27 Aralık 2009

İçimde bir ses bağırıyor, bu boşluğun adı “hayal kırıklığı”....

Düşünüyorum...
Herşey ilk nerede ve ne zaman başladı!
Beni yürüdüğüm bu yola ilk kim çıkardı, ileriye doğru kimler taşıdı?
Kimler bana bugün söylediğim sözcüklerin suflelerini verdi?
Nelerin toplamıyım ben?
Hatırlayamadığım ama o toplama dahil neler var içimde?

Yorgunum biraz...
Sanırım yılların taşıdığı yorgunluk en sonunda beni de yakaladı.
Nedense zihnim hep aynı yıllarda dolanıyor.
Hep o aynı yorgun yüzle karşılaştığım yıllar!
Sanki o yılların arasında kalan yıllar bir ekspresin durmadan geçtiği ara istasyonlar.
Hızlı geçildiği için net olarak hatırlanmayanlar.

Susuyorum...
Bir yargılamanın sonuçlanmasını bekliyormuş gibi.
Sanki içimde bir şeyler yıkılıyor.
Yıkılan şeylerin yarattığı boşluğu hissediyorum.
O boşlukta acı kokan, yarı görüntü, yarı sözcük parçacıkları uçuşuyor.
İçimde bir ses bağırıyor, bu boşluğun adı “hayal kırıklığı” diye.
Bu kelimeyi duymak hoşuma gitmiyor.
Bence insan acının o ağır peçesini yıllar sonra kaldırabiliyorsa, mutluluğun yüzü ile karşılaşır.
Bağırıyorum ona, sessizce.
Aslında bu bir boşluk değil, sessizlik diyorum.
Bu bir umutsuzluk değil, sadece hareketsizlik.
Bu cümlelerin ardından, içimde yıkılmakta olan şey sanki hiç yıkılmamış, sadece durmuş yada donmuş gibi hissediyorum.
Yada öyle hissetmeyi istiyorum.
Bir yandan da beni neşelendirecek bir şeyler arıyorum sürekli içimde.
Keyifli bir şeyi görüp, onu yeniden seyredip neşelenirim diye hevesleniyorum.
Neşe herkes gibi benim de enerji kaynağım.
Biliyorum.

Düşünüyorum...
Kendi mutluluğumun hareketlendirici gücü kim?
Artık, ben olmak istiyorum!

26 Aralık 2009
Haşim Arıkan

19 Aralık 2009

Sözcükler, sen onların gerçekliğinin farkına varana kadar senin için çok az şey ifade eder…

Korkuyor musun?
İçinde hapsolduğun, hücre parmaklıkları olmayan, kapısında kilidi bulunmayan bu hapishaneden kaçıp kurtulmaktan.
Düşüncelerini değiştirdiğinde seçeneklerinin değişmesi mi korkutuyor seni?
Yoksa seçeneklerini değiştirdiğinde hayatının değişmesi mi!
Hiç birine tutunamadığın iki dünya arasında bir sarkaç gibi sürekli gidip gelmek mi sence en iyisi?
Bir içindeki dünyaya, bir dışarıdaki dünyaya...

Düşündün mü hiç?
İnsan sürekli geçmişin beyninde bıraktığı ayak izlerini takip ederek farklı bir geleceğe ulaşabilir mi?
Otomatikleşmiş, önceden kolaylıkla tahmin edilebilir duyguları ve düşünceleriyle "ben hayatı dolu dolu, dibine kadar yaşadım/yaşıyorum" diyebilir mi?

Söyler misin?

Her gün aynı duyguları tekrar, tekrar deneyimleyip, seçim yapma yetini her gün biraz daha yitirirken, arzuladığın şeylere ulaşabilir misin?
Bağımlılıkların yüzünden, bir türlü sona erdiremediğin ilişkilerle, isteyipte yapamadığın tercihlerle yaşamaya devam ederken "ben mutluyum" diyebilir misin?

Acaba neden, hiç doğmamış duyguları, hiç yaşanmamış gerçekleri yaratabilme potansiyeli insanı harekete geçiremez?

Yoksa!

Rastgele ve kontrolsüz düşüncelerin istila etmesine izin verdiği zihni midir insanın böylesi bir yaşamda hapis kalmasının sebebi?
Zihnini bir türlü aradan çıkaramadığı için midir, duygularıyla bir türlü bağlantıya geçememesi?
Kalbimde gerçek duyguların enerjisini bir türlü hissedememesi…

19 Aralık 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: The Double Hour

15 Aralık 2009

Hayat dediğin şey, gerçekliğin olası zaman dilimleridir. Sen içlerinden birini seçene kadar…

Düşündün mü hiç?
Enerjini daha çok hangisi için harcıyorsun?
İstediklerini gerçekleştirebilmek için mi?
İstemediklerini kendinden uzak tutabilmek için mi?
Tatiller sence neden mutlu ediyor acaba seni?
Sana sürekli ertelediklerini, isteklerini gerçekleştirme şansı verdiği için mi?
Katlandıklarından, tolere ettiklerinden seni uzaklaştırdığı için mi?

Zaman zaman aklına takıldığı oluyor mu hiç?
Seni her sabah yatağından neyin uyandırdığı.
Nereye doğru gitmekte olduğun.
Bu hayatın ne için yaşandığı.

Sorguyor musun hiç kendi kendine?
Gerçeklerin neden senin hayallerine bir türlü uymadığını.
Yaşamının bir yerinde birşeylerin hiç değişip değişmediğini.
Görüşünü bulanıklaştıran anılarının hangileri olduğunu.

Ara sıra yoğun bir istek hissediyor musun içinde?
Bağımlılıkların müdahalesi olmadan, nefret olmadan, sınama olmadan, kalbini gerçek duyguların enerjisine açmak için.
Bedenini gerilimden arındırmak için.

Düşüncelerinin beyninde ateşlediği fırtınadan kendini kurtarıp;
Hayat öykünün sana ne anlatmakta olduğunu,
Mutluluğun belki de senin o hiç dönmediğin köşenin başında olabileceğini,
Yaşadıklarına dair bir çok farklı yorum yapabileceğin gibi, bugününü değiştirmek için de bir çok seçeneğinin olduğunu,
Aslında seni bekleyen ne çok gelecek ihtimalinin bulunduğunu,

Düşündüğün oluyor mu hiç?

13 Aralık 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Australia

6 Aralık 2009

Gözlerinden akmakta olan yaşları silerken...



“İyi olmak için son şansım bu.” dedi gözlerinden akmakta olan yaşları silerken. ” O bugüne kadar kadar başıma gelmiş olan her şeyin tam tersi. Geçmişimi silebilmek için, her gün iyi biri olmaya çalışıyorum. Ama nasıl iyi ve yeni bir kişi olacağımı bilmiyorum. Yeni bir stil öğrenen dansçı gibi beynimi sürekli buna şartlandırıyorum. İyi biri olmalısın diyorum kendime. Bunu yapmalısın, bunu öğrenmek zorundasın...”

“Neden çıktın karşıma” dedi gözlerinden akmakta olan yaşları silerken. “Tam da artık bir daha olmayacak dediğim bir zamanda. Sanki benim için bir test gibi. Korkuyorum... Bir kez daha geriye doğru kaymak istemiyorum. Sen benimleyken kendini güvende hissetmek için beni kontrol etmek, benden daha fazlasını almak istedikçe ben kendimi bir kez daha tehdit altında hissediyorum. Herşeyi ardımda bırakıp kaçmak istiyorum. Korkuyorum...”

“Bence aşktan çok fazla şey bekliyoruz.” dedi gözlerinden akmakta olan yaşları silerken. “Birbirimizi seviyoruz ama sürekli birbirimizin en kötü yanlarını ortaya çıkarıyoruz. Dediğin gibi belki birbirimizi tanıyoruz, birbirimizi anlıyoruz ama her seferinde hemen sesimizi yükseltiyoruz. Bunu istemiyorum ben. Birbirimizde hoşlanmadığımız şeyleri aşkın zamanla değiştirebileceğini ummak....! Bilmiyorum. Kendisi zaten çok narin olan aşk sence bunu yapabilir mi?”

“Beni en son ne zaman mutlu gördün.” dedi gözlerinden akmakta olan yaşları silerken. “Daha önceleri hep bir şeylerin parçasıydım. Senindim. Karındım. Çocuklarımın anasıydım. Ama artık herşeyden kopmuş gibi hissediyorum kendimi. Bana artık seni tanıyamıyorum diyorsun. Sanki herşey bir anda ansızın olmuş gibi. Ben artık senin gördüğün o kişi olmak istemiyorum. Benim olmak istediğim kişi artık o değil.”

“Seni çok seviyorum.” dedi gözlerinden akmakta olan yaşları silerken. “Meğer bu sihirli kelimeyi yıllardır umarsızca ne çok harcamışım. Seninleyken hissediğim duygu nasıl bir duygu biliyor musun? Sanki sana kendimin karbon kağıdını okuyorum. Sense zaten orjinalini önceden görmüş gibisin. Bana sanki beni sen anlatıyorsun. Beni benle sanki sen tanıştırıyorsun. Seni o kadar çok seviyorum ki. Benim için sana olan bu sevgimden başka hiç bir şeyin anlamı kalmıyor. Senin bana vereceğin cevaplar bile..... “

Gözlerden akan yaşlar kimi zaman mutluluk yada acı olup hafızalara kazındı, kimi zamansa hiç bir yerde, hiç bir iz bırakmadan bugünden düne doğru esen rüzgara kapıldı. Aşk kiminde, duygu eksikliği yüzünden gözyaşlarıyla yıkanırken, kiminde duyguların aşırı yoğun olması nedeniyle gözlerden süzülüp yanaklardan aktı.

 Belki de gözlerden akan bu yaşların esas sebebi, eski aşkların olumsuzlamalarıyla yeni aşklara kucak açmaktı...


06 Aralık 2009
Haşim Arıkan

4 Aralık 2009

Kendini özgür bıraktığında yapacak oldukların mı, yoksa sahip olduklarını kaybetmek mi daha çok korkutur seni?

Kimi zaman zor olanı seçmiştir içindeki söz dinlemeyen o yaramaz çocuk.
Onu elde edebilmek için, ne nefesler tüketir, ne diller dökersin.
Zaman akıp gider, sen onun hayaliyle oradan oraya sürüklenirsin.
Ona ne tam dokunabilir, ne de ondan vazgeçebilirsin.
Bir gün gelir, beynine gelip saplanır o hain kelime ile başlayan cümle.....

Bazen de yanıbaşındadır, ama onun senin için artık bir anlamı kalmamıştır.
Tükenmiştir aslında çoktan arzuların, ama seni mutlu edecek daha iyi bir seçeneğin olmadığını düşündüğün için bir türlü ondan vazgeçemezsin.
Güvende hissettirir sana kendini o yıllardır ezbere bildiklerin.
Öte yandan zaman zaman gelir saplanır beynine o hain kelime ile başlayan cümle.....

Gün olur belki biraz mahsun, belki de biraz mağrur, alırsın yüreğini yeniden koynuna, şimdiki zamana ait cümlelerinin eski efendisi birinci tekil şahısa dönersin.
Toplarsın yavaş yavaş etrafa saçılmış kullanım süresi bitmiş duygularını.
İçine tıkıştırdığın çöpe dönüşmüş duygularınla çıkarken, kapıyı ya sessizce çekersin, ya da öfkeyle çarpar gidersin.
Zaman akıp gider üzerinden, ruhun huzurla tanışır yeniden, beynine gelip saplanır bir gün o hain kelime ile başlayan cümle.....

Her zaman bir ihtimal daha vardır hayatta.
İstediklerine ulaşabilmek, istemediklerinden vazgeçebilmek için.
Hayatı gerçekten yaşamak, hayatını sadece devam ettirebilmek için.
Seçim her zaman senin elindedir.
Ya isteklerinin düşlerinin peşine düşmeyi seçersin.
Yada olanı kabullenmeyi tercih edersin.

İyikilerinle güçlenir,

Keşkelerinle tükenirsin.

11 Mayıs 2008
Haşim Arıkan

Fotograf: Die Tür

19 Kasım 2009

Dünyanın kenarından sonsuza yuvarlandı.

