepimiz çok iyi birer senaristtik aslında. Önümüzde yaşanmakta olan hayattan/durumdan, kopuk kopuk, parça parça bölümler seyrettiğimizde, hemen, üstelik çok da kolay bir şekilde yaşananların tamamı hakkında kusursuz senaryolar yaratabiliyoruz. Sonra yarattığımız senaryoya kendimizde inanıp, buna uygun olarak, karşımızdakilere tepki vermekte bir sakınca görmüyoruz. Çoğunlukla da yazdığımız bu senaryolar canımızı sıktığı için, verdiğimiz tepkilerle de karşımızdakinin canını bayağı bir yakıyoruz.

Neden seyretmiş olduğumuz bu küçük kesitleri senaryolaştırmak bize bu kadar cazip geliyor?
Neden başrol oyuncusuna oynadığı filmin senaryosunu soramıyoruz?
İçimizde bastıramadığımız bu senarist olmak isteği niye?
Yazdığımız senaryonun çoğunlukla gerçeğinden çok farklı olduğunu, sonrasında neden olduğu kalp kırıklıklarını göre göre her seferinde niye inatla yazmaya devam ediyoruz?

Kafamızda oluşturduğumuz bu senaryolar yüzünden kimbilir hayatımız boyunca kaç kere eşimizle, dostumuzla, çocuğumuzla tartışıyoruz, sonrasında gerçek senaryoyu ögrendiğimizde hatamızı anlayıp kimbilir kaç kere onlardan özür diliyoruz.

Kendime hayatımın bundan sonrası için, asla başkalarının hayatı ile ilgili eldeki mevcut verilere bakarak senaryolar üretmeyeceğime, gerçeği sadece onlara sorarak öğreneceğime dair söz veriyorum.

Bardağımdaki son yudumu da kafaya diktikten sonra kararlı bir şekilde arabaya doğru yürüyorum. Evet gidip onlarla gerçek senaryoyu paylaşacağım. Çünkü onlara değer veriyorum.

05 Aralık 2006
Haşim A.

14 Aralık 2006

Sevgi...

Okuduğum son kitabı da bugün bitirdim.
Bu okuduğum kaçıncı kitap acaba?
Daha okumam gereken kaç kitap var?
Sizler ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Her okuduğumuz kitapta muhakkak eksik olduğumuz bir yönümüz daha ortaya çıkıyor değil mi?
Eksik yönlerinizle uğraşmaktan, tamamlanmış yönlerinizin tadını çıkarmaya fırsat bulabiliyormusunuz?
Sürekli devam eden bu değişimin sonucunda ne istiyorsunuz diye size sorsam cevabınız ne olurdu?
“MUTLU OLMAK” mı?

Büyük başarılar,
Toplumda kabul gören, beğenilen bir kişilik,
Bizi gördüklerinde gülümseyen yüzler,
Bizimle ilgili söylenen güzel sözler,
Yaşanan güzel ilişkiler,
……………………………….

Şimdi bu saydıklarımızın finalinde mutluluk olmadığını varsayalım,
Hangisi bir anlam ifade ederdi size bütün bu saydıklarımın?
Sonunda mutlu olmayacaksam, bana mutluluk vermeyecekse ne anlamı var başarıların, ilişkilerin, dostlukların, beğenilmenin.

Mutluluk her zaman bizim için bir hedef.
Peki ya diğerleri, huzur, sevinç, hüzün, kin, nefret………
Peşinden koştuğumuz ya da bizim peşimizde koştuğuna inandığımız duygular,
Hayatımızı bir cennete ya da cehenneme çeviren duygular,
Kaçmak veya ulaşmak için bütün enerjimizi harcadığımız duygular,

Ama içlerinde bir tanesi var ki,
O ne bir hedef olmalı ne de bir kaçış.
Tam tersine sürekli bizimle birlikte olmalı, birbirine kelepçelenmiş iki kişi gibi ya da bizi takip eden bir gölge gibi.
O öyle bir duygu ki , ona sahip olduğumuzda, -bütün bu farkettiğimiz eksikliklerimize rağmen- bize yanında mutluluğu da getiriyor.
Tahmin ettiniz değilmi? Onun “SEVGİ” olduğunu.

