30 Aralık 2008

İyi ol!


İyi olmak!
Sahi nedir iyi olmak?

Senden önce oluşturulmuş olan inanç sisteminin sana dayattığı kurallara uyarak, olman gerektiği gibi olmak mıdır?
Yoksa kim olduğunun, neye inandığının, ne hissettiğinin, nasıl davrandığının bilinciyle kendi kurallarını kendin koymak mıdır?

Herkes tarafından onaylanmak, hayatını başkalarının senden, beklentilerine, taleplerine uygun olarak yaşamak mıdır?
Yoksa dürüst, onurlu bir şekilde yaşamak yani kendin gibi olmak mıdır?

Hadi söyleyin bana nedir iyi olmak?

Sana miras bırakılan bir gelenek ya da moda olan, düşünce şekline göre hareket etmek midir iyi olmak?

Zihninde ne yapıp, ne yapmamamız gerektiğine, ne hissedip, neyi hissetmememiz gerektiğine karar veren bir yargıç yaratmak mıdır iyi olmak?

İçinden geldiği gibi davrandığın için, utanç duymak, kendini suçlamak, bundan dolayı kendini cezalandırmak, sürekli red edilme korkusuyla yaşamak mıdır iyi olmak?

Başkaları tarafından kabul görüp sevilmek midir iyi olmak?
Yoksa kendini kabul edip sevebilmek midir iyi olmak?

Ehlileşmek midir?
Yoksa özgürlüğünü koruyabilmek midir?
İyi olmak.

Söyleyin bana nedir iyi olmak…

30 Aralık 2008
Haşim Arıkan


29 Aralık 2008

Mim Kontratlarım - Benim cevaplarım!

Dün gece okudum Haşim’in yeni MİM konusunu, o beni Mim’lememiş olsa da, ben kendimi MİM’lenmiş gibi kabul ediyor, bu mimle ilgili kendi cevaplarımı vermek istiyorum.

Ben kendi kontratlarımla ilgili olarak ne mi yapmak isterdim?

İlk olarak babamla yapmış olduğumuz konratın 17 yıllık süresini uzatmak, o kısa sureli kontratı süresi bitmeden iptal etmek isterdim. Onunla kontratımız ben 17 yaşımdayken sona erdi. Onunla ilgili, eksik ve yarım kalmış, yaşanmamış, yaşanamamış çok fazla şey var içimde. Aslında onunla kontratımızın bu kadar kısa sureli olması sebebiyle ögrendiğim çok fazla şey olduğunun da farkındayım. O yanımda olsaydı kesinlikle bugünkü ben olamazdım biliyorum. Yine de onunla yaptığımız kısa sureli olan bu kontrat sayesinde ögrendiklerimi, başkaları ile yapacağım başka kontratlar sayesinde, bu kadar kısa sürede ögrenmek yerine çok daha uzun sürede ögrenmeyi kesinlikle tercih ederdim.

Yeni düzenlemek istediğim kontrat mı?

Bana arzuladığım, hayalini kurduğum şeylere ulaşabilmem için zaman kaybetmeden harekete geçme, gerekiyorsa çekinmeden risk alabilme ve bunu bir yaşam tarzı haline getirebilme konusunda yardımcı olabilecek yeni bir kontrat yapmak isterdim. Bunların hepsini biliyorum ama hayata geçirme, hayatımı bu anlayışla idame ettirme konusunda nedense hala ayak diriyorum. Belki de eşikteyim ama bir türlü o son adımı atamıyorum. Herhalde bu konuda bir kontrata daha ihtiyacım var. Kum saatim hızla doluyor.

Ana kontratımın ne zaman biteceğini bilemiyorum! Bildiğim tek bir şey var ki, o da ana kontrattaki karşı tarafın bana karşı her zaman için adil olduğu. Bu yüzden de ona her zaman şükrediyorum.

29 Aralık 2008
Haşim A.

28 Aralık 2008

Yeni MİM - Hayatınızla ilgili yapmış olduğunuz kontratlar...

Şimdi sizden yaşadığımızdan daha farklı bir dünya hayal etmenizi istiyorum. Hayal edeceğiniz bu dünya öyle bir dünya ki, hayatınız da neyi, kiminle, nasıl ve ne için yaşayacağınıza siz karar veriyorsunuz ve bunlarla ilgili olarak kontratlar hazırlayıp imzalıyorsunuz. Bunu da yılın son üç gününde, kendinizi uykuda sandığınız o en duyusal olduğunuz süreçte, farklı bir boyuta geçerek yapıyorsunuz. Bu boyuta geçtiğinizde hem yeni, yeni kontratlar oluşturabiliyor, hem de daha önce uzun süreli olarak yapmış olduğunuz kontratlardan istemediklerinizi iptal edebiliyorsunuz. Yanlız geçtiğiniz bu boyutun önemli bir özelliği var. Bu boyutta hayatınıza, sanki başka birinin hayatıymışcasına objektif olarak bakabiliyor, tekrar tekrar yaşadığınız o can sıkıcı deneyimleri, geliştirmeniz gereken taraflarınızı tüm çıplaklığıyla görebiliyorsunuz. Doğal olarakta yeni kontratlarınızı da bu farkındalık düzeyiyle oluşturuyorsunuz. Ama ne yazık ki işin kötü tarafı, (belki de olması gereken) bugün içinde yaşadığınız boyuta dönünce, bir süreliğine geçtiğiniz bu farklı boyutu, bu boyuttayken neleri düşündüğünüzü, kimlerle neyi deneyimlemek için, hangi kontratları yaptığınızı hatırlamıyorsunuz. Ama siz hatırlamasınız da hayatınız her zaman sizin yaptığınız ya da iptal ettiğiniz bu kontratlara göre akıp gidiyor.

Sahi dünya gerçekten böyle bir dünya olsaydı, nasıl olurdu sizce? İnsanın kendi hayatının sorumluluğunu tamamen üzerine alması acaba iyi bir şey mi ki? İnsan kader deyip yaşadıklarının sorumluluğunu kolayca sırtından atma konforundan vazgeçilebilir mi ki?

Neyse ben konuyu daha fazla dağıtmadan, hemen geliyorum Mim’im esas konusuna! Biliyorsunuz bugün ayın 28’i, yani tam, yeni kontratlarımızı yaptığımız, daha önce yapmış olduğumuz ama şu anda bizi rahatsız eden eski kontratlarımızı iptal edebildiğimiz o harika dönemdeyiz. Hadi bakalım, bu harika avantajı kullanmak için vakit kaybetmeden karar verelim o zaman;

- Neyi deneyimlemek, hangi yönünüzü geliştirmek için –eğer aklınızda biri varsa- kiminle yeni kontrat yapmak istersiniz?
- Ya da şu anda kiminle –tabi paylaşmak isterseniz- yaşamakta olduğunuz hangi kontratınızı iptal etmek istersiniz?

Ne diyorsunuz? Kimse açıklamak istemez mi bu detayları? Olsun ben yine de şansımı denemek istiyorum. Açıklamasalar da belki bu blogu okuyanlar, kendi kendilerine düşünürler bu soruların cevaplarını.

Ben degajımı Sufi (Dilek), Yalnızlık okulu, Hayattan ve Masallardan Biraz, Brajeshwari, Günah Yüklenen Adam, Aydan Atlayan Kedi’ye doğru yapmaya çalışıyorum ama öte yandan ben pek iyi degaj yapamam biliyorum. Kimbilir belki de top onlara ulaşmadan direkt auta ya da taça çıkar. O zaman da doğal olarak onların bu mim’le ilgili bir şey yazması gerekmez:)

Belki de siz bu blogu okuyanlar, bahse konu sorular ya da birlikte hayal ettiğimiz bu dünya ile ilgili bir şeyler söylemek istersiniz? Ne dersiniz?

28 Aralık 2008
Haşim A.

26 Aralık 2008

Aşkın işareti ?