Ömür tükendi.
Bebek yaşlandı.
Yeni hayallerde eskinin görüntüleri canlandı.
Yaşamın öyküsünü düşündü.
Bir kez daha düşüncelerinin ağına düştü.
Üzüldü.
Ağ koptu.
Dünyanın kenarından sonsuza yuvarlandı.
Yuvarlanırken düş, gerçeğe dönüştü.
Ben zannettiği bedeni ardında, dünyada kaldı.
Hayat adını verdiği düş'ün anlamını ancak o zaman kavradı.
O aslında düşlenemeyecek kadar sınırsız bir varlıktı.
Ama herkes gibi o da yaşadığı düş’ü düşünceleri ile sınırlamıştı.
Olabilecekken olamamışların farkına o an vardı.

18 Kasım 2009

18 Kasım 2009

Her gün yeniden yaşıyorum...

Zaman değişiyor.
Ben değişiyorum.
Değişerek acaba kendimi mi inkar ediyorum?
Yoksa kendime daha mı çok yaklaşıyorum?
Ben kimdim?

Kim oluyorum?

Hayat hızla akıp gidiyor.
Ufak dokunuşlarla şekilleniyor.
Hatırlayamadıklarım mı tamamen eriyip, özüme karışıp beni ben yapıyor?
Yoksa izlerini yıllarca üzerimde taşıdıklarımla mı daha fazla ben oluyorum?
Neleri unutmalıyım, neleri hatırlamalıyım bilemiyorum?

Günü geliyor, yollar kesişiyor.
O karşıma çıkıyor. Fark ediyorum, seviyorum, sahipleniyorum, bağlanıyorum.
Gerçekten sevdiğim için mi onu sahipleniyorum?
Yoksa özgür bırakabildiğimde mi onu gerçekten seviyorum?
Özgür bırakmayı mı öğrenmeliyim, sahipleniyorsam sevmemeli miyim bilemiyorum?

Bugün, dün oluyor. Günler yavaş yavaş tükeniyor.
Her yeni günde yeni ilişkiler hayat buluyor. Birlikte deneyimler yaşanıyor, yaşanan deneyimler tanımlanıyor, düşünceye dönüştürülüp zihinlerde depolanıyor.
Düşüncelerim mi duygularımı yaratıyor?
Yoksa duygularım mı düşüncelerimi doğuruyor?
Düşünmeli miyim, hissetmeli miyim bilemiyorum?

Her gün yeniden yaşıyor, keşfediyor, öğreniyorum...

Her gün sanki yeniden doğuyorum...

17 Kasım 2009
Haşim Arıkan


Fotograf: The Double Hour

15 Kasım 2009

Bazen kaybettiğinde kazanıyor insan...

Senden özür diliyorum.
Sana asla veremediğim şeyler için.
Hissettiklerinde sana katılamadığım, sana yaşattığım hayal kırıklıkları için.
Bize dair senin yarım cümlelerini hiç bir zaman tamamlamaya çalışmadığım için.
Korkaklığımı gizleyip, güçlüymüş gibi görünebilmek için, sana olan duygularımı bastırıp kendimi senden uzaklaştırdığım için.

İtiraf etmeliyim ki, senin beni tanıdığından daha fazla tanımıyordum ben de kendimi.

Sana teşekkür ediyorum.
Bana verdiğin bütün sevgin için.
Kim olduğumu, aşkın nasıl bir şey olduğunu bana yaşatarak gösterdiğin için.
Her zaman için beraber olmaktan gurur duyduğum biri olduğun için.
Sona eren bir ilişkinin ardından bile, içimde nefret duyguları uyandırmadan, sevmeye devam edebildiğim biri olduğun için.
Daha önce hiç hissetmemiş olduğum duyguları hissedebilme kapasitemi bana fark ettirdiğin için.
Bana, her zaman seveceğim, yüklediğim anlamları hiç bir zaman değiştirmek istemeyeceğim şeyler yaşattığın için.

Sana teşekkür ediyorum.
Bir ilişkinin sonunun da, ilişkinin diğer bölümleri kadar önemli olduğunu bana fark ettirdiğin için.

15 Temmuz 2008
Haşim Arıkan

12 Kasım 2009

Ancak o zaman...



“Kendini bilmelisin” diye yavaşça fısıldıyor kulağıma.
Bana, benim yakınlığımda.
Bunu duyunca bir sürü soru uçuşmaya başlıyor beynimde.
Kendim, yaşadıklarım ve hayat hakkında.

Bunu görünce,

“Zihnini çok fazla düşüncelerle meşgul edip, kendi özündeki koşullanmamış özgürlük ile bağını kopartmamalısın.”
Diyerek başlıyor sükunetle cümlelerini ardarda sıralamaya.

“Sen de sen olmayanları ayıklarak, zihnini yıllardır biriktirdiğin çöplerden kurtararak başlayabilirsin kendin için bir şeyler yapmaya.
Eğer, içinde daha derinlere ulaşmak, içindeki zenginliklerle tanışmak istiyorsan, kendin için daha fazla çaba harcamalısın.
Daha fazla sen olabilmek istiyorsan sorgulamalarına bütün zihninle, kalbinle, tüm varlığınla katılmalısın.
İçinde yaşadığın oluşturulmuş düzen tarafından derinden koşullandırılmış zihnini dağıtmalı, kendi özünün anlık koşullandırmalarını yaşamaya çalışmalısın.

Ancak o zaman tedavi edebilirsin yılların ve içinde yaşadığın düzenin sende oluşturduğu hasarları.
Ancak o zaman bulabilirsin kendi doğanın bozulmamış o ilk orjinal yapısını.
Ancak o zaman silebilirsin zihnindeki yanılsamaları.
Ancak ondan sonra fark edebilirsin hayatı, kendini ve diğerlerini, nasıl algıladığını.

Tüm benliğinle isteyip ve gerçekleştirebilirsen bunları;
Kendi sınırlı kişisel alanından çıkıp sevginin, şefkatin, zekanın saflığına uzanabilirsin.
Aslında dünyanın sen, senin de dünya olduğunu fark edebilirsin.
Farkındalığının ışığını yakabilirsen, acı, incinme, nefret gibi tüm olumsuz duyguların onun aydınlığında var olamadığına kendi gözlerinle şahit olabilirsin.
Anı farkındalığının ışığıyla solumaya başladığında, yaşadığın hiç bir şeyin eksik kalmadığını ve onları artık zihnine kaydetmeye ihtiyaç duymadığını fark edebilirsin.
İşte o zaman, özgür kalan zihninle o merak ettiğin, "kendi yaşama amacını" bulabilirsin.”


12 Kasım 2009
Haşim Arıkan

8 Kasım 2009

Ve ben onları neden ve nasıl sevmediğimi hatırlamak istemiyorum.

Sohbetlerinin kolay kolay sona ermeyeceğini iyi bildikleri için, hepsi salondaki koltuklara -adeta- gömülmüş bir haldeydi. Bir yandan sigaralarını tüttürüp, bir yandan şaraplarını yudumlarken, uzunca bir aradan sonra yeniden birlikte olmanın coşkusuyla, saatlerdir durmaksızın konuşuyorlardı, -Cahit Sıtkı’ya göre yolun yarısını biraz geçmiş olan - dört genç kadın. Konu dönüp dolaşmış, bir süre sonra yine gelip geçmişe dayanmıştı çoğu zaman olduğu gibi...

“Düşündünüz mü hiç? Ne çok konuşuyoruz değil mi geçmiş hakkında? Bence bunun sebebi onu istesekte asla bozamıyor olmamız. Düşünüyorum da. Aslında onu değiştiremiyor olmamız çok daha iyi... Yıllar geçtikçe olgunlaşarak ona dönüp tekrar bakabilmek... Kendini kandırmadan... Hiç bir şey ummadan... Sadece... Evet sadece bakabilmek... Bence güzel olan, bizi sürekli geçmişe çeken şey kesinlikle bu...”

“Ben sana pek katılmıyorum bu konuda. Bence insan geçmişine dönüp baktığında çoğunlukla hatalarına takılıyor. Yapmış olduğu hataların bedelini de, şimdiki zamanda çektiği acıyla ödüyor. Çektiği acı ise, o yaşadıklarını ölümsüz kılıyor. Benim pek de memnun olmadığım, tuhaf bir döngü bu. Yapacak çok da fazla bir şey de yok. Belki de söylendiği gibi, tecrübe hanemize bir çizik atıp, kaldığımız yerden aynen devam edebilmeyi becerebilmek lazım...”

“Biliyor musunuz ben ne düşünüyorum bu konuda? Bence insan geçmişe dönüp baktığında en çok vermiş olduğu kararlara takılıyor. Ve bu gördükleri karşısındaki mutsuzluğunun esas sebebi de söylediği gibi, o zaman, o kararları verirken seçeneğinin az olması değil aslında, tam tersine seçeneğinin fazla olması. Onca seçenek arasında ne yaptığını bilemeden bir karar vermek zorunda kalıyorsun... Sonrası ise, verdiği bu karardan dolayı duyduğu, insana acı veren bir pişmanlık...“

Artık konuyu değiştirelim mi? Ne dersiniz? Çünkü ben geçmişimi hatırlamak, onun hakkında konuşmak istemiyorum. Yaşamış olduklarım, benim hayatta sevmediğim şeylerin tümünü ifade ediyor. Benim için. Ve ben onları neden ve nasıl sevmediğimi hatırlamak istemiyorum. Eğer kendime onları hatırlamak için izin verirsem, geçmişe tekrar dönmem gerekecek. Ve ben, o zaman kendimi bir kez daha tutabileceğimden emin değilim.

Hadi geçmişi artık bir kenara bırakıp , kadehlerimizi geleceğe kaldıralım. Geleceğimizin şerefine...”

Üçü de onun neden böyle konuştuğunu çok iyi bildikleri için sustular. Üçü de en azından onlar için özel olan bu gece de, onun yaşadıklarını hatırlayıp bir kez daha kocayıp, bir kez daha yorgun düşmesini istemedi.

Zaten hangimiz, hangimizin hayatta hangi yolları izlemek, hangi işleri yapmak, hangi acıları çekmek için seçildiğini biliyordu ki? İnsanın kendisinden başka kim, yaşadıklarının ona ne kadar yol aldırdığını fark edebiliyordu?

Çok kısa bir sessizlikten sonra, dört kadının kadehi, onları beklemekte olan geleceklerinin şerefine havada buluştu....

08 Kasım 2009

5 Kasım 2009

Bu aralar...

Biraz dalgınım bu aralar.
Sabahları ayna da kendimi bile fark edemiyorum.
Ona, onu sevdiğimi söyleyemiyorum.
Bu aralar nedense hep kapatılmamış kapılara takılıyorum.

Biraz huzursuzum bu aralar.
Kendimle uğraşıp duruyorum.
Tutamadığım sözlere, yaşayamadığım hayallere, açmadığım kapılara kızıyorum.
Bu aralar nedense kendime, kendimi bir türlü beğendiremiyorum.

Biraz hüzünlüyüm bu aralar.
İçimdeki o azaltamadığım acıları, iyileştiremediğim yaraları, dökemediğim gözyaşlarını hissediyorum.
Olabilecekken olamamışları takılıp kalıyorum.

Unuttuğumu sandığım ne çok şey hatırlıyorum bu aralar.
Sanki elimde bir terazi, onları tek tek elden geçiriyorum.
Terazinin bir kefesine istediklerimi, hayallerimi,
Diğer kefesine kabullendiklerimi koyuyorum.
En sonunda hangisi ağır basacak ben de bilmiyorum.

04 Kasım 2009


1 Kasım 2009

Bildiğin düşüncelerle düşünmemelisin onu...

“Görmeyeli ne kadar değişmişsin.” diyor. “Sanki gençleşmiş, güzelleşmişsin. Bakışlarına farklı bir pırıltı gelmiş.”

“Evet. Değiştim, değişiyorum, değişeceğim.” diyor ardından da keyifli bir kahkaha patlatıyor ve arkadaşına heyecanla anlatmaya başlıyor. “Hayat inanılmaz hızla akıp giderken artık eskisi gibi bir kenarda durup onu seyretmiyorum. İnsan hayata karıştığında da ister istemez, daha fazla şey fark ediyor, düşünüyor, sorguluyor ve en nihayetinde de değişiyor.