O, ana rahmine düştüğümüz anda gelip tam yüreğimizin ortasına yerleşiyor.
O, sanki alev alev yanan bir ateş, ne kadar çok beslersek o ateşi, o kadar çok ısıtıyor yüreğimizi,
Yüreğimizden taşıp gözlerimize kadar ulaşıyor en sonunda,
Etrafımızda her şey çok daha güzel gözüküyor gözümüze sevgiyle baktığımızda,
Hayat, insanlar,tüm canlılar,yaşananlar…………
Gülümseyerek başlıyor her yeni gün,
İlk başta kendimize sevgiyle bakıyoruz sabahları aynada.
Kendimizi yerden yere vurmak yerine, daha yumuşak cümleler seçiyoruz kendimizi eleştirirken.
Daha güçlü hissediyoruz kendimizi, daha sağlam duruyoruz, hayata karşı,
Eksiklerimizi düzeltmek için daha istekli oluyoruz, daha çabuk sonuca ulaşıyoruz sanki.

O, yüreğimizde alev alev yanarken,
Sanki duygular çok daha yoğun, dokunmalar çok daha bir lezzetli, dostluklar çok daha keyifli.
Hayatı daha hissederek, daha yoğun yaşıyor insan.
Etrafa gülümsemek için beyinden yüz kaslarına gidecek bir mesaja hiç gerek yok,
Sanki çevremizde canımızı acıtacak sözler azalıyor ya da artık o sözler canımızı acıtmıyor,
Ne kadar vermeye hazır olduğumuzu farkediyoruz, eski ufak hesaplar yaptığımız formülleri unutarak. Karşılık beklemiyoruz verirken bir şeyleri, paylaşmanın kendisinden büyük haz alarak.

Sizi bilmem ama şeçme şansım olsaydı eğer, ben; herşeyin bu kadar ortalığa dökülmediği yıllarda, -o zamanlar hepsinin bir ruhu olduğuna inandığım- eski bir konakta, Ömer Seyfettin, Halide Edip okuyarak, -kendisi siftah yaptıktan sonra gelen müşterisini siftah yapmamış komşusuna yollayacak kadar- birbirini düşünen ve seven insanlarla birlikte, menfaat ve egolar yerine sevgi ve duygusallık üzerine kurulmuş bir hayat yaşamak isterdim.

Yeni bir kitap almak, yeni bir film seçmek için girdiğinizde bir dükkana, yüreğinizin sesine de kulak verin lütfen, açlıktan bağırıyorsa , alevleri kesilmiş kora dönüşmüşse eğer, muhakkak sizin de yüreğinizi ısıtacak bir kitap, bir film, raflarda sizin onu seçmenizi bekliyor demektir.

Unutmayın siz onu yeterince besledikçe o da size çok daha mutlu, çok daha keyifli, canınızın çok daha az yandığı, iliğine kemiğine kadar emdiğiniz bir hayat sunacaktır.

“Sevmeyi ancak severek ögrenebiliriz “ İris Murdoch

06 Eylül 2004
Haşim A.

Hayatı tanımlayabilir misiniz bana?

Hayatı tanımlayabilirmisiniz bana?
Sizce hayat nedir?
Durun durun ben size yardımcı olayım.
Kimbilir benim gibi sizde bugüne kadar ne çok şey okudunuz hayatı tavir etmek üzerine yazılmış.
Hemen aklıma gelen ilk iki tanesini size söylüyorum.
“Hayat silgi kullanmadan resim çizme sanatıdır”
“Hayat yazmadığın bir hikayede uzun yada kısa vadede az biraz keşfetmektir”