- Canım! Yalnızca bir kadın olarak seninle önemsiz konularda çene çalmak istiyorum tabi eğer izin verirsen. Sana ..........’ın yazmakta olduğu yeni romanını bana ithaf ettiğini söylesem. Bu sana ilginç gelir miydi?
- Doğru olanı öğrenmek istiyorsan… gelmez!
- Ya doğrusunu istemiyorsam.
- Doğru olmayanı öğrenmeyi neden isteyesin ki? Hangi amaçla?
- Anlamıyorsun değil mi? Gerçek sevginin yalan söylemeye razı olmak, başkasını mutlu etmek için hile yapmaya, sahtekarlık yapmaya razı olmak, o kişi var olan gerçeği sevmiyorsa, böylelikle ona sevdiği gerçeği sunmak olduğunu söylesem… anlayamazsın.
- Hayır. Anlayamam!
- Aslında çok basit. Güzel bir kadına, güzelsin dersen, ona ne sunmuş olursun ki? Yalnızca gerçeği. Sana bunun bir maliyeti yok. Ama çirkin bir kadına güzelsin dersen, güzellik kavramını onun uğruna çarpıtmakla ona büyük bir saygı sunmuş olursun. Bir kadını iyi yanları ile sevmek anlamsızdır. Bunu zaten hak etmiştir, bu bir ödemedir. Bir armağan değil. Onu günahları için sevmek gerçek bir armağandır, çünkü hak edilmemiş, kazanılmamış bir şeydir. Onu kusurları ile sevmek, tüm iyilikleri onun uğruna feda etmektir. Aşkın asıl işareti budur, çünkü vicdanını, mantığını, dürüstlüğünü ve o paha biçilmez kendine olan saygını kurban etmiş olursun.Aşk nedir ki sevgilim? Eğer fedakarlık değilse nedir o zaman?
- Bana söyler misin. Seni neler mutlu eder?
- Aman Tanrım! Utangaç bir soru. Tuzak, kaçış hilesi…. Beni neler mi mutlu eder? Bunu bana senin söylemen gerekir. Benim için bunu sen keşfetmiş olmalısın. Ben bilemem. Onu sen yaratacak, bana sunacaktın. Senin yükümlülüğün sorumluluğundu o....

Yukarıdaki satırlar Ayn Rand'in Atlas Silkindi isimli kitabından alıntı. Bu satırları okuduğumda uzun bir süre takılıp kalmıştım. Merak etmiştim özellikle de bayanların, Ayn Rand'in kitabında yazdığı bu satırlarına katılıp, katılmadıklarını.

Şimdi hazır elimde böyle bir fırsat varken. İzin verirseniz, sormak istiyorum sizlere. Ne düşünüyorsunuz bu satırlar hakkında? Yüreğinizin sesini burada paylaşmak ister misiniz?

26 Aralık 2008
Haşim Arıkan

24 Aralık 2008

Sorsam sana!

Düşündün mü hiç?
İstediklerine doğru ilerlerken neyi, neleri göz alabiliyorsun?
Farkında mısın?
Amacına doğru ilerlemek kadar insanı kendi kendisiyle yüzyüze getiren bir şey yok.
İnsan kendisi hakkındaki bütün olumsuz düşünceleriyle, zayıflıklarıyla, aslında kendisine nasıl davrandığı ile o zaman karşılaşıyor.
Kendisinin, belki de en acımasız saldırılarına o zaman maruz kalıyor.
Harekete geçmeden önce hepsi sadece bir his, bir düşünce, bir rahatsızlık.
Ama bir gün karar veripte harekete geçtiğinde;
Eğer ki yola çıkarken onları da yanına almamışsan, harekete geçtiğin anda hepsi birlikte senin üstüne çullanıyor,
Bir soru sorsam sana, dürüstçe cevap verir misin bana?
Göze alabiliyor musun bütün bunları?
Yoksa sen de mi herkes gibi;
İstediklerini hep bu yüzden erteliyorsun?
Hayallerinden, amaçlarından hep bu yüzden vazgeçiyorsun?

24 Aralık 2008
Haşim Arıkan

21 Aralık 2008

Hiç bir zaman...

Biliyorum çok zor!
Değişmek kolay bir şey değil.
Herkes de benim gibi düşünüyor zaten.
Lafa gelince kolayda…
Ben yapamam.
Ben beceremiyorum.
Daha önce de denedim olmuyor.
Bir süre sonra insan tekrar eskiye dönüyor.
Sokma akıl dokuz adım gidermiş zaten.
Bir insan yedisinde neyse yetmişinde o oluyor.
Yine vazgeçerim.
Hem benim için artık çok geç.
……

Düşününce, ne çok sebep var değil mi değişmemek için?
Değişim fikrini engellemek, onu sabote etmek için.
Başımıza gelenleri gögüsleme şeklimizi, onları algılama biçimimizi değiştirmemek için.

Peki biz değişemiyorsak, sürekli sikayet ettiğimiz hayatımız değişiyor mu?
O da değişmiyorsa, onunda değişmesi çok zorsa, o zaman neden bundan sürekli şikayet edip duruyoruz? Şartlı refleks mi bu yaptığımız?

Yoksa bizler kurban mıyız?
Yaşadıklarımızın kurbanı!
Ya da hayat bizim başımıza gelen talihsiz bir olay!

Belki de herşey bizim hayatımız üzerinde çok fazla kontrol sahibi olmak istememizden kaynaklanıyor. Bir fren, bir gaz derken, kendimizi serseme çeviriyoruz. Sürekli kontrol peşinde koşmaktan, deneyimlerimizin tadını bir türlü çıkaramayıp, onların bizlere ne anlatmaya çalıştıklarını ıskalıyoruz. Ne sevebiliyoruz, ne affedebiliyoruz, ne de özgür bırakabiliyoruz. Ne kendimizi, ne de karşımızdakileri…

Sanırım Dr.Harry Alder haklı (a). Bizler onun bahsettiği, beynimizde zamanla oluşan o yağmur kanallarına yenik düşüyoruz. Beynimize yağan düşüncelerin zaman içinde oluştuğu o kanallar yüzünden, bir türlü “yapamam”dan, “yapabilirim”e geçemeyip, kendimizi hep aynı masalın içine kıstırıyoruz? Belki de dünya olduğu haliyle mükemmel, bunu bir türlü biz fark edemiyoruz!

21 Aralık 2008
Haşim A.


(a) NLP konusunda uzman olan Dr.Harry Alder, başımıza gelen olayların niteliğinin, bizim onları yorumlayış şeklimize göre değiştiğini söylüyor. Ve bunun zamanla oluşan bir alışkanlığın sonucunda gerçekleştiğinden bahsediyor. "Yağmur yağdıktan bir süre sonra toprağın üzerinde yağmurun ilerleyeceği kanallar oluşur. Daha sonraki yağmurlarda sular hep bu kanallardan akar. Beynimizde de bu tür yağmur kanalları vardır. Herkesin beynine aynı yağmur yağar fakat ayrı kanallara gider.



19 Aralık 2008

Ne olursan ol hayat...

Hiç bir fikrin yok değil mi? İçinde hasar görmüş bir şeylerle yaşamanın neye benzediği hakkında. Beni nasıl etkilediğini bilmeden sürekli benimle konuşuyor, bana ne yapmam gerektiğini anlatıyorsun. Sanki herşeyin sırrını çözmüş, bütün doğruları bulmuş gibi. Bana sorular yöneltiyorsun ama hiç bir zaman cevaplarımı duymaya çalışmıyorsun. Söyler misin? Doğru dediğin şey nedir? Tek midir? En son sözü söyleyecek olan kimdir?

Şunu bilmelisin ki herkes aslında, sandığından fazlasını bilir, bildiğinden fazlasını da düşünür. Kendine istediğini yapmakta her zaman özgürdür. Kimi kabul eder kendini, teslim olur kendine, kimi kendini aldatır, yağmalar, öldürür. Bir tarafı hep eksiktir insanın, diğer tarafı ise çoktur. Bu yüzden de yaşadıklarının kendindeki eksiklikten mi, yoksa fazlalıktan mı olduğunu hep merak eder durur. Kimine göre insan sürekli değişir, kendini keşfeder, büyür, hergün biraz daha kendi olur. Kimine göre ise insan sürekli değişir, kendini inkar eder, kendiyle çelişkiye düşer, kendine ihanet ederek her gün biraz daha yok olur.

Yaşadıklarının hepsinin mutlaka bir nedeni vardır. Onu bulmak ise her zaman sana kalır. Hayat kimimiz için inanmadığın bir masalın içine kısılıp kalmak, kimimiz için ise inanacağı masalları aramaktır. Herkesin kabul ettiği tek doğru ise, "Hayat en nihayetinde, bir gün son bulacak olan bir yolculuktur." Kimi mutluluğun varış noktasında olduğuna inanır, kimi ise yolculuğun tadını çıkarır.

Yaşadıklarının hiç bir şey tesadüf değildir. Bu yüzden de oluşumları uzun zaman alır.

19 Aralık 2008
Haşim A.

18 Aralık 2008

Sence, bir gün başarabilir mi?