Eskiden hep, hayatımın kalıcı olması için mücadele ederdim. Sevdiğim şeylerin kalıcı olması, sevmediklerimin ise kısa süreli olması için. Mazeretlerim vardı bu düşüncemi haklı çıkartacak. Hatta sürekli yenilerdim bu mazaretlerimi. Ama bir gün fark ettim ki aslında hayatta hiç biri kalıcı değil, herşey bir süre sonra akıp gidiyor insanın üzerinden.

Artık hayatı çok daha duyusal yaşamaya çalışıyorum. Artık onun sesini duyabiliyorum. Neşesini, canlılığını hissedebiliyorum. Sanki gün geçtikçe daha derinlerine iniyorum. Şimdilerde yaşadıklarım çok daha yoğun, onlardan aldığım haz çok daha fazla. Hiç birini tutmaya çalışmıyorum, tüm duygularım bir nehir gibi akıp gidiyorlar içimde...

Uzun bir aradan sonra biraraya gelmiş olan bu iki bayanın ekrandaki derin sohbetini zaplayarak, başka bir kanala geçiyorum.

Eee, küçük teknem hakkında ne düşünüyorsun? (Bahse konu araç aslında, tekne görüntüsünde bir araba) Adını "Seyri-Alem" koyduk. Dünyayı seyretmek anlamında. Kullandığım araç, kişiliğimin bir uzantısıdır bana kalırsa. (Arabanın ön camını göstererek) İşte bu da dünyaya açılan pencerem. Her dakikası ayrı bir gösteri. Bu gösteriyi yeterince anlamayabilirim, hatta ona katılmam da gerekmez. Ama diyeceğim şu, onu kabul eder ve kayar giderim. Sen her şey yolunda gitsin istersin, bense ne diyeceğimi bile bilmem. Akıntıya karışmak istersin. Deniz ırmağa hiç hayır der mi? Bir yere varmaktansa hep yola çıkmak en güzeli. Tanışmalardan ve elvedalardan tasarruf etmiş olursun. Yolculuk açıklama değil, sadece yolcu ister. Geldiğiniz yer burası dostlar. Bu, gezegene renkli bir kalem kutusuyla gelmeye benziyor. Kutunuz 8'li ya da 16'lı olabilir. Ama önemli olan kalemlerle ve size verilen renklerle ne yaptığınız. Çizgilerin içini ya da dışını boyadım diye üzülmeyin. Çizgilerin dışını boyayın derim ben. Sayfanın dışını boyayın. Beni de kutuya koymayın. Biz okyanusa doğru akıp gidiyoruz. Kara ile kuşatılmadık, söylemek istediğim bu.

Daha önce seyretmiş olduğum bu harika filmi (*) de zaplayıp başka bir kanala atlıyorum.

“Bence hayat ikili bir tercih” diyor ekranda sohbet etmekte olan iki genç kızdan biri diğerine ve devam ekliyor ardından da. “İnsan ya başkaları için kendini feda etmek zorunda ya da kendi için başkalarını. Ya başkaları uğruna acı çekmek zorunda ya da kendi uğruna başkalarına acı çektirmek.” Arkadaşı ise, onun bu düşüncelerini dinledikten sonra kendi fikrini kısa bir cümle ile özetliyor ona. “Dünya bizim, kendimiz olmamızı engelleyen uyarılarla doldurulmuş bir yer sanki...”

Televizyonu kapatıp düşünüyorum. Hayatı... Hayat üzerine anlatılanları... Herkesin hayat hakkındaki anlattığı, inandığı masalları...

Aslında “hayat” da, hayattaki herşey gibi tanımsız bence. Onun da tanımını her konuda, hep yaptığımız gibi düşüncelerimizle bizler koyuyoruz.

Genellikle de, bildiğimiz, pek çoğu bize miras kalmış düşünceleri sürekli tekrarlayarak. Hayattaki asli görevimizin aslında kendimizi mutlu etmek olduğunu, bunu da ancak düşüncelerimizle gerçekleştirebildiğimizi unutarak...

01 Kasım 2009

(*) Waking Life

30 Ekim 2009

Hiç düşündün mü, acaba onlarla yüzleştiğinde neler mümkün olacak?

Zaman zaman düşündüğün olur mu hiç?
Hayatında, başka insanların görmesini istemediğin için sakladıklarını?
Peki en çok hangi yalanları söylersin onları saklamak için kendine yada başkalarına?
Yoksa hiç düşünmez misin onları?
Karanlık tarafında gizlediklerini yok farz edenlerden misin yoksa sen de?
Onları sürekli bastırmaya çalışanlardan... Kontrolünü kaybettiğin anlarda ortaya saçıldıklarında, ortalığı nasıl toparlayacağını şaşıranlardan!
Kolay değil, değil mi insanın ruhunda -ona doğduğu günden itibaren öğretilenlere göre- kabul edilemez olduğunu düşündüğü şeylerle yüzleşmesi? Can yakıcı, utanç verici ve uygunsuz bulduğu duygu ve dürtüleri sahiplenebilmesi.
En zoruda sanırım, onlar hiç olmamış gibi davranarak, için öfkeyle kavrulurken hiç bir şey yapamamak.

Sence nereye kadar sürebilir ki bu garip oyun?
İnsan, nefret ettiği şeyler sanki onda hiç yokmuş gibi davranarak nereye kadar kaçabilir kendi hakkındaki esas gerçekle yüzleşmekten?
Neden böylesine zor gelir insana, kendinden utanmamak, kendini olduğu gibi kucaklamak.
Neden bu kadar zorlar insanı, aydınlık tarafıyla yüzleşirken gösterdiği cesareti, karanlık tarafına da gösterebilmek.

Oysa insan, gerçek özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu; hiç bir tarafını dışarıda bırakmadan, bütünlüğünü kucakladığında, duygu doğasına saygı duyduğunda fark etmez mi?
Hayat, insanın beyninde oluşturulmuş, yargılara, kurallara, görüş ve düşüncelere kendini kaptırmadan içindeki tutkulara ve isteklere kulak vermeyi öğrendiğinde keyiflenmez mi?
İnsan kendini, arzuladığı, hayal ettiği, kendi uydurduğu mükemmellikle karşılaştırmadan, kendine direnmeden, kendini anlayıp, kendini olduğu haliyle sevebildiğinde gerçek özgürlüğü de keşfetmez mi?

30 Ekim 2009
Haşim Arıkan

29 Ekim 2009

Sanki bir yere yaklaşır gibi göğsü artan bir heyecanla kalkıp iniyordu.

Nutuk’un kaleme alındığı günlerde Atatürk sofrada imkan buldukça okurdu onu etrafındakilere, okuduğu yerlerde zaman zaman heyecanlanır, coşardı. Tabii hepsini tek başına sonuna kadar okumasına imkan yoktu. Birkaç gün sonra Kâtib-i Umumi’sine, köşk mensuplarına ve yakınlarına okutuyordu. Günlerce sürdü bu okuma. Sonuna doğru gelirken Kâtib-i Umumi’sine “Ver buraları ben okuyacağım” dedi. Sanki bir yere yaklaşır gibi göğsü artan bir heyecanla kalkıp iniyordu. O nereye geleceğini biliyordu. Sofrada olanlar adeta soluk almıyor, O’nun o görülesi halini heyecanla izliyordu. Bir anda sesi değişti, yüzü kıpkırmızı oldu. Coşkulu ama şiirsel bir ifade ile bağırarak, “Ey Türk Gençliği Birinci Vazifen” diye başlaması ile gözlerinin dolması ve yaşların damla damla süzülmesi bir oldu. Bir yandan o vakur sesiyle okuyor, bir yandan da ağlıyordu. Tabii oradakilerin hepsi de, hepimiz de ağlamaya başladık.

Sen Türk Milleti için ne büyük bir şanstın Atam. Sen herşeyinle, çok, çok farklıydın. Seni unutabilmek, bizim için yaptıklarını inkar edebilmek mümkün mü?

10 Kasım 2009

Atatürk'le ilgili diğer bloglarıma ulaşmak için aşağıdaki tarihlere tıklayabilirsiniz


Alıntı (Kaynak):Bütün Dünya Dergisi / Çağdaş Yayınları

28 Ekim 2009

Bugün yalan söyle bana, inan çok ihtiyacım var buna…

Bugün sebepsizce gelip yanına, sana sokulduğumda.
O an içinden gelmese de sımsıkı sarıl bana.
Bugün çok ihtiyacım var kollarının beni sarmasına, parmaklarının bana dokunmasına.
Sanki senin bir parçanmışım gibi yaşamaya.

Bugün gözlerine baktığımda, susma ne olur bir şeyler söyle bana.
O an içinden gelmese de beni sevdiğini fısılda kulağıma.
Varsın yalan olsun.
Bugün çok ihtiyacım var bu yalanı senden duymaya.
Senin için değerliymişim gibi yaşamaya.

28 Ekim 2009
Haşim Arıkan

Bugün sabah işe gelirken otobüs durağında gördüğüm gözyaşlarını gizli gizli elindeki mendile silmekte olan bayana ithaf olunmuştur...

22 Ekim 2009

Onu sevmek o kadar kolaydı ki onun için...

 
Artık yaşlandığını düşündüğü, vücudunu tanıyamadığı dönemde çıkmıştı karşısına. Erkeklerin ona baktığında yada bakmadığında kendini tanıyamadığı, sanki kendini bir yerlerde unutmuş, bir türlü bulamadığı, bulsa da artık o bulduğu kişi olmak istemediği, kendine dair bir şeyler yapma ve hayattan keyif alma yeteneğini yitirdiği dönemde.

O dönem, kendini bir parçası olarak hissettiği şeylerden kopuş döneminin de başıydı aslında. Annelikten, evlatlıktan,……….


Perdenin o daracık aralığından sinsice içeri süzülen sabah güneşi, tam gözlerine hedef aldığında, güneşe hedef şaşırtmak için yavaşça yatağın sağ tarafına, ona doğru döndü. Sağ eli yine onun göğsünde yüzü koyun bir vaziyette keyifle uyuyordu yanında. Vücudunun küçücük bir noktası dahi olsa bir tarafının mutlaka ona dokunması gerekiyordu. Yoksa rahat bir uyku uyuyamıyordu. Alışmıştı onun bu huyuna. Hatta hoşuna bile gidiyordu bu huyu. Elini onu uyandırmamak için göğsünden yavaşça kaldırdı ve usul usul öptü.

O elin her seferinde vücudunda, nasıl, sanki onunla ilk defa tanışıyormuş, sanki onu ilk defa keşfediyormuş gibi yavaş yavaş, arzuyla dolaştığını hatırladı. Düşüncelerin arkasından önüne geçip, içindeki duyguları dilediğince yaşayabilmenin nasıl bir şey olduğunu sadece onunlayken tatmıştı.

Onu sevmek o kadar kolaydı ki onun için.

Onu gördüğünde beynindeki herşey siliniyor, hatta bazen nerede olduğunu, oraya niye gittiğini bile unutuyordu. O anda içinde beklenmedik bir neşe ortaya çıkıyor. Diğer tüm duygular bir anda geride hiç bir iz bırakmadan darmadağın oluyor, geriye bir tek o kalıyordu. Direnilmesi ve yönlendirilmesi için insana asla fırsat vermeyen bir duyguydu bu yaşadığı.

Çok mutluydu onunla. Onun hayatını değiştirmesine izin veriyordu. İçinde büyümekte olan şeyin özgürce büyümesine izin veriyordu. Geleceğini şekillendiren düşüncelerinin kaynağının bir başkası olmasından ilk defa rahatsız olmuyordu.

Bu kadar yoğun duygular içerisinde yüzerken bile, içinde yaşayan geçmişin şeytanları her zamanki gibi yine onu bir türlü rahat bırakmıyordu. Yaşanmış hikayelerin beynine kazıdığı o “korkması gerektiği düşüncesi” ni bir türlü unutamıyordu. Hatta o düşünceye yenik düştüğü bir anda dayanamayıp ona şu soruyu sormuştu “Ya bir gün, ben yine herşeyi mahvedersem?”
Zamanın onlara neler getireceğini, bundan sonrası için hayatına girmek için beklemekte olan başka biri var mıydı bilmiyordu. Şu anda hissettiği, bildiği tek bir şey vardı. O da zaman ona neyi getirirse getirsin, bu ilişkiden elinde kalacak olan her ne varsa hepsini her zaman seveceği onları asla değiştirmek istemeyeceğiydi. Onunla bu yaşadıklarının, bundan sonra olabilecek en kötü zamanlarının can simitleri olacağını, en mutsuz olduğu anlarda hep onlara tutunacağını hissediyordu.