Ben başkaları tarafından yapılmış bu hayat tanımlarını kabullenmek yerine hayat üzerine bir tanımda ben yapmak istiyorum, bence hayat “tamamen bizim tercihlerimize göre yaptığımız bir yolculuktur” desem size.
Benim bu tercihim sizi kızdırır mı yoksa?Katılmıyormusunuz yoksa bana?
Bu satırı okumaya devam ettiğinize gore bana kızmadınız. Sevindim:)
Peki biraz soru sorabilirmiyim size?
Kendi kararlarınızı vermeye başladığınız günden beri önünüze çıkan her yol ayırımda hangi güzergahın otobüsüne bilet alıp bineceğinize kendiniz karar vermediniz mi?
Ve yaptığınız bu tercihin aynı zamanda bir vazgeçiş olduğunun da farkında değilmisiniz ?
Bu yazıyı okumak sizin tercihiniz mi? Yoksa birimi zorladı sizi buna?
Peki bu yazıyı okumakla nelerden vazgeçmiş oldunuz?
Umarım siz aklı tercihlerinde değil, vazgeçtiklerinde olanlardan değilsinizdir?
Çünkü bu yazıyı bitirdiğinizde iyiki okudum demenizi inanın çok istiyorum.
Bazılarımızın maalesef aklı hep vazgeçtiği diğer yollarda kalıyor, kafası sürekli arkaya dönük kaldığı için tercih ettiği yolun güzelliklerini göremiyor bu yüzden. Hayatı keşkelerle yaşadığı için hiç bir zaman “iyiki yaptım”ın inanılmaz keyfini tadamıyor maalesef.
Diğer bir grup ise sorumluluğu başkalarına atma çabasında bizi bu yola gitmeye başkalarının yada hayatın zorladığından, kaderden bahsediyor. Aslında kadere veya başkalarına boğun eymekte yine bizim tercihimiz değil mi? Yine yol ayırımındayken kendimiz karar vermek yerine, topu kadere atan biz değilmiyiz?

Lakin yıllar yılları kovalayıp bizler evlilik, çocuk, kariyer peşinde koşarken bir bakıyoruz hayat artık bize eskisi kadar bonkör davranmıyor. Eskisi kadar çok yol ayrımları çıkarmıyor karşımıza.Üstüne üstlük evlilik, çocuk, yaş, ekonomik zorluklar, derken hepsi ayağımıza vurulan birer pranga gibi bizi oturduğumuz yere daha da bağlıyor sanki. Ne güzel bir kaçış yolu yakaladım. Hazır bir şuçlu bulmuşken bu yaştan sonra bende mi tercih yapmak yerine sorumluluğu atsam bunların üzerine:)

Susanna Tamaro’nun dediği gibi, hepimiz nasılsa en son yol ayırımında bir otobüse bindik, boş da bir koltuk bulduk oturduk.Kilometreler birbirini kovaladıkça koltuğun göründüğü kadar rahat olmadığını, hep aynı açıdan seyredilen manzaranın sıkıcı olduğunu fark ettik.
Yeni bir otobüs, yeni bir koltuk mu?
Ya yeni koltuk eskisi kadar rahat olmazsa?
Ya bir başkası bizden önce gelip o koltuğu kaparsa?
Ayakta yolculuk yapmak hiç de heves edilecek bir şey değil...
Tabii bir de yabancı bir yolun ortasında, nereye gideceğini bilemeden kalakalmak var...

Yok yok ben bu otobüsten son durağa kadar inmem mi diyorsunuz?
Peki şimdi bu kimin tercihi?

Çalışmak yada bir dostunuzla sohbet etmek yerine beni okumayı tercih ettiğiniz için teşekkürler. Umarım iyiki yaptım dediğiniz bir tercih olmuştur : )

14 Kasım 2006
Haşim A.

Şimdiki aklım olsaydı....