Kendine karşı, sürekli evde yoku oynamaktan hala yorulmadın mı?
Karşılaşmamak için sürekli kendinden kaçmaktan hala usanmadın mı?
Kim olduğunun sorumluluğunu almak, gerçekten bu kadar zor mu senin için?
Hayat sana, sürekli hakkında bilmediklerini anlatmak için çabalarken, körleşip, görmediğin yanlarını sürekli gözlerinin önüne sererken, üç maymunu oynamaktan hala bıkmadın mı?
Hangi çukurlara sürekli düştüğünü, hangi çukurlar konusunda zamanla uzmanlaştığını, hangi çukurları kendine senin kazdığını, öğrenmeden, acaba oynadığın senaryo farklılaşır mı?
Sence,
İnsan hayatı boyunca yaşamın ona vermek istediği şeyleri almayı red ederek, kendi hakkındaki gerçeği hiç öğrenmeden yolun sonuna kadar gidebilir mi?
Sürekli aynı ilişkileri yaşamaktan, aynı sorunlarla uğraşmaktan, hep aynı senaryoyu farklı, farklı kişilerle oynamaktan bir ömür boyu keyif alabilir mi?
Kendinden yansıyan filmin görüntülerini, ekranı kazıyarak değiştirmeyi, bir gün başarabilir mi?

18 Aralık 2008
Haşim A.

16 Aralık 2008

Sen bir bağımlısın...

Tedirgin bir halde evin içinde dört dönüyordu. Elinden bir türlü bırakamadığı cep telefonunun arama tuşuna inatla bir kez daha bastı. Aradığınız kişiye şu anda........ “Allah kahretsin! Neden? Neden, aramıyorsun beni? Neden kapalı bu telefon?” Bir sigara daha yakıp, odanın içinde bir müddet daha huzursuz bir şekilde dolaşmaya devam etti. Tam artık sakinleşmesi gerektiğini kabullenmek üzereyken, iç sesinin konuşmaya başlamasıyla birlikte, kendini boş bir çuval gibi hemen yanındaki koltuğa bıraktı.

“Biliyor musun?” dedi iç sesi “ Sen bir bağımlısın. Sevdiğini söylediğin kadın bile, senin bağımlılığa olan düşkünlüğünün bir göstergesi. Üstelik bu bağımlılığının senin iradeni, varlığını, var olma gücünü azalttığının farkında bile değilsin.”

Sustu cevap vermedi ona. Kendini onunla tartışacak güçte hissetmiyordu. Sadece onun bir an önce susmasını diledi içinden. Ama aslında o da biliyordu bu dileğinin bir işe yaramayacağını, bir kere konuşmaya başladı mı anlatmak istediklerini bitirmeden susmayacağını. Nitekim kaldığı yerden devam etti konuşmaya.

“Yaşamındaki herşey, senin eksikliğinin bir bildirgesi. Senin gibi daha kendini tam anlamıyla sevmeyi becerememiş biri nasıl olurda başka birine seni seviyorum diyebilir ki? Onu sevmenin esas nedenini sen de çok iyi biliyorsun aslında. Aradığın, peşinden koştuğun sevgiyi, mutluluğu sana onun verebileceğini düşünüyorsun hala değil mi? Gerçekten inanıyor musun sen buna? Hala fark edemedin. Sevgi ve mutluluk için başkalarının enerjisine ihtiyacının olmadığını. İçinde var olan o harika kaynağı. Tek yapman gereken onunla iletişime geçmek. Sen bu haldeyken, sevdiğini söylediğin o kadınlar seninle neden birlikte oluyor biliyor musun? Sen kendini sevmeyi hala bir türlü beceremediğin için. Senin yüreğinde asla keşfetmek istemediğin yerleri ortaya çıkarmak ve onları bütün çıplaklığıyla senin gözlerinin önüne sermek için. Biliyor musun? Ren geyikleri de, senin gibi kendilerini çılgına çeviren misk kokusunu dışarıda boşu boşuna arar dururlar. En sonunda da, o muhteşem kokunun aslında kendileri tarafından üretildiğini hiç bilemeden bir gün ölümle buluşurlar.

Bir gün içindeki o harika kaynakla iletişim kurup, kendini tam anlamıyla sevebilmeyi, kendi kendine mutlu olabilmeyi öğrendiğinde, hayatını başkalarından beklentin olmadan, belli sonuçlara ihtiyaç duymadan yaşamaya başlayacaksın. İşte o zaman kendini eksiksiz ve bütün olarak hissedip, başkalarına bağımlı olmaktan kurtulacaksın. Gerçek ve sınırsız aşkı , aynı zamanda da gerçek özgürlüğü esas o zaman tadacaksın.”

Çalan telefonunun sesi, iç sesini susturup onu tekrar kendine getirmişti. Telefonu eline aldı. Gözleri ekranda onun adını okurken, baş parmağı bir süre açma ve meşgul tuşları arasında kararsız bir şekilde dolaştı. En sonunda….

15 Aralık 2008
Haşim Arıkan

12 Aralık 2008

Sence...

Yaşamında ne olduğu mu?
Yaşamının nasıl olduğu mu?

Sana önemli olarak sunulan mı?
Hayatta önemli olan mı?

Hayata sürekli isyan etmek mi?
Hayata kendi cevabını verebilmek mi?

İnsanların senin hakkında düşündükleri mi?
Senin kendin hakkında düşündüklerin mi?

Olduğun kişi haline gelebilmek mi?
Olmak istediğin kişiye dönüşebilmek mi?

Dış dünyada önemli olmak mı?
Kendine önem veriyor olmak mı?

Çaresizce sürekli tekrar eden bir geçmişe inanmak mı?
Beklentisiz, sonuçlara ihtiyaç duymadan dilediğince yaşamak mı?

Değişmesi gereken;
Yaşadıkların mı?
Senin onları gögüsleme biçimin mi?

Sebep olan;
Dünya mı?
Yoksa sen mi?

12 Aralık 2008
Haşim Arıkan

11 Aralık 2008

Acaba usta mıyız, yoksa çırak mıyız?

Neyin ne kadar farkındayız ki?
Kendimizin ne kadar farkındayız?
Hayatın ne kadar farkındayız?
İnsan olarak usta mıyız, yoksa çırak mıyız?

Farkında olmadan sürekli hangi hataları yapıyoruz ya da hangi hatalara neden oluyoruz?
Farkına varamadan neleri yaşıyoruz, başkalarına neler yaşatıyoruz?

Hep, bir gün, bir yerlerde belki de bir şans eseri farkına varıyoruz bir şeylerin.
Bazen hayatın içine bizim için gizlenmiş olan o küçük zarfların içinde,
Bazen bir dost sohbetinde,
Bazen izlediğimiz bir filmde,
Bazen okuduğumuz kitaptaki bir paragrafta,
Bazen dinlediğimiz şarkının mısralarında,

Bir kere farkına vardıktan sonra da, artık hiç birşey eskisi gibi olmuyor, olamıyor bizim için hayatta.
Hele farkına vardığımız şey sürekli tekrarladığımız bir hatamız, bir yanlışımız, olumsuz bir tarafımızsa,

Farkındalıkla başlıyor değişimlerimiz, gelişimlerimiz.
Fark ettikten bir süre sonra, insan sadece farkına varmanın hiç bir şeyi değiştirmediğini, kendisinin değişmesi gerektiğini fark ediyor.
Ama nedense hep zor geliyor insana değişmek.
Bilinçli olarak alışkanlıklarından vazgeçmek.
Sahip olduğu o konforlu alanı terk etmek.
Hiç tanımadığı keşfetmesi gereken başka alanlara göç etmek.
Oraya alışmak için mücadele vermek.
Öte yandan farkına varmasına rağmen aynı şekilde davranmaya devam etmek de artık eskisi gibi mutlu edemiyor insanı.
Hatasını, yanlışını, olumsuz davranışını değiştirmeyerek, bile bile yapmaya devam etmeye çalışsa da. Artık olmuyor, olamıyor.
Bütün keyfi kaçıyor.
Acı veriyor.
Hatta kimi zaman vicdan devreye giriyor.
Keşke hiç farkına varmasaydım diyor.
Ama kuş misali asla geri uçamıyor, fark ettiğini aklından silip atamıyor.

Sonunda pes edip, farkına vardığı olumsuz davranışları sergilememeye, hataları, yanlışları yapmamaya çalışıyor.
Tabiki ilk başlarda bu yeni davranış şekline alışmak kolay olmuyor.
Ama bir gün fark ediyor ki, artık farkında olmadan o eski olumsuz davranışları sergilemiyor.
Farkında olmadan artık onu istediği sonuçlara ulaştıran, olumlu davranışları sergiliyor.