Ve bu yüzden hayatında ilk defa, içinde her gün biraz daha büyümekte olan o katıksız duyguyu doya doya yaşamak için kendine izin veriyordu…

22 Ekim 2009
Haşim Arıkan

14 Ekim 2009

Sonunda beni buldun!

Sonunda beni buldun işte!
Ne kadar zamandır “İnandığım Masalları” okuyorsun bilmiyorum?

Düşünüyorum...
Acaba okuduğun masallar, üzerlerinde düşünmek için sana bildiklerinden daha fazlasını verebildi mi?
Yoksa sana, senin bildiklerini tekrar etmekten öteye geçemedi mi?

Seninle karşılaşmamız hakkında hiç düşündün mü?
İnternette okunacak onca şey varken, bir blog okumak istemen ve onca blog arasından da gelipte “İnandığım Masalları” seçmen sence gerçekten basit bir tesadüf müydü?
Yoksa, yaşandığına göre seninle karşılaşmamız kaçınılmaz mıydı?

Kim bilir? O anlatılanlar doğruysa, belki de bu bedenlerimizi ruhlarımızın üzerine giymeden önce, bu karşılaşma için sözleşmiştik seninle, dünyaya inmeden önce olduğumuz yerde!
Eğer gerçekten böyleyse....
Acaba ne için anlaşmıştık seninle.
Birbirimize neyin farkına varması için yardım edecektik?

Peki hatırlıyor musun?
Seninle bugünkü hayatlarımızdan önce de, bir şekilde yaşamı hiç paylaşmış mıydık?
Düşünsek hatırlayabilir miyiz ki?
Bu masalı bize anlatanlara göre, kural öncekileri hatırlayamamaktı değil mi?

Sence karşılaşmamızın tesadüf ya da kaçınılmaz olmasının, yada hayatı seninle birlikte tekamül ediyor olmamızın farklı bir etkisi olabilir mi yaşadığımız deneyime?
Birbirimize düşündürdüklerimize...
Bu ayrıntılar bugün birbirimizin üzerinde yarattığımız etkiyi, birbirimize fark ettirdiklerimizi değiştirebilir mi?

İnandığım Masallar’ın sana dokunuşları sen de bir iz bırakıyor mu bilmiyorum.
İçindeki korkuları, endişeleri, düş kırıklıklarını, umutsuzlukları da bilmiyorum.

Ama acı çekmenin, özlem duymanın, söyleyememenin, isteyipte yapamamanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum.
Suçluluk ve pişmanlık duygularının nasıl bir şey olduğunu da.
Herkes tarafından her fırsatta sürekli kulağına fısıldanan “yapamazsın, mecbursun, kabullenmelisin, yeterince iyi değilsin” telkinlerine en sonunda inanıp, kendini düşüncelerinle ördüğün aslında var olmayan daracık duvarlar ardına hapsetmenin nasıl bir şey olduğunu iyi bildiğim gibi.

"İnandığım Masallar" da okuduğun bir çok şey gibi belki hiç bir iz bırakmadan akıp gidecek senin de beyninden, belki de onları zaman zaman hatırlayacak ve üzerlerinde düşüneceksin;

Benim, yıllarca herkes tarafından benim en doğrusu olduğu kulağıma fısıldanan o doğruları! ne olduklarını bile anlamadan kabullendikten sonra, bir gün, bir yerde, bir sebeple, karşıma çıkan, hiç tanımadığım yada hatırlayamadığım birinin, aslında aradığım, ihtiyacım olan herşeyin/doğruların benim içimde ve her zaman eksiksiz olarak var olduğunu, kendime yeterince değer verip, kendimi gerçekten sevebildiğim de onları kolaylıkla bulabileceğimi bana fark ettirdiği, o kaçınılmaz tesadüfleri zaman zaman keyifle anımsayıp üzerlerinde hala düşünmem gibi...

Peki sen ne düşünüyorsun. Seninle karşılaşmamız gerçekten bir tesadüf eseri miydi?

14 Ekim 2009

8 Ekim 2009

Sorsam sana !

Hani o...

Seni bir an bile rahat bırakmayan,
Her saniye içinde biraz daha büyümekte olan,
Ancak kendi tatmini ile doyan,
Sana aynı anda kendinden başka hiç bir duyguyu hissetme şansı tanımayan,

O en güçlü, katıksız duyguyu, sorsam sana...

Tamamen senin içindeki köklerden beslenen,
Yüz yıllardır tekrarlanan cümlelerden alınma olmayan ifadelerle,
Daha önce hiç düşünmediğin bir şekilde,
Beyninde o anda oluşan dizinlerle,
İlk defa kullandığın sözcüklerle,

Anlatabilir misin onu bana?

08 Ekim 2009

6 Ekim 2009

Hiç bir kadın hayatta hüznü keşfedemeyecek kadar duygusuz olamazdı...

Vapur halatlarını toplayıp bağlı olduğu iskeleye veda ederken, başını okuduğu gazeteden kaldırdı ve camdan uzaklaşmakta oldukları iskeleye doğru baktı. Bir süre baktıktan sonra gözü ister istemez cam kenarında oturmakta olan genç kadına takıldı. Genç kadının –her ne kadar kendince gizlemeye çalışsa da- hüzünlü ve yorgun bir hali vardı. “Acaba kafasının içinden neler geçiyor şu an da” diye düşündü. “Acaba şu anda beyninin içinde yankılanmakta olan hangi sesi susturamıyor ne kadar uğraşsa da...” Ona göre hiç bir kadın hayatta hüznü keşfedemeyecek kadar duygusuz olamazdı...

Karşısına oturan genç adamın bir süredir ona yönelmiş olan bakışlarından rahatsız olmuştu genç kadın. Tükenmiş olan gücünün artakalan kırıntılarıyla, son bir hamlede bulunarak kendini iyice cama doğru çevirdi ve başını tamamen önüne eğdi. Ve sonunda dayanamayıp, o an sanki bir cenaze evindeymişcesine gözyaşlarının yanaklarından aşağıya doğru süzülmelerine izin verdi. Keşke o an da yanında acı çektiğini görmesi için izin verebileceği bir dostu, bir arkadaşı olabilseydi. O anı, ne kadar savunmasız bir halde olduğunu hiç çekinmeden, ona göstererek özgürce yaşayabilseydi. Canının ne kadar çok yanmakta olduğunu ona anlatabilseydi. Başını ona doğru yaslayıp, birazcık sakinleşebilseydi.

Günlerdir kaçtığını zannettiği duygular, ansızın saplanan bir bıçak gibi gelip bulmuştu onu işte. Artık ne kaçış, ne de anestezi şansı kalmamıştı. Ve acıdan başka hiç bir şey hissetmiyordu. Çığlık çığlığa bağıran, sınırı olmayan, tarifsiz bir acı. Kaynağının düşünceleri mi, yoksa bedeni mi olduğunu fark edemediği derin bir acı.

Hoşçakal derken ona başka hiç bir seçenek bırakmamıştı. Hayatından onun için en değerli parça kopup giderken, ne sesini çıkarabilmiş, ne bir çıkış yolu arayabilmiş ne de –bencilce de olsa- kendini düşünebilmişti. Sanki bu ayrılığa elleri arkasından bağlı olarak itilmişti. Hayatından önemli bir bölüm kopartılıp alınırken, bundan sonra artık bir sakat gibi yaşamak zorunda kalacağından ona asla söz edilmemişti.

İçinde acı bir yalnızlık hissetti. Daha önce hiç hissetmediği türden bir yanlızlık. Vapurun yanaştığı iskeleyle kucaklaşması onu içine düştüğü bu yalnızlıktan uzaklaştırıp kendine getirdi. Oturduğu koltuktan kalkarken aklına gelen son kelimeler “beklediğim son bu değildi” sözleriydi...

Onunla bugüne hiç hissetmediği ama hissetmek için canını verebileceği duyguları hissedebileceğini zannetmişti...

06 Ekim 2009
Haşim Arıkan

2 Ekim 2009

İçimde bir garip filozof!

Düşünüyorum. “ Acaba beynimde barınan hangi düşünceler gerçekten benim düşüncelerim olabilir.” diye. "Acaba hangilerini gerçekten ben ürettim? Hangilerini geçmişten miras olarak devraldım?”

Her zaman yaptığı gibi yine ansızın ortaya çıkıp gülmeye başlıyor bana. “Onların hiçbiri senin düşüncen değil. ” diyor ve devam ediyor anlatmaya.

“Böyle bir şey söz konusu olamaz zaten. Düşünce dediğin şey çevrendeki insanların sana yaptıkları etkilerin toplamından başka bir şey değildir. Bu yüzden de hiç kimse yeni fikir üretemez. Herkes sosyal atmosfer içinde ancak çevresinden topladıklarını yansıtabilir çevresindekilere. Aslında düşünce denilen şey bir nevi hırsızlıktır. Toplumun malı olan fikirleri toplumdan çalıp, biriktirir sonra da yeni bir kurguyla sanki seninmiş gibi satmaya çalışırsın başkalarına.”

Her zaman yaptığımı yapıp, gülümseyerek ona sevgilerimi sunuyor ve susuyorum. Onun ne zaman içime kaçtığını, ne zamandan beri orada yaşadığını, onu nelerle besleyip, eğiterek! nasıl bu hale getirdiğimi ve onun haklı olabilme ihtimalini düşünüyorum...

01 Ekim 2009

25 Eylül 2009

Kadere inanır mısın?

Kadere inanır mısın?
Peki ya eline bir fırsat daha geçse, kaderini değiştirilebileceğine?

Sana bir şans daha verseler, gerçekten kaderini değiştirebilir misin?
Sence yapmış olduğun seçimleri değiştirdiğinde, kaderinle birlikte duygu doğan da değişir mi?
O zaman acı çekmeden, öfkelenmeden, üzülmeden, korkmadan yaşayabilir misin?

Yapacağın farklı seçimler, belki seni, farklı insanlara, farklı mekanlara, farklı ilişkilere, şu ankinden daha farklı bir yaşama götürür.
Ama kaderini değiştirmekle, beynindeki düşüncelerin sana yaşattığı duyguları asla değiştiremezsin.

Kimbilir belki bir gün sen de topu hep kadere atmaktan, sürekli onunla uğraşmaktan vazgeçersin.
Hayatında neler olacağına müdahale etme arzundan vazgeçip, hayatının nasıl olduğuna karar vermeyi tercih edersin.
Düşüncelerin mi, yaşadıklarının bir sonucu, yoksa şimdini, yarınını, dününü, duygularını düşüncelerinle sen mi yaratıyorsun fark edersin...
Sen, yaşadıklarının sonucu musun, yoksa onların sebebi misin gerçeği kendi gözlerinle görebilirsin.

İnsanın yaşamının, kaderini değiştirdiğinde mi, yoksa düşüncelerini değiştirdiğinde mi değiştiğini fark edersin.

24 Eylül 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Trucker

23 Eylül 2009

Öteki sen!

Senin de kuralların var değil mi? Senin de beyninde, kendine dair oluşturduğun imajlar... Nasıl olman, nasıl yaşaman, nasıl davranman gerektiğine dair.

Peki ya sen!

Hani o, yalnız olduğun zamanlarda, kendini rahat hissettiğin ortamlarda, ortaya çıkmasına izin verdiğin öteki sen! O, ne düşünüyor bu konuda? Acaba hangi ipuçlarını yolluyor sana? Onu belki bir gün anlarsın umuduyla! Hadi..., kapat gözlerini hissetmeye çalış yaşadığın o anları bir kez daha.