Kişisel gelişimle ilgili okuduğum kitaplar içinde en beğendiklerimden biri olan Ferrarisini satan bilge’nin en etkilendiğim bölümlerinden birinde aynen şunlar yazıyordu;

Kitaplar sana yeni bir şey öğretmez.Kitaplar aslında zaten senin içinde olanları görmene yardım eder.Aydınlanma budur. Tüm seyahatlerim ve keşiflerimden sonra anladım ki. Tam bir daire çizerek genç bir çocuk olarak başladığım noktaya dönmüşüm. Ancak artık kendimi tanıyorum, ne olduğumu ve ne olabileceğimi biliyorum.

Bu cümleleri okuduktan sonra bir anda ben geldim aklıma.

Gerçekten de benimde kendimi tanımam, kendime önemseyip hayatımın merkezine kendimi oturtmam, hayatımda bana ait bölgenin sınırlarını oluşturmam ve çitlerini çekmem, başkalarının canını yaksa da istemiyorsam onlara hayır demeyi öğrenebilmem, daha çok okuduğum 35 ile 40’lı yaşlarım arasında oldu.

Şimdi üniversite sınavına girecek olsam yine işletme’mi okurum? Hayır kesinlikle psikoloji olurdu seçtiğim bölüm.İnsanlarla iletişimden uzak masa başı bir iş olsun diye muhasebeci mi olurdum yine? Hayır kesinlikle insanlara interaktif bir iletişim içinde, onlarla duygusal bir alışverişimin olacağı bir iş olurdu seçtiğim meslek.

Şimdi tükettiğimiz bunca –en verimli olduğumuz- yıldan sonra, züccaciyeci dükkanına girmiş bir fil gibi, hayatımızda bugüne kadar oluşturduğumuz dengelere (aile,yaşam standartı, ekonomik durumuz) zarar vermeden, kendimizi tanıdıktan sonra farkettiğimiz, bize gerçekten keyif veren şeyleri yapmaya çalışıyoruz bir çoğumuz.

Ama bir fil züccaciyeci dükkanında etrafa zarar vermeden, ne kadar özgür hareket edebilir ki?

Biliyorum şu an bana bu senin tercihin, bindiğin otobüsten inip seni gitmek istediğin yere götürecek diğer otobüse binebilirsin diyorsunuz.
Evet haklısınız size katılıyorum.

Ben bu otobüsten emekliğimde inmek istiyorum. O zamana kadar bu züccaciye dükkanımdayım ben :)
19 Kasım 2006
Haşim A.

10 Aralık 2006

Bozuyorum artık bu sözleşmeyi.....

Yine biten bir hikayenin sonunda, dört metrekarelik bir odadayım. İçtiğim sigaraların dumanları, camdaki o kirli sarı perdenin sol üst tarafındaki yırtıktan odaya süzülen ışık huzmesinde, sanki kordon boyunda dolaşan sevgililer gibi, bana inat salınıyorlar gözümün önünde. Ayaklarım mı yere yapıştı artık, yoksa ben mi onları kıpırdatamıyorum anlayamıyorum. Hatta şu anda benim ayaklarımın varlığından bile çok emin değilim. Masadan kalmak istiyorum ama damarlarımda artık kan yerine dolaşmakta olan alkol buna asla izin vermiyor. Bir an önce adliyenin önündeki siyah, lastikli kolluklu bir seyyar arzuhalciyi bulup, dilekçemi yazdırmak ve bende sureti bulunmayan o sözleşmeyi tek taraflı da olsa artık feshetmek istiyorum

Yıllardır her seferinde hiç beklemediğim anlarda karşıma çıkıp, beni allak bullak ederek hayatıma girip, sonunda ise, bende derin yaralar açarak, beni bir enkaz haline getirip fütursuzca çıkıp gidiyor hayatımdan.