İşte o zaman insan, çıraklıktan, ustalığa doğru bir adım daha attığını hissediyor.

16 Eylül 2007
Haşim A.

10 Aralık 2008

İkinci el bir hayat...

Düşünmek;
İnsanın harekete geçmesini sağlayan büyük itici güç.
İnsanın sağlıklı seçimler yapmasını sağlayan en önemli araç.
İnsanın amacını bulmasını sağlayan en büyük yardımcı, o amaca ulaşmasındaki en büyük destek.

Düşünmek,
Beynimizin içindeki bir yığın kelimeden anlamlı cümleler oluşturabilmek için.
Kendi hakkımızdaki esas gerçeğe ulaşabilmek için.
Bireysel kimliğimize sahip çıkabilmek için.
Kaynağı tamamen biz olan duygu ve düşüncelere ulaşabilmek, onlarla sağlıklı ilişki kurabilmek için.

Düşünmek,
İnandığımız fikirleri anlatabilmek, savunabilmek için.
İnanmak zorunda kalmamak/bırakılmamak için.
Var olanı tekrarlamak yerine üretebilmek için.
Bağımlı bir hale dönüşmemek için.
Başka beyinlere, onların onayına ihtiyaç duymamak için.

Düşünmek,
İnsan olmanın ayrıcalığını yaşayabilmek için.
Elden düşme bir yaşama mahkum olmamak için.
Yaşadığımız hayata dolu dolu "benim hayatım" diyebilmek için.

10 Aralık 2008
Haşim Arıkan

9 Aralık 2008

O günler ne unutulmaz günlerdi değil mi?

Sizde ara sıra benim gibi düşünür müsünüz hiç?
Hayatımdaki unutulmaz günler benim için hangileriydi diye!
Düşününce çok fazla gün gelir mi aklınıza? Yıllar sonra bile hala gülümseyerek hatırlayacağınız çok fazla gün hatırlayabilir misiniz acaba? Özellikle de büyüyüp hayat içine karıştığınız, sorumluluklar üstlenip, çalışmaya başladığınız son yıllarda. Yoksa sizin de günleriniz, dün olduğunda yavaş yavaş beyninizden hiçbir iz bırakmadan silinip gitmeye mi başladı çoktan?

Peki yaşadığımız günü, bizim için unutulmaz yapan şey günün kendisi midir? Yoksa biz mi o günü unutulmaz hale getiririz? Sizce nedir o günlerin bizim için unutulmaz olmasının sebebi?

Yaşadığınız o anlara, hafızanıza kazınan o unutulmaz muhteşem günlere dönüp baktığınızda neler hissediyorsunuz? O günlerin hepsi yüreğinize dokunuyor, kalbinize sesleniyor değil mi? İnsan o günleri düşündüğün de içini hemen yoğun bir sevgi kaplıyor, ardından mutluluk ve inanılmaz bir keyif hissediyor değil mi?

Peki sizce o unutulmaz günün fitilini ateşleyen şey nedir? Sıradan bir gün, birden nasıl unutulmaz bir gün haline geliverir?

Birinin, belki de sizin, sevdikleri için gerçekleştirdiği hoş bir eylem değil midir o günün unutulmaz hale gelmesinin fitilini ateşleyen? Gerçekleştirilen o eylem, o günü paylaşan herkeste önce büyük bir keyife, sonra da mutluluk ve yoğun bir sevgiye dönüşmez mi? Unutulmaz günlerimiz aslında kendimizi çok mutlu, keyifli, sevgiyle dolmuş hissettiğimiz, günler değil mi?

Öyleyse?
Hiçbiri aslında geçerli sebep olamayan bir yığın mazeret üretip, düşündüklerimizi sürekli erteleyerek, dün olduğunda yavaş yavaş unutulan günlere devam etmek mi?
Yoksa sevdiklerimize harika bir günün fitilini ateşleyecek hoş şeyler organize ederek, yeni yeni unutulmaz günler üretmek mi?
Hadi yapın tercihinizi.
Yaptığımız bu kısa süreli hayat yolculuğunda, ardımızda ne kadar unutulmaz gün bırakacağımız, tamamen bizim tercihlerimizin neticesi.

09 Aralık 2008
Haşim A.

7 Aralık 2008

Hayatımın en önemli anlarına tanık olmadım!


Dinle!
İçimde dışarı çıkmak isteyen şeyler olduğunda yazarım. Seninde çıkartmak istediklerin var. Bu yüzden sen de yazacaksın.
- Ne yazacağım?
- Yazman gerekeni. Eski bir söz vardır “Tahta ile ilgili büyük gizem, nasıl yandığı değildir, nasıl yüzdüğüdür.” Anladın mı?
- Hayır.
- Her şeyin bir iyi bir de kötü yanı vardır. Yok edeni mi yoksa iyileştireni mi görmek istiyorsun… Bu senin kararın.

Bu haftanın filmi "Fugitive Pieces" den alıntı..
07 Aralık 2008
Haşim A.

Fotograf: Bu haftanın filmi "Fugitive Pieces" den.

5 Aralık 2008

Söyle bana hayat. Biraz ondan bahset bana...

Söyle bana hayat.
Beni kime doğru yaklaştırıyorsun?
O kim?
Şu anda nerede?
Kiminle?
Yoksa o da, beni mi düşünüyor benim gibi?
Tanıyor muyuz onunla birbirimizi?
Onun beklediği, hayal ettiği ben acaba hangi ben?
Peki ben ona ulaştığımda hangi ben olacağım?
O zamana kadar daha kaç kabuğumu üzerimden sıyırmış atmış, beni çevreleyen kaç duvarı yıkmış, kendime kaç adım daha yaklaşmış olacağım.
O da beni, benim onu sevdiğim kadar sevebilecek mi?
Onunla ara bir durak mı olacağız birbirimiz için?
Yoksa biz, beklediğimiz, aradığımız, arzuladığımız kişiler miyiz?
Bana yüzde kaçını göstermeye cesaret edecek?
Peşinden sürüdüğü, bir türlü noktayı koyamadığı eskimiş hikayeyle mi bana gelecek?
Beni, ben de mi keşfedecek.
Yoksa daha önceki deneyimlerine mi beni hapsedecek.
Diğer ilişkilere mi benzeyecek bizim de ilişkimiz.
Yoksa biz, özgün ruhlarımızı kaybetmeden beraber olabilmeyi başarabilecek miyiz?
Birbirimizin hayatındaki rolümüz ne olacak?
O bana neler öğretecek, o benden neler öğrenecek?
Birbirimizi acıyla mı, yoksa sevgiyle mi işleyeceğiz?
Neler takılıp kalacak benliklerimize bizlerden?
Ne kadar cesur olabileceğiz?
Onunla herşeyi hiç sakınmadan, eksiksiz, dibine kadar yaşayabilecek miyiz?
Sahte repliklere hiç ihtiyaç duymadan, sadece içimizden gelenleri konuşabilecek miyiz?
Söyle bana hayat.
Biraz ondan bahset bana.

05 Aralık 2008
Haşim A.

Bugün stressssliyim...

Şu haline bir bak!
Yine strese girip ne hale çevirmişsin kendini.
Sana bir şey sorabilir miyim?
Seni bu hale getiren şey, olmuş olan mı?
Yoksa senin olmasını beklediklerin mi?
Söyler misin? Şu an düşündüklerin, gerçek mi?
Yoksa gerçek olan, senin olumsuz beklentilerini gerçekmiş gibi yaşamak istemen mi?
En baştan onun üzerine peşin,peşin “Biliyorum, bundan iyi bir şey çıkmayacak” etiketini yapıştırmayı tercih etmen mi?
Bu şeklinin düşünmenin, seni her seferinde yaşadığın andan kopartarak geleceğin çarpık yansımasının içine soktuğunun aslında sen de farkındasın değil mi?
İçinde barındırdığın bu olumsuz düşüncelerin her zaman doğru çıkmadığını bilinçli olarak kabul etmenin vakti hala gelmedi mi?
Bugün de streslisin öyle mi!
Peki sence bu kimin seçimi?

05 Aralık 2008
Haşim A.

4 Aralık 2008

İstemek yeter genelde, bazen ise yetmiyor...