Hatırla… Kendine, öteki sen olmak için izin verdiğin o anlardan aldığın hazzı. O anlarda içinde kabaran o coşkun enerji ile yaşadıklarını ve yaşattıklarını. Özgürce attığın o keyif dolu kahkahaları.Tüm farkındalığın sadece yaşadığın anda olduğu için; o anlarındaki dokunuşlardan aldığın o yoğun hazzı, o anlarındaki keyifli bakışlarda gördüğün o ışıltıları, o anlarda duyguların nasıl kuralsız ve imajsız içinden taşıp, ortalıkta keyifle dolaştığını.

Hayatını her zaman öteki sen olarak yaşayamamana sebep, o içindeki korkular değil mi?

Sana engel olan, öteki sen olursan; kabul ve saygı görmeyeceğin… takdir edilmeyeceğin… yalnız kalacağın… red edileceğin… sevilmeyeceğin korkuları değil mi? Onlar içine kök salmış koskocaman bir ağacın kesmekle bitiremeyeceğin dalları sanki!

Aslında şöyle kendinden bir adım geri çekilip düşününce, ne kadar garip bir durum değil mi, insanın sevilmek, kabul görmek için, içinden geldiği gibi davranmak yerine, oluşturduğu kurallara, imajlara ihtiyaç hissetmesi? Özgün ruhunun, arzuladığı, istediği şeyleri kendine sağlayamayacağına inanmayı seçmesi!

Düşünüyorum da… Acaba, insanın etrafındakilerin beğenisi, takdirini kazanması, kendi özgün ruhunu silmesine değer mi? Kendi özgün ruhunu silen biri, acaba gerçek mutluluğu deneyimleyebilir mi?

“Ben” diyebilir mi?

06 Eylül 2009
Haşim Arıkan

8 Eylül 2009

En sonunda sakinleşip ruhunu yavaş, yavaş soymaya başladığında...

İnsanın ileride sahip olacağı herşeyin aslında içinde hep var olduğunu hissedememesi ne tuhaf değil mi? Yeni doğan bir çocuğun - bir yaşlıyı, günahların - bağışlanmayı, kötünün – iyiyi, doğumun - ölümü içinde taşıması gibi. Kimbilir, belki de böylesi en iyisi...

Biliyor musun? Senin, kendini benim gözlerimle görebilmeni o kadar çok isterdim ki...

Senin sahip olmadığını düşündüklerine sahip olan, senin isteyipte yapamadıklarını yapan kişilerden, daha kötü olmadığını, senin başkalarından daha az olamayacağın gibi, başkalarının da senden daha iyi olmayacağını anlayabilmeni. Korkuların yüzünden arzularını, duygularını sürekli içine hapsetmek yerine onları serbest bırakıp, onların bir nehir gibi üzerinden akıp gitmelerine izin verebilmeni. Yaşadıkların içinden hızla boşalırken, yenilerinin de aynı hızla içini doldurduğunu keyifle hissedebilmeni...

Herkes gibi kendini hayatın akışına kaptırıp, sadece hayatta kalmaya çalışmak yerine hayatı gerçekten yaşamak istemeni çok isterdim. Kendini herşeyin bir parçasıymış gibi hissettiğin gibi, aslında herşeyin de senin bir parçan olduğunu görebilmeni.

Duyar gibiyim, bana keşke ben senin gördüğün, düşündüğün kişi olabilseydim dediğini.

Ve bu yüzden, biliyorum ki... Ne ben, ne de bir başkası, senin kendi yaşamını yaşamaktan, kendi hayatını kirletmekten, günahlara girmekten, acılar çekmekten, kendi yolunu bizzat bulmandan asla alakoyamayacak. Senin ruhun da herkes gibi, zaman içinde kendi üslubunu kendisi yaratacak. Ve sen de onu, her düşüncene, her hareketine, her isteğine yansıtacaksın. Sen de, o standartların geçerliliği sadece seninle sınırlı kalsa bile, hayatı kendi standartlarına göre yaşayacaksın.

Ve sen; en sonunda bir gün sakinleşip ruhunu yavaş, yavaş soymaya başladığında, bedenini de huzurla tanıştıracaksın...

07 Eylül 2009
Haşim Arıkan

23 Ağustos 2009

Gözlerin kapalıyken bunu nasıl görebiliyorsun?

Gözlerini gülümseyerek kapattı ve parmaklarını yavaş yavaş onun yüzünde dolaştırmaya başladı, yüzündeki o içten gelen, istese de önleyemeyeceği kocaman sevgi ifadesiyle.

“Biliyor musun?” dedi. “Çok güzel ve özel bir yüzün var senin.”

Gözlerin kapalıyken bunu nasıl görebiliyorsun.” diye sordu annesine, meraklı bakışlarını yönelterek.

“Bunu parmaklarımla hissedebiliyorum." diye cevap verdi annesi ona. Çok kısa bir süre sustuktan sonra, bu sefer o yöneltti sorusunu küçük kızına. "Sence parmaklarımla bunu hissedemeseydim, onlar yine benim parmaklarım olur muydu?”

Olurdu tabi ki.

“Peki gözlerim seni güzelliğini görmese, kulaklarım senin o güzel sesini duymasa, yine göz, kulak olurlar mıydı?”

Tabi ki olurlardı ama, o zaman hiç bir işe yaramazlardı.

“Çok doğru. O zaman hiç bir işe yaramazlardı... Çünkü bir amaçları olmazdı onların o zaman. Aynı vücudumuzun, ruhumuz olmadığında olacağı gibi.

Vücudumuz bize ne olduğumuzu, ruhumuz ise kim olduğumuzu gösterir. Ruhumuz bizim var olmamızı, bir amacımızın olmasını sağlar.

Hani geçen gün sormuştun ya bana vücudumuzla ruhumuzun ne farkı var diye. Farkları budur işte. Şimdi anladın mı bakalım?....”

Ben işe yetişmek için onların tam karşısındaki banktan sessizce kalkarken. Anne ve küçük kızın, bu harika sohbeti aynı güzellikte devam ediyordu...

23 Ağustos 2009


18 Ağustos 2009

Keşke bugün...

Keşke gün, bugün biraz daha sakin başlayabilseydi.
İçinde hiç bir direnç baş veremese, her şey uyum içinde, tam ve bütün olabilseydi.
Nedenlere, niçinlere, nasıllara bulaşamasaydı beynim.
Olması gereken-olan, arzulanan-katlanılan gibi ikilemlere kafa yoramasaydı.

Keşke bugün...
Sadece hayatın sesi çalınsaydı kulağıma.
Sadece hayatın coşkusu karışsaydı ruhuma.
Sadece hayatın içinden gelen hareketler yansısaydı gözlerime.

Vapurun arka tarafında köpüren denizin sesine, hırçınlığımın yerine martıların sesleri eşlik edebilseydi.
Sokakta oynayan çocukların neşesi, yanlarından geçerken içimdeki öfkeyi yok edebilseydi.
Güneşin sıcaklığı içimdeki pişmanlığı eritip, yüreğimi ısıtabilseydi.

Keşke bir sürpriz yapabilseydi bugün hayat bana.
Bana hiç fikrimi sormadan, beni alıp kendi istediği bambaşka yerlere götürebilseydi.
Bütünün sadece küçücük bir parçası olduğumu bana hissettirebilseydi.

Ruhum onun bana verdiklerini sukünetle kabul edebilseydi.
Gün, bugün, başlayabilseydi gibi sakince sona erebilseydi.

Keşke ruhum, yaşamın, sıradışı canlılık ve güzelliğiyle her zamanki gibi yanıbaşımdan akıp gitmesine bugün izin vermeseydi.
Beni bir kez daha biriktirdiklerime mahkum etmeseydi.

18 Ağustos 2009


16 Ağustos 2009

Kime hangi rolün verildiğini, kim tahmin edebilir?

Neden bu kadar mutsuzum?
Yada mutluyum da, mutluluğumun mu bir türlü farkına varamıyorum?
Nedir ki mutluluk denilen şey?
Bir duygu mu?
Yoksa bir düşünce şekli mi?

Bir insan olarak en çok hatayı acaba nerede yapıyorum?
Kendimle gerçek iletişime geçmekte neden bu kadar çok zorlanıyorum?
Neden merak ettiğim soruların cevabını bir türlü kendime soramıyorum?
Neden bu kadar çok kaçıyorum ki kendimden?

Sürekli karşılaştırıyorum herşeyi.
Sürekli yargılıyorum.
Kendimi sanki bir yarışın içindeymişim gibi hissediyorum.
Bağımlıyım hep birilerine, bir şeylere?

Onları benden farklı yapan ne?
Neden kendimden çok, başkalarını önemsiyor, onların düşüncelerine değer veriyorum?

Hepimiz içine sıkıştığımız bu bedenlerde kendi hikayemizi yaratmaya çalışmıyor muyuz?
Hepimiz farklı bedenlerin içinde olsakta hep aynı mücadeleyi vermiyor muyuz?
Hepimizin amacı, mutlu bir hayat yaşamak, bir şeyleri paylaşmak, hayatın ve kendimizin farkına varmak değil mi?

Peki;
Kim doğru, kim yanlış!
Kim haklı, kim haksız!
Kim rolünün hakkını veriyor?
Kim rolünü abartıyor?
Kim elinden gelenin en iyisini yapmıyor?
Bütün bunları kim bilebilir ki?
Bunlarla ilgili en son sözü kim söyleyebilir?

Kime hangi rolün verildiğini, kim tahmin edebilir?

Neden herşeyi bu kadar çok sorguluyor beynim?
Neden düşünmeme engel olamıyorum?
Neden kendimi sürekli düşüncelerime kaptırıp, yaşadığım anın farkındalığından uzaklaşıp, anın tadını çıkartamıyorum?
Bedenim andayken, ben hep düşüncelerin peşinde sürükleniyorum.

Peki ya düşüncelerim!
Düşündüklerimin hepsi ben miyim?
Onların hepsine inanıp, kabul mü etmeliyim?
Yoksa önce düşüncelerimle sağlıklı bir ilişki kurabilmeyi mi denemeliyim?
Onları sorgusuzca kabul etmek yerine, onları sessizce dinlemeyi, önce onları izlemeyi mi öğrenmeliyim?

Peki bütün bunları sorgulayan kim?
Sorgulanan kim?
Neden ikisini bir türlü birleştiremiyorum?
İkisini birbirinden ayırıyorum.
Kendimi gözlemeye çalışmak yerine, düşüncelerimi askıya alıp yaşadığım an'a odaklanamıyorum?
Yoksa içimdeki çatışmaları bu yüzden mi yaşıyorum?

Sanırım hala bir hiçim, hala hiç bir şey bilmiyorum!
Hala düşe kalka öğrenmeye çalışıyorum.
Çoğu zaman tam öğrendim derken, yanıldığımı anlıyorum.

16 Ağustos 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Munich

12 Ağustos 2009

Sence sebep hangisi?


Düşündün mü hiç?
Okumak için hangi yazarları,  kimlerin yazıları, kitaplarını tercih ediyorsun?
En çok kimlerle sohbet etmek keyif veriyor sana?
Kimlerin söylediklerini önemsiyorsun?
Kimlerin düşünceleri daha değerli senin için?

Düşündün mü hiç bunların nedenini?
Neden özellikle onları tercih ettiğini?
Neden onların düşüncelerine, söylediklerine daha çok değer verdiğini?

Sence sebep hangisi?
Düşünceleri ile hep senin düşüncelerini onayladıkları, fikirleri ile hep senin zihnindeki mevcut fikirleri destekledikleri için mi?
Yoksa, düşünceleri ile beyninde yeni ufuklar, yeni pencereler açtıkları, hayata, yaşadıklarına farklı açılardan da bakabilmene yardım ettikleri için mi?

Onları okuduğunda, dinlediğinde beyninde kalan tortu hangisi?
Senin daha önceden inandığın, zihninde kayıtlı düşünceler mi?
Yoksa yepyeni fikirler, beynine temiz bir havadan, farklı bir soluk getiren yepyeni düşünceler mi?

Düşündün mü hiç?
Zihnin acaba ne kadar özgür?
Zihnin hangi düşüncelerin esiri?

Yeni düşünceleri keşfetmek için, zihnin ne kadar istekli, ne kadar hevesli?