Ne zaman nereden karşıma çıkacağını hiç bir zaman kestiremiyorum ki kendimi koruyabileyim ondan. Sanki elinde elektro şok aleti sürekli peşimde sinsi sinsi dolanıyor bana görünmeden. Uygun boş bir anımı yakalamak için, hiç bir zaman kestiremediğim, o bilinmeyen zamana kadar, günlerce, aylarca bazen yıllarca sabırla dolanıyor peşimde hiç hissettirmeden bana. Yakaladığı ilk fırsatta ise insafsızca dayıyor vücuduma aleti, bana kaçma şansı bile bırakmadan. Yaşadığım o ilk büyük sarsıntının merkez üssünün açıklanmasını beklerken ben, ardından gelen artçı şoklar belli ediyor bana depremin merkezini. Gitgide hızlanıyor kalp atışlarım, ardından sıklaşıyor nefes alışlarım. Bunca yıllık dost bellediğim kaypak kalbim her seferinde beni terk edip daha henüz tanıştığı yeni diyarlara yolculuk etmek için satıyor beni, hazırlıyor bavullarını hiç beklemeden.

Yıllardır sabırla biriktirdiğim sözcüklerim yıkılan bentten boşalan sular gibi bir anda beynimden ağzıma doğru başlıyorlar kontrolsüzce akmaya. Onları toparlamaya çalıştıkça daha çok takılıyor, dolanıyor zavallı dilim. Gerçekten zavallı mı, yoksa biran önce onunla tanışma arzusumu onu doluyor sözcüklere anlayamıyorum. Anlayamıyorum çünkü beynim onun gördüğü anda kısa devre yapmış, şalteri indirmiş oluyor çoktan. Bir an önce yalnız kalıp hayallere dalmak için bana bile haber vermeden terk ediyor o da mezkur makamını. Ardından ellerim, kollarım başlıyorlar vahşi bir kısrak gibi huzursuzlaşmaya. Artık onlar için bulduğum hiç bir yer memnun etmiyor onları. Ne çok sevdikleri pantolonumun cebi, ne birbirlerine dolanmak, keyif veriyor onlara. Belki de o bilmedikleri yumuşak ve pürüzsüz kıvrımlarda yapacakları, başlarına buyruk keyifli keşif yolculuklara bir an önce çıkmak için, onların bütün bu huzursuzlukları.

Beyin terkedince makamını, artık sözlerim ulaşmıyor gözlerime. Artık onlar hedefine kilitlenmiş güdümlü bir füze sanki. Ayıramıyorlar isteselerde kendilerini o görüntüden kısa bir süreliğine bile. Ayırmayı başabildiklerinde ise, nereye bakarlarsa baksınlar, hep onun görüntüsü kilitli kalıyor zavallı gözlerimde.

En sonunda gelen istifa haberi ise kopartıyor filmi tamamiyle, bedenimde.

Beynim son darbeyi de vuruyor basıyor istifayı onu düşünmenin dışındaki bütün görevlerinden.

Sonunda teslim oluyorum artık, şefi olmayan bir orkestraya benzeyen, söz geçiremediğim ruhuma, bedenime.

Her seferinde böyle başlıyor. Bu meşhur, herkes tarafından bildik hikaye, bende.
Fakat yanlızlığım ve acılarımla birlikte oturduğum bu loş masada son buluyor yine. Hep gördüğüm şişe diplerinde

Neden her seferinde beni savunmasız yakalayan , bitmeyen bu tekrar?
Neden yıllardır devam eden bu sinsi kovalamaca?

Henüz yoksa da bunu daha önceden başarabilmiş, bildiğim bir örneği.
Ben yine de bozuyorum tek taraflı , benim adıma onunla yapılmış hep sonunda bana acı veren bu meşhur sözleşmeyi.

20 Aralık 2006
Haşim A.

9 Aralık 2006

Seni çok seviyorum...