Daha önce hiç gelmediğim, ama gördüğüm anda kısa süreli bir dejavu yaşadığım, eski bir ahşap kapının önünde duruyorum. Yolumun beni buraya nasıl ve niçin getirdiğini hiç bilemeden. Bu kapıyı açıp, içeri girmek için içimde sebebini bilmediğim ve bastıramadığım çok yoğun bir arzu var. Kısa süreli bir tereddütten sonra, kapının kulbunu yavaşça çevirip içeriye giriyorum. İçeriyi girmemle birlikte, sadece sahaflar çarşısındaki bazı dükkanlarda alabildiğim o eski kitap kokusu çalınıyor burnuma. İçerisi loş ve son derece sessiz. İlerilere doğru bakınca, bir kapının aralığından sızan cılız bir ışık fark ediyorum. Yavaş yavaş o ışığa doğru yürümeye başlıyorum. Aralık kapıdan içeriye doğru baktığımda ise, üzerinde tek bir ampul bulunan kare bir masa ve bu masanın etrafına oturmuş, kendi aralarında sohbet eden dört kişiyi görüyorum. Dikkatli bakınca onları tanıdığımı fark ediyorum. Evet, evet onları kesinlikle tanıyorum. Hemen merakla, ne konuştuklarına kulak kabartıyorum.

O anda Türkiye’nin ilk yaşam koçu Dost Can Deniz’in konuşuyor. “Bence” diyor. “Enerjimizi bize çaktırmadan çalan üç tane önemli enerji hırsızı var.Bu hırsızların ikisi tamamlanmamışlıklarımız ve ertelediklerimiz. Diğeri ise toleranslarımız. Bizler yapmak zorunda olduğumuz şeyleri erteleyip, tamamlamadıkça onlar enerjimizi çalmaya devam ederler.”

Onun ardından, “Öğretmenim Mori’yle Salı buluşmaları” nın yazarı Mitch Albom söze giriyor. “Size hiç zıtların geriliminden söz etmiş miydim ben. Hayat bir dizi ileri ve geri çekilmekten ibaret. Sen bir şey yapmak istersin ama başka bir şey yapman gerekmektedir. Bir şey seni üzer ama üzülmemen gerektiğini bilirsin. Zıtların gerilimi bir lastik bandı çekmek gibidir ve çoğumuz bunun tam ortasında bir yerde yaşarız.”

Onların bu sözleri, “Anne neden ben?” isimli ilk kitabında, nasıl kör ve sağır olduğunu anlatan Murat Kefeli’yi biraz buruk bir şekilde gülümsetiyor. “Dünyada en kötü şeyin ne olduğunu sorsalar bana, “Yapabileceğini bildiğin halde yapamadıklarının listesini okumak” derim herhalde diyor ve devam ediyor. “İstemek yeter genelde, bazen ise yetmiyor. İsteseniz de yapamayacağınız bir sürü şeyin arkasından bakmak yerine, yapabildiklerinizi önünüze koymak en akıllıcası.”

Elini sevgiyle onun elinin üzerine koyan, “Ölmeden önce keşfetmeniz gereken 5 sır” ın yazarı Dr. John Izzo, “Biliyor musun?” diyor.“Bir çok yaşlı kişi için hayatın sonundaki en büyük pişmanlığın yapmadıkları bir şey veya hiç şans vermedikleri bir şey olduğunu keşfettim. İnsanlar yaptıkları şeyden daha fazla yapmadıklarından pişman oluyorlar.“

Tam kendimi, kapı aralığından gizlice izlediğim bu keyifli sohbete kaptırmışken, arkadan omuzuma dokunan bir el ile birlikte ürperiyorum. Yavaşça arkama dönüp baktığımda, karşımda “Ferrari’sini satan bilge” nin yazarı Robin S. Sharma duruyor. Gülümsüyor bana ve diyor ki, “Yaşamına zenginlik katacak olan, senin kitaplardan çıkardıkların değil, kitapların sonunda yaşamını değiştirecek biçimde sende ortaya çıkacaklardır. Kitaplar sana aslında yeni bir şey öğretmez. Zaten senin içinde olanları görmene yardım eder. Aydınlanma budur. Tüm seyahatlerim ve keşiflerimden sonra anladım ki tam bir daire çizerek genç bir çocuk olarak başladığım noktaya dönmüşüm. Ancak şimdi kendimi tanıyorum, ne olduğumu ve ne olabileceğimi biliyorum.”

Tam ona sormak istediğim sorular beynime hücum ederken, çalan saatim beni bu harika düşten uyandırıyor. Yatağımdan, hazırlanmak için kalkarken, hemen başucumda bu beş kitabında yer aldığı rafa bakıp keyifle gülümsüyorum....

03 Aralık 2008
Haşim Arıkan

1 Aralık 2008

Otobüsün içindeki son beş kişiydiler...

Son durağa doğru yaklaşan otobüsün içindeki son beş kişiydiler. Otobüsleri hergünkü gibi sıkışmış olan İstanbul trafiğinde adım adım ilerlerken, onlar kendi hallerinde, kendi düşünceleri içinde yüzmekteydiler.

Orta kapının tam karsısındaki koltukta oturan siyah tayyörlü kadının gözü kaldırımda annesiyle tartışan genç çocuktaydı. Biraz buruk bir şekilde gülümsedi. “Üzgünüm senin için” dedi içinden. “Maalesef düzen böyle! Sen ne kadar kızsan da, sinirlensen de. Herkes senin için neyin iyi olduğunu, neyi yapman gerektiğini söyleyecek sana. Senin kendi yanıtlarını bulabilmen için inatla sana fırsat, şans tanımayacaklar. Kendi doğrularına inanman için seni hergün daha çok zorlayacaklar. Bir müddet sonra senin de ehlileşme sürecin başarıyla tamamlanmış olacak. Ve onlar seni başarıyla ehlileştirdikleri için kendileriyle gurur duyacaklar.”

Orta kapının hemen yanındaki tek kişilik koltukta oturan kısa kızıl saçlı genç kadın elindeki telefona az önce gelen “Seni seviyorum” yazan mesajı okuyunca büyük bir mutlulukla gözlerini kapadı. Onu düşündü. O gerçekten farklıydı. Evet evet o kesinlikle farklıydı. Onunla tanıştıktan sonra hayatı bambaşka bir hal almıştı. O sanki taşkın bir ırmaktı. Bu güne kadar öğrendiği, bildiği her ne varsa, bugüne kadar içinde taşıdığı tüm endişeleri, korkuları, güvensizlikleri çamurlu bir toprak yığını gibi önüne katıyor, onları sürükleyip yok ediyordu. Onun her geçen gün varlığına biraz daha egemen olduğunu hissediyordu. Çok mutluydu! Hem de çok.

Onun tam karşısındaki uzun saçlı genç delikanlı ise kulağındaki ipod’da çalan müziğe göre sağ ayağı ve ona vurduğu sağ eliyle hafif hafif ritm tutuyordu. Neşeli bir halde başını göğe doğru kaldırdı. Pırıl pırıl görünen masmavi gökyüzüne doğru gülümseyerek baktı. Birden babasının geçen gün ona sorduğu soruyu hatırladı. Gökyüzünün her yerde mavi olduğunu anlamak için dünyayı dolaşmaya gerek var mıydı?

Şoförün tam arkasındaki koltukta oturan lacivert takım elbiseli adam titreşime aldığı telefonu sık sık çalmasına rağmen onu açmamakta kesin kararlı görünüyordu. O arıyordu. Açarsa ona ne söyleyeceğini henüz kendisi de bilmiyordu. Ama bildiği bir şey vardı ki; içindeki gün geçtikçe artan yabancılaşma duygusu nedeniyle kendini artık bir yabancının hayatına sinsice girmiş bir hırsız gibi hissediyordu. Artık onun hayatından, ne bir şey çalmak, ne de bir yere dokunmak istiyordu.

En arka koltukta oturan beyaz saçlı gözlüklü yaşlı adam ise elindeki kalın kitaba kendini iyice kaptırmıştı. “Bilemiyorum. Ama onları yirmi yıldır seyrediyorum ve değişikliği de fark ediyorum. Buradan telaşla geçerlerdi. Seyretmesi harikaydı. Nereye gittiğini bilen, oraya varmak için acele eden insanların telaşıydı o. Şimdi de acele ediyorlar, ama korktukları için. Onları güden şey amaç değil, korku. Hiç bir yere gitmiyorlar. Yalnızca kaçıyorlar. Neden kaçıp kurtulmak istediklerini bildiklerini de pek sanmıyorum. Birbirlerine bakmıyorlar. Geçerken birbirlerine değince irkiliyorlar. Birbirlerine gülümsüyorlar ama çirkin bir gülümseme biçimi. Neşe değil, yalvarma gibi. Dünyaya neler oluyor anlamıyorum..” (1) Araba durunca başını kitabından kaldırdı. Otobüs artık son durağa varmıştı. Dışarıdaki insan kalabalığına doğru baktı. Onları güden şeyin amaç mı yoksa korku mu olduğunu anlamaya çalıştı.