Biliyor musun?
İnsanı hayatı boyunca en çok zorlayan şeylerden biri;

Kendi düşüncelerine esir düşmesi...
Sımsıkıya bağlı kaldığı o düşüncelerin, aslında onu sımsıkı bağlayan zincirler olduğunu fark edememesi...
Tutarlı olmayı, her zaman esas gerçekleri görmek için çabalamaya tercih etmesi...


12 Ağustos 2009
Haşim Arıkan

4 Ağustos 2009

Herkes gibi sen de, ne tam günahkar ne de tamamen günahsız olacaksın...

Düşündün mü hiç?
Hayata geliş nedenini?
Hangi yolları izlemek, hangi işleri yapmak, kimlerin hayatına dokunmak, hangi acıları çekmek, sevginle, nelerin anlamını çoğaltmak için seçildiğini.

Sen de biliyorsun.
Yürüdüğün yollar her zaman kısa, her zaman kolay olmayacak.
Mutlu bir hedefe ulaşamayan yollar, seni hep daha fazla yoracak.

Senin gibi herkes de sana, sadece kendinde olanı verebilecek.
Herkes gibi, sen de insan olmanın bütün hallerini taşıyacaksın.
Herkes gibi, sen de ne tam günahkar ne de tamamen günahsız olacaksın.

Senin de korkuların olacak.
Sen de onları yenmek için sürekli onlarla mücadele edeceksin.
Gün gelecek, sen de yenişlerin asla bir sonu olmadığını, anlayışın bir son olduğunu fark edeceksin.

Mutlulukların da, ancak katlanabildiğin acıların kadar olacak.
Birini red etmeye kalktığında, ötekinin de yok olduğunu keşfedeceksin.
Sen de bir gün, hayatın gerçek tadına, bütün zıtlıkları bir bütün olarak kabul edip, onların mükemmel dengesini yakalayabildiğinde ulaşabildiğini fark edeceksin.

Gün gelecek kendini böyle düşüncelere kaptıracaksın.
Gün gelecek hayalinde canlanan görüntülere takılacak gözlerin.
Gün gelecek yaşamının öyküsüne kulak kabartacaksın.

Herkes gibi bir gün sen de yolun sonuna ulaşacaksın.
Senden başka hiç kimse yürüdüğün bu yolda ne kadar ilerlemiş olduğunu anlamayacak.

04 Ağustos 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Never let me go

2 Ağustos 2009

Aslında sadece, olan bitene kendi içinde bir tepki veriyorsun...

Düşüncelerinle yaşamını nasıl etkilediğini fark etmeden, yaşamaya devam ediyorsun...
Kendine bakıpta göremeden, duyupta işitmeden...
Hep aynı düşüncelerin hapsinde, yaşamı sürekli tekrar ederken...

Yaşadıklarını tanımladığın o düşüncelerin, sadece geçmişle sınırlı olduğunu gözardı ederek herşeyi yargılıyor, tartıyor, karşılaştırıyorsun.

Peki ya gerçek!
Sence gerçek denilen şey hangisi?
Birşeyi ilk defa yaşadığında, içinde düşünce enerjin olmadan hissettiğin o ilk tanımsız duyusal an mı?
Düşüncelerinin ona bir anlam yüklediği zaman mı?

Sence, korkularını, endişelerini yaratan, sana hayatı sürekli frene basarak, eksik, yarım yaşatan hangisi?
Yaşadıkların mı?
Düşüncelerinin yaşadıklarına yüklediği o anlamlar mı?

Düşündün mü hiç?
Acaba hayatı ne kadar gerçek, ne kadar duyusal yaşayabiliyorsun?
Yaşayacaklarına ne kadar önyargısız, beklentisiz, bir sonuca ihtiyaç duymadan, birşeyler için çabalamadan yaklaşabiliyorsun?
Unutman gereken neleri, sürekli hatırlıyor?
Hatırlaman gereken neleri, sürekli unutuyorsun?

Farkında mısın?
Sen ancak düşüncelerin kadar özgürsün.
Kendine, hayatın sadece düşünebildiğin kadarını yaşatıyorsun.

Yaşamak, derken de...
Hayat her zaman senden, yaşanana dair senin cevabını beklese de.
Sen sadece, dünün duygu ve düşünceleriyle olan bitene kendi içinde bir tepki veriyorsun...

01 Ağustos 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: A Beautiful Mind

29 Temmuz 2009

Kim olduğumu nasıl unutacağımı bilemiyorum...

Bu kadar zor ve karmaşık olacağını söyleseler inanmazdım!

Kim olacağıma karar vermek!

Zormuş meğerse. Etrafımdaki herkes, nasıl olmam, nasıl yaşamam gerektiği konusunda bana sürekli ahkâm kesersen… Üstelik, kendimi nasıl hissettiğim konusunda hiçbir fikirleri yokken. Kendimi berbat hissettiğim zamanlarda beyninin içinde neler olup bittiğini hiç bilmezlerken.

Düşününce, insana en çok acı veren şey ise;

İnsanın kendisinin yetersiz olduğunun, içinden geldiği gibi, kaynağı tamamen kendisi olan düşüncelerle ve duygularla yaşamaya kalktığında, toplum içinde iyi bir konum elde etmesinin mümkün olmadığı, öyle yaşadığında iyi bir eş, iyi bir arkadaş, iyi bir dost olamayacağı, iyi bir çevre oluşturamayacağı korkusunun, hem de onu en çok sevenler tarafından, çocukluğundan başlayarak yavaş yavaş bilinç altına işlenmesi…

Bu düşüncelere dalmış amaçsızca yürürken, girdiğim kitapçıda, rastgele göz atmak için elime aldığım bir kitap, “ Eskiden kim olduğunu bilmek istersen şimdi nerede olduğuna bak, bu geçmişte kim olduğunun bir yansımasıdır. Eğer geleceğinin nasıl olacağını öğrenmek istersen, şu anda ne yapmakta olduğuna bak.” diyerek, evrenin muhteşem kurgusu içinde ona düşen rolle, sanki bir tesadüfmüş gibi bir şeyler anlatmaya çalışıyor bana. Sanırım insan bir şeye karar verip, ona doğru ilk adımını attığında, evrende onu, istediği şeye götürecek yolu hemen oluşturmaya başlıyor sessizce önünde. Bunu bir kez daha fark edince gülümsüyorum.

Kim olduğumu yavaş yavaş öğreniyorum.
Öte yandan, kim olduğumu nasıl unutacağımı hala bilemiyorum.
Ama hayata karşı açık olabilirsem, onun beni her zaman destekleyeceğine inanıyorum.

Beni artık, bende keşfetmek istiyorum.

28 Temmuz 2009
Haşim Arıkan

19 Temmuz 2009

Beni kısıtlayan, sınırlayan herşeyi alaşağı ettiğimde...


Hayatın bugüne kadar bana verdiklerini ve benim onlardan yapabildiklerimi düşünüyorum.

Onlardan bir şeyler yapmaya çalışırken, kendime koyduğum sınırları, kısıtlamaları, kuralları. Beni kısıtlayan, sınırlayan her şeyi alaşağı ettiğimde, içimdeki bastırılmış arzuların, ortaya çıkacak bozulmamış doğasının bana neler yaşatabileceğini...

Soruyorum kendime, hayatı büyük bir coşkuyla, karşı konulamaz bir tutkuyla yaşamaktan, hayatın iliğini kemiğini emerek doyuma ulaşmaktan ilk ne zaman, nasıl ve neden vazgeçtim ben diye. Eğer bu bir yetenekse, ben bu yeteneğimi ne zaman kaybettim. Hayatımın tek hakimi olduğumu, verdiğim kararların tüm sorumluluğunun bana ait olduğunu, hayatımı verdiğim kararlarla benim yarattığını, red etmeye ilk ne zaman ve neden başladım?

Çevremdeki insanları düşünüyorum. Acaba bugüne kadar bilerek yada bilmeyerek kimlerin hayatlarına dokundum, hangi keşifleri, hangi farkındalıkları için onlara yardım ettim, dünyada nasıl bir farklılık yarattım.... Eğer ben olmasaydım acaba evrenin akışı nerede ve nasıl değişirdi? Değişir miydi? Bugüne kadar ardımda acaba nasıl bir iz bıraktım.

Kendimi hep tek başına akıp giden bir nehir gibi hissetsem de , en nihayetinde denize karıştığımı nasıl inkar edebilirim ki?

Peki ya ben diye bağırıyor içimde bir ses mütemadiyen.

Sürekli hayata kendim için bir şeyler sipariş edip, bekleme odasında hayatın onları bana getirmesini beklerken, yaşıyorum demenin ne kadar anlamlı olduğunu düşünüyorum. Acaba hayat bize ondan istediklerimizi mi yoksa sadece olduğumuz şeyleri mi getiriyor?

Hiç bir şey anlamadan yaşanmış bir hayatın, yaşanmış sayılıp sayılamayacağını sorguluyorum kendi kendime. İnsanın yaşadığı hayatın tamamen bir hata olduğunu düşünerek yaşama veda etmesinin nasıl bir duygu olabileceğini düşünüyorum. Sonunda gelip hep şu soru takılıyor aklıma her seferinde.

Acaba insan, onun için hayatın anlamına sadece doğru yolları izleyerek mi ulaşabilir, yoksa yolun sonunda hayatın tamamen hata olduğunu ona söyleten şey -finiş noktasına ters yönden gelmiş olsa da- aslında hayatın gerçek anlamını bulmuş olması değil midir?

19 Temmuz 2009
Haşim Arıkan

10 Temmuz 2009

Sen, gerçekten sen olabilir misin?

Kendini bu dünyada yalnız düşünebilir misin?
Seni gören hiç kimse yokmuş gibi yaşayabilir misin?

Sana öğretildiği için yıllardır tekrarlayıp durduğun her şeyi unutup, yaşadıklarına onları sanki ilk defa yaşıyormuşsun gibi heyecanla, coşkuyla yaklaşabilir misin?

Senden başka hiç kimsenin asla sana veremeyeceği şeye sahip olabilir misin?
Kendini, sadece bireysel beyninin düşünceleriyle sen yaratabilir misin?

Kaynağı sen olan arzuların peşinden koşabilir misin?
Ödüllerini kendine, sen verebilir misin?
En büyük mutluluğu, hazzı kendinden aldığın bu ödüllerden çıkartabilir misin?
Sen kendini sevebilir misin?

Sen herşeyinle sadece sen olabilir misin?
Sen kendine yetebilir misin?

Bunun gerçek olduğuna inanabilir misin?

09 Temmuz 2009
Haşim Arıkan

1 Temmuz 2009

Sen tercihlerinin mi, yoksa vazgeçişlerinin mi bir eserisin?


Düşündün mü hiç? 

Bugün bulunduğun noktaya acaba nasıl geldin?
Bugünkü seni, hangi kararlarınla inşa ettin?

Hangi yola, sırf başka bir yoldan kaçmak için hiç düşünmeksizin girdin?
Hangi yolu, gerçekten istediğin için seçtin?

Hangi insanı, kendin için bir kurtarıcı gibi görüp hayatına dahil ettin?
Hangi insanın, onu gerçekten arzuladığın için hayatına girmesine izin verdin?

Hangi yolu içindeki öfkenin, nefretin sesine kulak verdiğin için terk ettin?
Hangi yolu içindeki sükunetin, sevginin sesini dinleyerek seçtin?

İnandığın hangi yoldan sırf geçmişe ait acılarından kurtulmak için vazgeçtin?
Vazgeçmenin ağır yükünü kaldıramamaktan korktuğun için, hangi yanlış yola yıllarca tahammül ettin?

Düşündün mü hiç? 

Bugüne kadar sahip olduğun neleri tercihlerin yüzünden yitirdin?
Vazgeçtiklerin sayesinde bugün nelere sahip olabildin?

Sen tercihlerinin mi, yoksa vazgeçişlerinin mi bir eserisin?

Bugün ulaştığın noktaya seni getiren kararları verirken, acaba en çok hangisinden beslendin?

Düşündün mü hiç?

Bugüne kadar sana kendini alternatif olarak sunan kaç yolu, seni hiç tanıyamadan sensizliğe terk ettin?
Kaç tane sen olabilme ihtimalini, hiç doğamadan ardında ölüme mahkum ettin?