Berbat bir akşam trafiğinde, sahil yolundan Bebek’ten Tarabya’ya doğru dura kalka ilerliyoruz. Trafik tam bir kilit vaziyette. Onu iş yerinden alalı bir saati geçti. Bir saattir, yanımdaki koltukta gözyaşlarına boğulmuş bir vaziyette hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Hiç bir şey konuşacak vaziyette değil. Bir an önce eve ulaşmak ve onu kollarıma alıp sımsıkı sarmak onu rahatlatmak istiyorum. Elim radyoya uzanıyor, müzik ona belki biraz iyi gelir diye düşünüyorum. Düğmeyi çevirmemle birlikte Sezen Aksu’nun sesi arabanın içine dolmaya başlıyor. “Farkındayım, Farkındayım. Kendini seçemiyorsun, bırakıp kaçamıyorsun, yazmadığın bir hikayede, uzun yada kısa vadede az biraz keşfediyorsun.” Dönüp ona bakıyorum. Kucağı ıslak kağıt mendillerle dolmuş bir vaziyette hala ağlıyor.Şu an tüm enerjisini tükenmiş, tamamen dip yapmış bir durumda. Kulağım yeniden şarkının sözlerine takılıyor ve onun kendisini ne kadar keşfedebildiğini, kendisinin ne kadar farkında olduğunu düşünüyorum.

Neden enerjimizin bu kadar tükenmesine , rezervlerimizin bu kadar boşalmasına izin verdiğimiz aklıma takılıyor. Böylesine tükendiğimizde, duygusal olarak daha da güçsüzleştiğimizi, hassaslaştığımızı, kırılganlaştığımızı, yaşadıklarımızın izlerinin üzerimizde daha da kalıcı olduğunu, kendimizi toparlamamanın daha uzun sürdüğünü, anlamak için acaba kaç deneyim yaşamamız gerekiyor?

Kaçımız farkında acaba? Benim enerji kaynaklarım ne? Ben kendimi neler yaptığımda mutlu keyifli huzurlu hissediyorum, içim çoşkuyla doluyor diye.

Müzik! Yanlızlık ,sessizlik ve sükunet! Sıcak bir dost sohbeti! Okumak,yazmak! Sevgi dolu bir dost kucaklaması! Belki de arkadaşlar arasında küçük bir parti……………………….

Hepimiz hissediyoruz belli dönemlerde yaşam gücü enerjimizin gitgide tükendiğini. Hissetmemize rağmen yine de izin veriyoruz bir çoğumuz depolarımızın sonuna kadar boşalmasına. Sonrasında da kendimizi duygusal anlamda dirençsiz bir halde salıyoruz ortalığa. İlk patlak veren tatsız olayda da gözyaşlarına boğuluyoruz. Canımız daha çok yanıyor, açılan yaralar daha zor kapanmıyor.Toparlayamıyoruz bir türlü kendimizi.

Neden yaşam gücü enerjimizin azalmaya başladığını hissettiğimizde hemen hareket geçmiyoruz?
Neden en sevdiğimiz albümü müzik setine takıp çalan şarkılara bağıra bağıra eşlik edemiyoruz?
Neden başımızı alıp sakin, sessiz bir yerlere kaçamıyoruz?
Neden bir dostumuzu arayıp kendimizi onun sevgi dolu kollarına, sıcak içten sohbetine bırakmıyoruz?
Neden......

Neden depomuzu dibine kadar boşalmadan takviye edemiyoruz? Göz göre göre enerjimizin hızla tükenmesine izin veriyoruz?

Aslında hepimiz biliyoruz söylenen “aynı cümlenin” biz çoşkuluyken ve enerjimiz tükendiğinde üzerimizde bıraktığı farklı etkileri. Birinde önemsemeyip, gülüp geçtiğimiz cümle, diğerin de nasıl da canımızı yakıyor. Üstüste canımız yandığında da “neden herşey üstüste geliyor” diye düşünüyoruz.

Karşıdan gelen aracın farları gözüme girince bu düşüncelerimden sıyrılıp kendime geliyorum. Daha fazla dayanamayıp , kırmızı ışıkta durduğumuzda onu sıkıca kucaklayıp, tutkulu bir şekilde öpüyorum ve kulağına fısıldıyorum

- Seni çok seviyorum.

Bana bakıp,

- İyi varsın, iyi ki yanımdasın diyor. Ağlamaktan şişmiş gözleriyle gülümseyerek.

Bende ona gülümsüyorum. "Yoksa onun enerji kaynağı ben miyim?" diye kendime sorarken...

08 Ağustos 2004
Haşim A.