01 Aralık 2008
Haşim A.


(1) Ayn Rand - Atlas Silkindi

28 Kasım 2008

Aşktan artakalan...


Aynada makyajını silerken “Tebrikler” dedi. “Bugün çok başarılıydın, onun karşısında güçlü ve mağrur kadını oynarken. Oskarlık bir performanstı sergilediğin. Gözünden tek bir damla yaş bile gelmedi. Peki onun karşısında ağlamadın, ağlamamalıydın. Artık evde ve yalnızsın hala neden ağlayamıyorsun? Kime, neyi ispatlamaya çalışıyorsun ki? Hala anlayamıyorsun değil mi, kendine nasıl ihanet ettiğini? Şu haline bak, kendinle ilgili beyninde oluşturduğun imajlar yüzünden ayrılık acısını bile dolu,dolu, özgürce, dibine kadar yaşayamıyorsun. İşte bu yüzden yaşadığın her şey, hep eksik, hep yarım. Hepsi içinde tutuklu. Hepsi senin tarafından tamamlanmayı, en sonuna koyacağın noktayı beklerken, her gün biraz daha çürüyorlar. Kendini her geçen gün biraz daha dolan, bir duygu çöplüğüne dönüştürdüğünün farkında değil misin?” Gözlerini kapattı. Ellerini avuç içleri, ağzını ve burnunu kapatacak şekilde yüzünde birleştirdi. İşaret parmaklarıyla bir türlü boşalamayan göz pınarlarına dokunurken, önce içinin çekildiğini hissetti, ardından dizlerinin bağı çözüldü. Son bir hamleyle lavaboya tutunmaya çalışsa da, yerdeki paspasın üzerine yığıldı.

Televizyondaki sunucu kızın söylediği “Bizim nesil aşkı Aysel Gürel şarkılarından öğrendi” cümlesini duyunca gülümsedi. Aşk, acaba öğrenilebilen ya da öğretilebilen bir şey miydi? Başkalarının anlattığı aşk, senin yaşadığın, yaşayacağın aşka benzeyebilir miydi? İnsan beynini sürekli başkalarının aşka dair anlattıkları ile doldurduğunda, kendi aşkını ne kadar gerçek, ne kadar doğal yaşayabilirdi ki? Beynine yığdığı ona dair bunca düşüncenin hiç etkisinde kalmadan, kendini onların tüm etkilerinden arındırıp, kendi aşkını en doğal,en içten, kaynağı tamamen kendisi olan duygularla yaşayabilir miydi?

Telefonun acı acı çalan sesi onu bu düşüncelerinden uzaklaştırdı. Telefonunu kaldırdığında hiç tanımadığı ağlamaklı bir sesle karşılaştı. “Bitti” dedi karşı taraftaki ses. “Sonunda bitti.” Onu tanıyamasa da anlattıklarına müdahale etmek, sözünü kesmek istemedi. Konuşmaya ihtiyacı olduğu belliydi. Sustu. Onu sessizce dinlemeyi seçti. “Bana ne dedi biliyor musun?” diye devam etti anlatmaya. “Sen sandığın kişi değilsin. Ben sandığım kişi değil mişim. Sadece beni sevsin istedim. Beni sevmesi için bildiğim her şeyi denedim. Kendimden bile vazgeçtim. Onunla birlikte olana kadar sadece kendi hislerinin peşinden giden beni, değiştirmesi için ona izin verdim. “ ansızın durdu. Kısık bir sesle emin olabilmek için sordu. “Nilüfer sen misin?” Artık susamazdı. “Yanlış numarayı aradınız galiba. Konuşmaya ihtiyacınız olduğunu düşünerek…” diyebildi sadece. Karşı taraf daha fazla bir şey söylemesine izin vermeden telefonu kapatınca, o da kapatmak zorunda kaldı. Birden Tülin geldi aklına. Bugün ögleden sonra onu hiç iyi görmemişti şirkette. İşten fırsat bulup, bir türlü konuşamamıştı onunla. Numarasını çevirdi ve açmasını beklemeye başladı.

Gözlerini açtı, banyodaydı ve yerdeki paspasın üzerinde yatıyordu. Yavaş yavaş yerine gelen bilinciyle, bayıldığını hatırladı. Doğrulmaya çalıştı. Biri yatak odasındaki telefon inatla uzun uzun çaldırmaktaydı. “Yoksa…?” diye düşündü, heyecanlandı...

27 Kasım 2008
Haşim Arıkan

26 Kasım 2008

Seni seviyorum...


Onu uyandırmamak için usulca doğrudu yataktan. Ses çıkmasın diye terliklerini bile giymedi ayağına. Cama doğru yürüdü yalın ayak. Hafifçe perdeyi araladı ve köşebaşındaki çiçekçi kadına baktı. Henüz gelmemişti. Güneşin kendini hissettirmeye başladığı, pırıl, pırıl bir hava vardı dışarıda. Camın önündeki koltuğa oturdu ve onu seyretmeye başladı. Tatil günlerinde onu uyurken seyretmek, seyrederken de ona olan aşkını yüreğinde hissetmek büyük bir keyif veriyordu ona. Gülümsedi. Her zamanki gibi büyük bir başarıyla üzerindeki pikeyi yine beline dolamıştı. Yaz sıcağının etkisiyle omuzlarını ve ayaklarını tamamen açıkta bırakmış, kollarını yastığının altına sokmuş, daha doğrusu yastığına sarılmış, sol ayağı karnına doğru çekili, yüzükoyun yatıyordu yatakta. Üzerine sinmiş olan, ten kokusunu hissetti o anda. Derin bir nefesle ciğerlerine doldurdu bu muhteşem kokuyu. Gözlerini yavaşça kapadı. İlişkilerini düşündü. On yıl olmuştu onunla hayatı paylaşmaya başlayalı. Daha önce yaşadıklarına hiç benzemeyen bir ilişkiydi onunla yaşadığı. Ten uyumunun ne demek olduğunu, tenler gerçekten uyuştuğunda insanın neler hissedebileceğini, ancak bu birliktelik sayesinde anlayabilmiş, keşfedebilmişti.

Gözlerini açtı. Onu seyretmeye, ona olan aşkının yüreğinde yoğunlaşmasını hissetmeye devam etti. Bir yandan seyrediyor diğer yandan da düşünmeye devam ediyordu. Ellerinin onun teninde dokunmadığı, teninin, teninde hissetmediği bir yer kalmış mıydı acaba? Dudakları, bedenleri kimbilir kaç kere buluşmuştu büyük bir arzuyla. Kaç kere o yanında değilken, ansızın aklıma gelipte gülümsemişti? Kaç kere onu düşünüp içi titremişti? Kaç kere ona baktığımda onu ne kadar çok sevdiğini bir kere daha hissetmişti? Şu an da hissettikleri gibi. Kaç kere arzuyla, özlemle sımsıkı sarılmıştı ona? Kaç kere onu ne kadar çok sevdiğini fısıldamıştı kulağına? Böylesi bir aşk insanın kapısını kaç kere çalardı? Bu aşkı onlara yaşatan şey, bir şans mıydı? Yoksa bu mükemmel aşkı birbirlerine onlar mı yaşatıyorlardı?

Daha fazla dayanamadı onu uzaktan seyretmeye. Yavaşça doğruldu oturduğu koltuktan, usulca uzandı yanına. Elleri yavaşça buluştu aşina oldukları o uzun siyah saçlarla. O gülümseyerek gözlerini aralamaya çalışırken, kaçıncı defa söylediğini bilemeden bir kez daha fısıldadı kulağına “Seni seviyorum”

25 Kasım 2008
Haşim Arıkan

21 Kasım 2008

Anne neden ben?


- Lisedeyken bir şey anlatmak istediğinde ve iyi anlatamayacağını gördüğünde hikayeleştirirdin. Şimdi de bunu yapabilirsin.
- Anladım.
- Bekliyorum, ben bir kahve alacağım. Sen de o sırada kur hikayeyi.
- Geldim anlat bakalım neden keyfin yok senin.
- Bak, en çok istediğin hayal ettiğin şey ne?
- Bunu biliyorsun zaten. Bir bebek.