30 Haziran  2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Doktor House

29 Haziran 2009

Başrolünü oynadığı oyunun yazarına fake atan tuhaf adamın, tuhaf hikayesi…! ( 2 )

# 2. Bölüm #
Önce 1.Bölüm isterseniz
Biliyor musun yoğun günlerin akşamında soğuk duş bence insanda afrodizyak etkisi yapıyor. Hayatla olan birlikteliğinde, gün içinde tükenen enerjini tazeleyip seni, ona karşı daha tutkulu, daha arzulu, daha istekli yapıyor.

Duşa girmeden önce bana “Bu şekilde yaşadığında; ve bir gün yolun sonuna geldiğinde, hayatın boyunca bir arpa boyu yol gidememiş olmak sana ne hissettirecek?” diye sormuştun. Bu soruyu bana, dünyadaki var olan düzenin bendeki yansımasını görmek için sorduğunu düşünüyorum. Bilmiyorum, yanılıyor muyum? Ben içinde yaşadığımız dünyada, çoğumuzun adına yaşamak dediği koşuşturmayı neye benzetiyorum biliyor musun?

Bu sanki yediklerinin, beyinden sağlıklı talimatlar gelmemesi nedeniyle vücut tarafından sindirilememesine rağmen inatla yemeği sürdürmek gibi bir şey. Düşünsene, beynin görevini tam yapmadığı için vücudun yediklerini bir türlü sindiremiyor, onların içindeki, ihtiyacın olan özleri bir türlü ayrıştırıp sana katamıyor, posalarını bir türlü atamıyor, ama sen sürekli olarak ne bulursan yemeğe devam ediyorsun. Sürekli yiyor ve sürekli şişiyorsun. Doğal olarak da yediklerin seninle bir etkileşime giremediği için bir müddet sonra içinde çürümeye, kokmaya ve seni yavaş yavaş zehirlemeye başlıyor.

Eğer bir arpa boyu yol alamamış olmaktan kastın, bu sindirilemeyen yaşanmışlıklarsa! Bu bana hiç bir şey hissettirmiyor? Ben, yolun sonuna geldiğimde, hatırlamadığım, hatırlamak zorunda da olmadığıma inandığım yaşanmışlıkların, çoktan bana karışmış, ruhumda eriyip tamamen ben olmuş öz’lerinin benim için yeterli olacağını düşünüyorum. Biliyor musun bence biz insanlar en çok bu noktada yanılgıya düşüyoruz. Sanıyoruz ki hatırlamadığımız, hatırlayamadığımız yaşanmışlıklarımız bizde hiç bir etki yaratmıyor. Bu yüzden de onlara dört elle sarılıp onları bırakmamak, onları unutmamak için büyük mücadeleler veriyoruz. Oysa ne büyük bir yanılgı bu! Bence esas etkiyi yaratanlar, artık hatırlamadıklarımız, hatırlayamadıklarımız. Yani çoktaaaan bize katılmış, bizimle bütünleşmiş artık tamamen biz olmuş olanlar. Hatırladıklarımız ise bizler tarafından hala çemberi bir türlü tam kapatılmamış olanlar. Onlar, ister mutluluk adına, ister acı adına olsun, bizim yaşadığımız an’a odaklanmamızı engelleyen bizi sürekli kendilerine yani geçmişe doğru çeken, bizi bulunduğumuz andan uzaklaştıran -üstelik kendi ellerimizle ruhlarımıza sapladığımız- kancalar. Bir düşünsene bu kancalarımız olmasa, insan anı önyargısız, dolu dolu, iliğine kemiğine kadar emerek yaşasa, o an’a daha sonra tekrar tekrar dönüp bakmaya ihtiyaç duyar mı? Yaşadıklarını tam, eksiksiz bir bütün olarak yaşadığında aklı hala geçmişinde kalır mı?

“Söyler misin bu düşündüklerinin, anlattıklarının doğru olduğunu nereden biliyorsun? Ya hata yapıyorsan. Ya yanlış düşünüyorsan?”

29 Haziran 2009
Haşim Arıkan


Bu tuhaf adamın, bu saçma hikayesi, saçmalayabildiği müddetçe devam edecek…





24 Haziran 2009

Başrolünü oynadığı oyunun yazarına fake atan tuhaf adamın, tuhaf hikayesi…!

Yoğun geçen bir günün üzerine, bir de yoğun bir İstanbul trafiğini çektikten sonra evine nihayet ulaşabilmişti. Ayakkabılarını, bağcıklarını çözmeden diğer ayağının burnuyla çıkartıp sağa, sola savururken, elindeki anahtarlığı da bir metre ötesinde ki konsolun üstündeki tahta çanağın içine fırlattı.

O an da tek hedefi olan şeye, duşa, doğru yürürken üzerindekileri çıkarıyor ve her çıkardığını o an da geçmekte olduğu yere bırakıyordu. Banyoya ulaştığında üzerinde sadece iç çamaşırı kalmıştı. Son bir hamle ile onu da çıkardıktan sonra, karşısındaki aynaya yansıyan, ruhunun dünyasal kıyafetine bakıp gülümsedi. Şu anda ruhuna biraz dar geldiğini hissetse de, seviyordu onu. Ruhunun onsuz, büyük keyif aldığı dünyasal zevkleri yaşayamayacak olması onu, ona büyük bir tutkuyla bağlıyordu. Seviyordu çünkü, onun aracılığıyla yaşayabiliyordu bütün dünyasal zevkleri, onun aracılığıyla fark edebiliyordu, bu dünyasal deneyiminde fark etmesi gerekenleri.

Duşa girmeden önce durdu. Her akşam düzenli olarak yaptığı şeyi bir kez daha tekrarladı. Gün içinde beynindeki oluşan, o andan önceki bütün anlara ait düşünceleri, her akşam yaptığı gibi topladı ve evrenin boşluğuna doğru fırlattı. Geçmişe ait, ona yük olacak bütün düşünceleri bir kez daha sıfırladı. Onların geleceğine ipotek koymasına asla izin vermek istemiyordu.

“Neden yapıyorsun bunu” diye sordu. Görsel anlamda herhangi bir kimliği olmayan, retinasına herhangi bir görüntü yansıtmayan, işitsel olarakta sadece onun duyabildiği ses.

“Yaşayacaklarıma karşı heyecanımı hiç bir zaman yitirmemek için.” diye cevap verdi ona ve devam etti. “Yaşadıklarımı, her seferinde, ilk kez yaşıyormuşum gibi, aynı merak, aynı heyecan, aynı coşkuyla yaşayabilmek için.”

"Peki ya tecrübe? Hayatın boyunca tecrübesiz biri olarak mı yaşayacaksın? "

Tecrübe mi? Şu anda yeryüzünde var olan oluşmuş düzen de, ona daha çok “geçmişden kaynaklanan olumsuz beklentilerini tekrar yaşama korkusu” demek daha doğru sanırım. Tecrübe dediğin şey insana hayatı sürekli bir ayağı frende yaşatmaktan, yaşayacaklarına sürekli bir önyargıyla yaklaşmaktan başka ne işe yarar ki?

Söyler misin? Geçmişe ait düşüncelerini sürekli sıfırlayabiliyor olduğunda. Başına gelen herşeyi sürekli ilk defa yaşıyor olduğunda. Tecrübe dediğin o geçmiş deneyimlerinden kaynaklanan korku, öfke, endişe, acı, şüphe, nefret……. dediğin duygular içinde yaşayabilir mi? Yaşadıkların sana her seferinde acı bile verse, onlara her zaman çoşkuyla, arzuyla, heyecanla yaklaşmaz mısın? Her seferinde içlerine balıklama dalmaz mısın? Onları her seferinde kana kana yaşamaz mısın? Düşünsene, önyargısız olarak yaşadığın ana odaklandığında, seni sürekli geçmişe doğru çeken, sana sürekli geçmiş deneyimlerini hatırlatan kancalarla hiç uğraşmak zorunda kalmadığında yaşayacaklarından alacağın hazzı. Söyler misin, hangisi seni daha mutlu eder? Tecrübe dediğin beynindeki gitgide artan parmak izleri ile yaşamak mı? Her zaman saf ve hiç dokunulmamış olarak kalıp, her anı sıfırdan, hep yoğun bir coşkuyla ve heyecanla yaşamak mı?

"...........................! Peki ya hayattan öğrenmen gerekenler! Yani keşfetmen gereken gerçekler? Onlara ulaşmaktan vaz mı geçiyorsun?"

Gerçek mi? Bence hayatta gerçek olan tek bir şey var. O da insanın kendisi. Onun dışındaki herşey, insanın kendi düşünceleri tarafından anlamlandırılmış görüntüler. Bu yüzden de beyninde oluşturduğun düşüncelerin eseri olan duygularla, kendini dap daracık duvarların arasına da hapsedebilirsin, bugüne kadar hiç kimsenin deneyimlemediği, hayal bile edemediği şeyleri de, ilk sen kendine yaşatabilirsin. Yeter ki düşüncelerinin yaşadığın hayatın bir sonucu olmadığını, tam tersine yaşadığın hayatın düşüncelerinin bir sonucu olduğunu farket. Sen kabul etsen de, etmesen de yaşadığın hayat tamamen senin düşüncelerinin içinde gizli.

Bu arada seni de düşüncelerimde benim var ettiğimin farkındasın değil mi? Sanırım bu aralar biriyle konuşmaya ihtiyacım var. Ama artık duşa girmek ve biraz rahatlamak istiyorum izin verirsen. Konuşmaya sonra devam edelim mi? Ne dersin?

"Yada ben sorumu sorayım, sen duştayken biraz onu düşün! Bu şekilde yaşadığında; ve bir gün yolun sonuna geldiğinde, hayatın boyunca bir arpa boyu yol gidememiş olmak sana ne hissettirecek? "

Cevap aslında şu an bile hazır kafamda, ama sözcüklere dönüşmesi ancak duştan sonra…

İkinci bölüm, okumak isterseniz...

24 Haziran 2009
Haşim Arıkan

14 Haziran 2009

Bir daha geri dönüşü mümkün olmuyor...


Farkında mısın?
Ulaştığın her yeni farkındalıkla, daha önce hiç görmediğin bir şeyleri görmeye başlıyorsun.
Her yeni gördüğün şey içini, onu deneyimleme arzusu ve coşkusuyla dolduruyor.
Her yeni deneyim ise seni bir kez daha farklılaştırıyor.

Ne düşünüyorum biliyor musun?
Acaba fark ettikçe insan, kendisiyle ilgili daha önce bilmediği yeni gerçeklere ulaşıp, kendini keşfederek daha mı çok mutlu oluyor?
Yoksa kendiyle ilgili keşfettiği gerçekleri red ederek, kendini bir bilinmezin karanlığına daha mı çok mahkum ediyor?
Daha mı çok kendisi oluyor?
Gitgide kendinden daha çok uzaklaşıp, kendini daha mı çok silmeye çalışıyor?

Farkındalığın en kötü tarafı da, ne biliyor musun?
Bir şeyi bir kere fark etti mi insan, bir daha asla geri dönüşü mümkün olmuyor!
Fark ettiklerini inatla yok saysa da, red etse de, bir daha, o eski sınırlı farkındalığına geri dönemiyor.
Fark ettiklerini kabullenmedikçe de, içini kaplayan o çaresizlik duygusu asla sona ermiyor.

14 Haziran 2009
Haşim Arıkan

9 Haziran 2009

Yaşam benim için kısa bir mum değil...

İşte yaşamdaki gerçek haz budur, sizin tarafınızdan yüce olarak kabul edilen bir amaç için kullanılmak, doğanın bir kuvveti olmak; dünyanın sizi mutlu etmeye kendini adamadığı için şikayet eden küçük ateşli bir keyifsizlik budalası olmaktansa. Öldüğüm zaman tamamen kullanılmış olmak istiyorum.Yaşam benim için kısa bir mum değil. O benim için bu an tutma hakkını elde ettiğim muhteşem bir meşale ve ben gelecek nesillere aktarmadan önce onun alabildiğince parlak yanmasını istiyorum. (a)

Neler hissediyorsunuz bu paragrafı okuduktan sonra?
Düşünüyor musunuz?
Acaba benim meşalem ne kadar parlak yanıyor diye!
Peki ya kendinizi ne kadar kullanılmış hissediyorsunuz?
Meşalenizin daha parlak yanabilmesi için bir çabanız olabilir mi bundan sonra?
Yüce bir amaç?
Hayatınızın kalan kısmında kendinizi daha ne kadar kullandırmayı düşünüyorsunuz?
Yoksa siz, kesin kararlı mısınız?
İnat edip, dünya kendini sizi mutlu etmeye adamadığı için şikayet eden küçük ateşli bir keyifsizlik budalası olarak yaşamaya?
İnsanın hayattaki en yüce olmasa da, bence en önemli amaçlarından biri olan kendini mutlu etmekten ısrarla kaçmaya.