- Peki hikaye başlıyor. Bir gece yatağında uyurken uyanıyorsun. Etrafına bakıyorsun. Kendini tuhaf hissediyorsun ama bir neden bulamıyorsun o an. Akşam yemeğini biraz fazla kaçırdım diye düşünüyorsun. Ve o an mucize gerçekleşiyor. Tanrı ete kemiğe bürünüp karşına dikiliyor. Sersemliyorsun ne olduğunu anlamıyorsun korkuyorsun. Ama bağıramıyorsun ve kaçamıyorsun. Tanrı seninle konuşmaya başlıyor. “ Sana bir yük vereceğim ve bu yükü soru sormadan yargılamadan benim için taşıyacaksın.” Diyor. İtiraz ediyorsun ama Tanrı devam ediyor. “Ben Tanrı’yım ve seni ben yarattım, itiraz etme seçeneğin yok. Bu yük artık senin” diyor. Cevap veremiyorsun. Ve tanrı devam ediyor. “ Sana vereceğim bu yük için bana kızacaksın, ama şimdiden söyleyeyim ne kadar kızarsan kız bu yük değişmeyecek.

Şu andan itibaren sen kısırsın. Hiç bir zaman, hiç bir şekilde ve hiç bir tedaviyle bebek sahibi olamayacaksın. Buna izin vermeyeceğim. Bu artık senin yükün.” Nefesin gırtlağında düğümleniyor. Bağırıyorsun, küfrediyorsun, isyan ediyorsun. Ama Tanrı konuşmaya devam ediyor. “Ayrıca kaderini öyle bir şekilde çizeceğim ki bir çocuk bile evlat edinemeyeceksin. Hiç bir çocuk sana anne demeyecek. Ama sana güç vereceğim. Buna dayanman için seni güçlü yapacağım. Yüküne alışacaksın. Ama her alışmandan sonra ben senin yükünü biraz daha artıracağım. İsyan edeceksin ama değişen hiçbir şey olmayacak ve dışarı çıktığında bebekleri annelerini göreceksin. Annesinin bebeğe sarılışını, bebeğin anne deyişini duyacaksın. Dostlarının yanındayken onların çocuklarını göreceksin. Sevgilerini sarılmalarını ve dokunuşlarını. Ama hiç bir zaman bunlara sahip olamayacaksın.”

Tanrı sana bunları söyledikten sonra ne hissedersen, ben de şimdi onları hissediyorum. Anlatabildim mi?

Bu satırlar Murat Kefeli'nin kendi kör ve sağır oluşunu anlattığı, O.D.T.Ü. Yayıncılık tarafından yayınlanan, "Anne Neden Ben?" adlı kitabından. Yukarıdaki –açıkcası okurken çok etkilendiğim- hikayeyi arkadaşına, kendisine tedavisi olmayan Nöropati hastalığı teşhisi konulduğunda neler hissettiğini anlatabilmek için kuruyor.

Kitabının arkasında ki notunda ve http://www.annenedenben.com/ isimli internet sitesinde bu hastalıkla ilgili yaşadıklarını bizlere şöyle anlatıyor; Önce kulaklarım gitti."Gitmesi için bir neden yok. Sen duymak istemiyorsun," dediler. Sonra aldatıldım. Bu sefer bacaklarım gitti." Aldatıldığını kabullenirsen düzelir," dediler. Kabullendim. Bacaklarımı geri almayı başardım ama kulaklarım orada kaldı. Tekrar aşık oldum. Sonra terkedildim. Bu sefer ellerim gitti. Reddettim. "Aşk yüzünden olamaz," dedim. "İçindeki adam seni kandırıyor. Deli hastanesine yatmalısın," dediler. İçimdeki adamın varlığına inandırıldım. Ağrıdan yerlerde sürünürken, içimdeki adamı yenmek için ilaç almayı reddettim. Sonra "Pardon. Biz yanılmışız. İçinde başka bir adam yokmuş, sen gerçekten hastaymışsın," dediler. Ve en sonunda gözlerim güneşe veda ederken, "Yapılacak bir şey yok. Kabullenmelisin. Kör ve sağır bir şekilde de yaşayabilirsin," dediler. Reddetmek istedim. Başaramadım..."

Benim gibi yaşanmış hikayelere, romanlara merakınız varsa, Murat Kefeli'nin "Anne Neden Ben?" adlı kitabını okumanızı tavsiye ederim. Akıcı basit bir dili var Murat Kefeli’nin. Bir günden fazla kalmayacaktır kitap elinizde.

Hayat’ın bize hazırladığı sürprizler bazen hakikaten çok ağır olabiliyor bizler için. Kabullenmekten başka çaresi de bulunmuyor maalesef insanın.

21 Kasım 2008
Haşim A.

Fotograf: Murat Kefeli

15 Kasım 2008

Bozmalıyım artık bildiğim tüm ezberleri....

Son günlerde dünya da yaşananlara bakıyorum da; Yepyeni bir kapı açıldı artık önümüzde. İstesek te, istemesek te hep birlikte geçeceğiz o kapının içinden. Değişerek, yenilenerek, ögrenerek.

Kendi adıma biliyorum ki, açılan bu yeni kapının öteki tarafına geçmeden önce bozmalıyım bugüne kadar öğrendiğim bütün ezberleri.

Öğrenmeliyim artık;

Tutumlu olabilmeyi,
Gelecekte oluşacak geliri mi bugünden harcamak yerine, bugün cebimde var olanı artırıp biriktirebilmeyi,
Beni baştan çıkarmak için düzenlenen kampanyalar karşısında irademe sahip olabilmeyi,
İhtiyacım olan şeyleri bana daha ucuza satan, unuttuğum o küçük marketlerin, dükkanların yerlerini,
İstediğim herşeyi satın alamazsam ölmeyeceğimi,
Çocuğuma bazı istekleri için hayır diyebilmeyi,
Aynı işi, hatta daha fazlasını daha az ücret karşılığı yapabilmeyi,
İhtiyacım olduğunda ek işlerde çalışabilmeyi,
İşsiz günlerim de her sabah sabırla ve umutla, güne uyanabilmeyi,
İşsiz kalan dostlarıma her zaman sabır ve umudu aşılayabilmeyi,
Küçük şeylerden daha çok mutlu olabilmeyi.
Okuduğum kitaplarda, literatür de, uzmanlarca bana doğru diye aktarılan, hatta her zaman doğru oldukları savunulan şeylerin de bir gün gelip aslında yanlış olduklarına yaşayarak şahit olabileceğimizi,

Belki biraz karamsar bir tablo bu ama, insan işin içinde yaşarken, oluşan yeni havayı solurken, uzaktaki köy karşında yavaş yavaş belirginleşirken, polyanna’yı ya da üç maymun’u oynamaya pek devam edemiyor.
Görünen o ki. Hep birlikte ödeyeceğiz, hesapsız, kitapsız, yanlış kurallarla, birilerinin işlerine geldiği gibi yönetilmenin, geçmişteki obez arzu ve hırslarımızın diyetini.
Payımıza düşecek olan her ne varsa yaşayarak…
Değişerek, yenilenerek her zaman ögrenmeye devam ederek...

15 Kasım 2008
Haşim A.

14 Kasım 2008

Yoksa siz de ezik misiniz?

Geçenlerde depoda eski bir evrağımı aramakla meşgulken 09 Aralık 2007 tarihli Hürriyet’in Pazar eki geçti elime. Ayşe Arman’ın Psikiyatr Cem Mumcu ile yaptığı röportajın olduğu sayfadaki başlığa takıldı gözlerim. “ Yoksa siz de ezik misiniz?” di bu ilgimi çeken başlık. Sonrasında da şöyle devam ediyordu bana bu satırları yazdıran yazı. “Geçenlerde genç bir hastam “Ezik” kavramından söz etti bana. O ne biliyor musunuz? Zor durumda birini gördüğünde hüzünlenen, büyüklerine karşı dikkatli davranan, aç biriyle karşılaştığında acıma hisseden, gözyaşı döken, kısaca diğerlerine karşı saygılı olmak gibi “değerleri” içeren çocukların şu an lisedeki adı “ezik”. Arkadaşları onlara “ezik” diyorlar.”

Peki siz ne düşünüyorsunuz şimdi bu satırları okuduğunuz da?
Sizce bahse konu bu çocuklar kimlerin çocukları?
Başka bir gezegenden mi geldiler dünyamıza?
Nerede yaşıyor olabilir onlar?
Onları yetiştirenler, bu değerleri onlara öğretenler kimler acaba ?