Sahi ne kadar hayatın bilfiil içindesiniz?
Ne kadar hayatın enerjisinden, çoşkusundan uzak, bir şeylerin seyrindesiniz?
Söyleyin hadi, hayatı yaşayanlardan mısınız, yoksa çoğunlukla seyredenlerden misiniz?
Yoklayın hafızanızı, hatırlayın bir, en son ne zaman yaşadığınız andaki mutluluğu iliğine, kemiğine kadar emebildiniz?
En son ne zaman doya doya yaşadığınızı hissettiniz?

Düşünün.
Her sabah kalktığınızda yaşamın önünüze çıkardığı fırsat ve zorluklara tepki vererek, onlardan şikayet ederek yaşamak mı sizi daha çok mutlu ediyor. Size enerji veriyor?
Yoksa hayata çoşkulu yanıtlar vererek yaşamak mı?

Hepimiz durmaksızın yanıtlar arıyoruz, yaşamın belki de çözülmesi imkansız o paradokslarına.
Ve her seferinde yeni, yeni yanıtlar buluyoruz hem de inanılmaz bir hızla.
Ama galiba bulduğumuz yanıtlar bizim değil de, başkalarının yanıtları oluyor.

Pek itiraf etmek istemesekte, bir yerlerde hata yapıyoruz galiba.
Yoksa farkına mı varamıyoruz?
Soruları kendimiz cevaplamadıkça, bulduğumuz yanıtlar da bir türlü bizim aradığımız doğru yanıtlar olmuyor.

Sanırım yaşamımızı gerçekten değiştiren, gitgide çok daha keyifli hale getiren yada diğer bir deyişle bizdeki pozitif değişimin fitilini ilk ateşleyen şey, kendimize sorduğumuz cesur sorulara, kaynağı tamamen biz olan duygu ve düşüncelerle verdiğimiz cesur ve dürüst yanıtlar oluyor.

09 Haziran 2009



(a) George Bernard Shaw

1 Haziran 2009

Keşke hayatımda geldiğim bu noktaya pek çok insanı incitmeden gelebilseydim.

''Keşke hayatımda geldiğim bu noktaya pek çok insanı incitmeden gelebilseydim.''

Zaman, zaman aklıma gelir, bir yerlerden beynime kazınmış olan bu söz.

Düşünürüm; insanın, ancak diğer insanlarla olan ilişki potansiyeline göre varolabildiğini. “Ben” olabilmek, "ben" i keşfedebilmek için, mutlaka bir “sen” in de var olması gerekliliğini. İnsanların birbirlerinin hayatları üzerinde öngörülemeyen o etkileşimi. Evrenin bu noktada, kendi içindeki o muhteşem kurgusunun nasıl kusursuz işlediğini. Herkesin hem "ben" i, hem de "sen" i aynı anda nasıl bu kadar mükemmel oynamayı başarabildiğini.

Gülümserim; beni, bana hatırlatan, öğrenmem gerekenler için hayatımda öğretmen rolünü üstlenen tüm insanların, hayalimde canlanan o görüntülerine. Bir kısmı ile bilerek yada bilmeyerek birbirimizi incitmiş olsak da. “Ben ancak sizin sayenizde var olabildim” diyerek, beni var ettikleri için, teşekkür ederim. İçten içe, sevgimi, şükranlarımı sunarım hepsine.

Kendimi ve hayatımı bağışlamanın hazzı sarar bu anlarda bütün benliğimi.
Gerçekten var olmanın, özgür olmanın keyfini hissederim gülümserim kendime.
Sevgiyle...

31 Mayıs 2009

27 Mayıs 2009

Aynı hatayı daha soylu işlemen neyi değiştirir ki?


O haksız olduğunu bildiği için, düşünmek istemiyor.
Sen ise kötü olduğuna inandığın düşünceleri sürekli kafandan kovuyorsun.
O sürekli sorumluluklarından kaçıyor.
Sen ise bütün sorumlulukları hiç düşünmeden üzerine alıyorsun.
O hiç bir zorluğa tahammül etmek istemiyor.
Sen ise her şeye tahammül etmeye hazırsın.
O duygularına ne pahasına olursa olsun pay tanıyor.
Sen ise duygularını her yaşadığın sorunda feda etmekten kaçınmıyorsun.

Aslında onunla aynı hatayı paylaştığını görmüyor musun?
Sen de onun gibi "asıl gerçeği görmeyi red ediyorsun"

Neden kendine, kendini onu sevdiğin kadar sevme izni vermiyorsun?
Yoksa, ne kadarına tahammül edebileceğinin, sınırını mı görmek istiyorsun?

27 Mayıs 2009
Haşim Arıkan

23 Mayıs 2009

Artık bir karar vermelisin...

Acıdan kaçarak mutluluğa ulaşamazsın.
Karanlıktan kaçarak aydınlığa.
İstediklerine ulaşmanın yolu negatiflerinden kaçmak değildir.

Artık bir karar vermelisin.

Acıdan mı kaçmak istiyorsun?
Mutluluğa mı ulaşmak istiyorsun?
Sürekli lanetlediğin bir yaşamdan mı kaçmaya çalışıyorsun?
Hayatını dileğin gibi yaşamak mı istiyorsun?

Var oluşa negatiflerden kaçarak ulaşamazsın.

23 Mayıs 2009



22 Mayıs 2009

Sevilmek, örnek gösterilmek mutlu olmak için yeterli miydi?

Uzun zamandır kendini yorgun ve huzursuz hissediyordu. En sonunda bir Pazar gününü, izin günü ilan ederek kendini boğazın kenarındaki çay bahçelerinden birine attı. İnsanlar sokaklara akmaya, sözcükleri havada uçuşmaya başlamadan , sessizliğin ve yalnızlığın lüksünü yaşamak, muhteşem üçlü adını verdiği, simit-peynir-çaydan oluşan kahvaltısının tadını çıkarmak istiyordu.

Bugün, kendisi dışındaki hiç bir yükünü, ruhuna yüklemeden sadece kendi varlığını hissetmek istiyordu. Beyninin içinde bir süredir dolanan, bugüne kadar anlamlı cümlelere dönüşmelerine izin vermediği o doğum sancısı çeken düşünceleri hiç düşünmeden. Korkuyordu bu düşüncelerden. Onlara izin verdiğinde beyninde oluşturacakları cümlelerden. Öte yandan ise tuhaf bir şekilde onları duymak için de sabırsızlanıyordu. Tam daha bu düşüncelere yeni dalmışken, beyninin orta yerine gelip saplanan bir soru cümlesi, onu biranda koparıp aldı bu düşüncelerinden.

Mutlu muydu?

Ne kadar anlamsız bir soruydu bu! Tabi ki mutluydu. Herşey mükemmeldi onun hayatında, mükemmel bir eşti, mükemmel bir anneydi, mükemmel bir evlattı, mükemmel bir dosttu. O herkes tarafından çok seviliyordu.

Ama verdiği bu cevaplarla, soru cümlesi ortadan kaybolmamış. Hala beyninin içinde yankılanıp duruyordu.
Mutlu muydu?

Bu sefer daha farklı cevaplarla ikna etmeye çalıştı kendini. O, etrafında her zaman takdir edilen, örnek gösterilen biriydi. Nerede nasıl davranılmasını bilir, hiç bir zaman kimseyi düşkırıklığına uğratmazdı. Etrafındaki herkes onun fedakar, yardım sever, candan bir dost olduğunu söylerdi. Ona sonsuz güvenirdi. Mutluydu tabi ki de. Bir insan bunlardan başka daha ne isterdi mutlu olmak için.

Ama beyni bir türlü ikna olmuyordu bu cevaplarla. Bozuk bir plak gibi soruyu üçüncü kez tekrarladı.
Mutlu muydu?

Sonunda o da pes etti. Gerçeği kabul etti. Bu soruyu kendine tekrar tekrar sorma sebebinin, beyninin içinde doğum sancısı çeken o düşünceler olduğunu, o da hissediyordu. Uzun zamandır direniyor olsa da artık onlarla yüzleşmenin zamanı gelmişti. Sustu, onlara istedikleri cümleleri kurmaları için izin verdi. İzin vermesi ile birlikte kendini, tuhaf bir şekilde sanki yıllardır kör bir kuyunun dibine çökmüş duran bir şeyleri, uzun süredir kullanılmadığı için zorlukla çalışan eski bir çıkrığın yardımıyla yeniden gün ışığına çıkarıyormuş gibi hissetti.

Düşündü ve sustu. Beyninde ilk defa oluşan cümleleri onun için dile getirmek için konuşmaya başlayan o sesi, sessizce dinledi. “Bunca zamandır mutluyum derken, hep kendi varlığın yerine etrafındaki insanlara tutundun. Onlardan gelen onaylamaların motivasyonu ile mutluyum diyerek kendini kandırıp durdun. Yaptığının aslında kendini silme hareketi olduğunu fark bile edemeden. Onların senin efendin olmalarına, sen izin verdin. Kendini onların değerlerine göre nasıl olması gerekiyorsa, sanki öyleymişcesine yaşamaya sen mahkum ettin. Onların beklediği gibi biri olduğunda, sana biçtikleri o rolleri başarıyla oynadıkça onlar tarafından sevildiğini hissedip, hep mutluyum dedin. Dönüp de kendi içine, arzularına bakmadan. Ama mutluyum diyerek kendine karşı sürdürdüğün bu yalan için ödediği bedel, kişisel arzularının, kişisel mutluluğunun tamamen yok oluşu oldu. Şimdi son kez soruyorum sana, lütfen sadece kendi varlığını hissederek bu soruma cevabını ver. Gerçekten mutlu musun?”

Kararlı ve net bir şekilde, “Mutluyum” dedi. Ruhunun, ona göre henüz hazır olmadığı bir zamanda ışığı yanan bu karanlık odasının, ışığını yeniden kapatıp, hızla dışarıya çıkarken. Odadan dışarıya çıkmasıyla birlikte, o eski çıkrık da hızla boşalmış, ipin ucundaki kovanın içindekiler yeniden kör kuyunun dibine dökülmüşlerdi.

Birden kendini kimsesiz ve yapayalnız, değersiz hissetti. Eşini ve çocuklarını özledi. Hesabı hızla ödeyip kendini çay bahçesinden dışarıya attı. Bir an önce evine, ailesine geri dönmek istiyordu. Bir yandan da içinde hissetmekte olduğu huzursuzluğunu yenebilmek için, kendi kendine telkinde bulunuyordu. “ Evet kabul ediyorum. Bu hayat benim seçtiğim, kabullendiğim bir hayat. Burada neyi deneyimlemem gerekiyorsa ben onu deneyimliyorum. Yaşadıklarım da, tercihlerimde hatalı ve yanlış olan hiç bir şey yok. Zaten bu dünyada hata diye bir şey yok, sadece deneyim var. (**)

Deneyim acaba yaşanmış tamamlanmış mıydı, yoksa...

21 Mayıs 2009
Haşim Arıkan


(**) Orjinal sözün sahibi Brajeshwari’ye sevgi, saygı ve teşekkürlerimle...

20 Mayıs 2009

Hoşçakal...


Amaç dolu bir ömür.
Esir alınamayan bir inanç.
Önüne çıkarılan bütün engellere rağmen asla vazgeçilmeyen bir kararlılık.
Başarıların dünyası.
Bir sembol.

Buradan kardelenlerle uğurlanırken,
Ben inanıyorum ki orada da alkışlarla karşılandın.
Kendine seçtiğin o zor rolü büyük bir başarı ile tamamlamış olmanın gururuyla.

Ruhun şad olsun.

20 Mayıs 2009