Benim çocuğum yok ya da benim çocuğum onlar gibi değil diyerek, kendimizi kolayca sıyırabilir miyiz bu konudan ve onun bize yüklediği sorumluluktan sizce?
Ya da en temizi hep yaptığımız gibi bu konuyu da başkalarına mı havale etmeliyiz? Üzerimize hiç alınmadan! Hani bir gün gelip bizleri adam edecek olan, bizleri doğru olduğuna inandığımız değerlere kavuşturacak olan, ama yıllardır nedense bir türlü gelmeyen kişiye! O beklediğimiz kişiler sizce “biz” olamaz mıyız?
Daha ne kadar bireysel beynimizi kullanmaktan, bireysel kimliğimizi, inandığımız değerleri çekincesiz net olarak ortaya koymaktan kaçarak “topluca koşuşan hayvanlar arasında oradan oraya sürüklenen bir hayvan” gibi yaşamaya devam edeceğiz?
Bizler inandığımız değerleri birilerine aktarıp, onlara da bunu başkalarına aktarmaları için ilham vermezsek bu mevcut durum nasıl değişebilir ki?

14 Kasım 2008
Haşim A.

11 Kasım 2008

Neden ?

Adam, yakın arkadaşlarından birinin bir açığını yakalamış onun suçlu olduğunu düşünüyor ve bunu mutfakta akşam yemeklerini hazırlamakta olan karısı ile paylaşmaya çalışıyordu. Adam düşüncelerini anlattıkça, kadının sinir katsayısı gittikçe yükseliyor ve bu durum bariz bir şekilde hareketlerine de yansıyordu. Sonunda daha fazla dayanamadı ve itirafları dudaklarından bir anda dökülmeye başladı. Bahse konu adamla bir süredir birlikte olduğunu söylediğinde adam kala kaldı. Yutkundu ve sadece,
- Neden?
Kelimesi çıkabildi ağzından.
“Çünkü, benden hiç bir şey istemiyor” dedi kadın. “Senin standartların o kadar yüksek ki, kendimi bu standartlar karşısında sürekli yetersiz hissediyorum”


Bu cümleyle birlikte beynim seyretmekte olduğu filmden koptu ve kendi ilişkim de dahil olmak üzere, şahit olduğum bir çok ilişki beynimin içinde uçuşmaya başladı. Hepimiz nasıl da tekrarlıyorduk hep aynı hatayı. Birbirimize pek benzemesekte yaptığımız hatalar sanırım hep aynıydı. Ne çok karışıyorduk eşimize, sevgilimize. Onun hayatına, düşüncelerine, isteklerine.

“Bize göre” daha doğru, daha iyi, daha güzel olması için belirlediğimiz, ama bizi zamanla birbirimizden uzaklaştıran, karşımızdaki insanın kendine olan güvenine darbe vuran “standartlarımız”.

Düşünüyorum da;

Acaba biz kime aşık olduğumuzu sanıyoruz? Ya da neye aşık oluyoruz?
Karşımızda ki kişiye mi? Yoksa onun daha sonra istediğimiz şekle dönüştürebileceğimize inandığımız potansiyeline mi?
Yeterince tanımadan, onu yeterince tanıdığımız yanılgısına mı düşüyoruz yoksa bir çoğumuz?
Ya da zaman içinde biz değişirken ondan da bizimle uyumlu bir şekilde değişmesini mi bekliyoruz?
Neden hep ilkbaşlarda sadece birbirimizin sevdiklerine odaklanırken, daha sonra birbirimizin bizi rahatsız eden taraflarına odaklanmaya başlıyoruz. Neden bu noktada dengeyi bir türlü tutturamıyoruz?
Neden sevdiğimiz yada sevdiğimizi iddia ettiğimiz insanın içinden geldiği gibi yaşamasını sabote edip, onun bizim ona sufle ettiğimiz hayatı yaşamasını istiyoruz?
Neden birbirimizi “muş gibi” yaşamaya zorluyoruz?
Neden kendi ayaklarımız üzerinde durmaya bir türlü cesaret edemeyip, kendi hayatımızı değil de, başkalarının hayatını yaşamayı kabulleniyoruz?
Neden koşulsuz sevebilmeyi beceremiyoruz?

İnsan olmamız mı yoksa bencilliğimiz mi bizim bu noktada ki en büyük zaafımız yada sorunumuz?

10 Kasım 2008
Haşim A.

10 Kasım 2008

Atatürk'ten anılar...

Bugün 10 Kasım. Ona olan büyük sevgimizi, onun yokluğunun bize yüklediği acıyı, kalbimizde çok daha yoğun hissettiğimiz bir gün, bugün. Onun, bu millete, bu ülkeye kazandırmış olduklarını, bu ülke, bu millet için göze aldıklarını hiç bir şekilde değiştirmeyecek olan insani yönünün tartışıldığı bugünlerde, onun farklılığını, farkını daha iyi anlayabilmek için ondan bize kalmış bir kaç küçük hatırayı daha size aktarmak istiyorum.

Atatürk, yurdumuzu ziyaret etmekte olan Yugoslav Kralı Aleksandr ile, İstanbul'da Dolmabahçe Sarayında konuşurken, konuk kral:
'Ekselans' dedi. 'Biz Türkler'i çok severiz. O kadar çok ki, zamanında Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Lloyd George Batı Anadolu'yu Yunanistan'a önermeden önce bize önermişti. Fakat biz Yugoslavlar, Türkler'i çok sevdiğimiz için Lloyd George'un bu önerisini kabul edip Anadolu seferine çıkmadık.'
Atatürk, kralın bu sözlerine şu yanıtı verdi:
'Haşmetmaap, önce bize karşı olan sevginize teşekkür ederiz. Sonra, büyük geçmiş olsun…
Atatürk Çankaya’da hemen her akşam fikir ziyafetleri düzenler ve bu ziyafetlerde de leziz tartışmalar açarak söyler, söyletir, çevresindekilerin aynı konudaki çeşitli düşüncelerini öğrenmeye pek çok önem verirdi.
Kişiliği, ender ve olgun düşüncelerin yaratıcı kaynağı halinde parıldayan Atatürk’ün bu hususta gösterdiği dikkat ve özen, eski ve samimi arkadaşının merakını, biraz da hayretini çeker. Kalkıp sorar:
“Sanki ihtiyacınız varmış gibi, herkesin düşüncesini bu kadar gayretle sorup anlamanızdaki amaç nedir?.. Size ne yararı olabilir yani...”
Arkadaşının sorusuna Atatürk gülerek şu yanıtı verdi:
“Ne düşündüklerini anlamaya çalıştığım kimselerin düşünceleri, benimkilerin aynı ise ala... Düşündüklerim daha güç kazanmış olur. Yok eğer benimkinin aynı değil de farklı ise gene mükemmel, fena mı? Ben de çeşitli fikirler elde etmiş olurum, aynı zamanda kendimi her iki durumda da kazançlı kabul ediyorum. Dikkat ettim. Bazen hiç olmadık adamlardan, ben çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir kanıyı küçük görmemek gereklidir. En sonunda kendi düşüncemi uygulasam bile, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.
İzmir’deki suikast girişiminden sonra Atatürk, kendisini öldürmeye kalkışan iki kişiden birini, sorgusu tamamlandıktan sonra yanına çağırdı. Odada kimse yoktu. Atatürk adama sordu:
– Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?
– Evet.
– Mustafa Kemal ne yapmış ki onu öldürecektin?
– Fena bir adammış... Memlekete çok kötülük yapmış... Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
– Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
– Hayır
– O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldüreceksin?
– Geçerken işaret edecekler, “Mustafa Kemal işte budur” diyeceklerdi... Ben de ateş edip, öldürecektim.
Atatürk birden cebinden tabancasını çıkartarak adama uzattı:
– Mustafa Kemal benim! İşte şu anda da karşında duruyorum. Haydi, al eline tabancayı ve öldür beni!...
Adam bu yanıtı alınca bir süre şaşkın şaşkın Ata’nın yüzüne baktı baktı, sonra kendini yüzüstü yere attı ve... Yüksek sesle, içini çeke çeke ağlamaya başladı.
Sene 1938, 10 Kasım... İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir Alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer: “Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?” “Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.” İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak “Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki” der.

Seni ve bizim için göze aldıklarını, gerçekleştirdiklerini, bizlere emanet ettiklerini hiç bir zaman unutmayacağız. Toprağın bol, ruhun şad, mekanın cennet olsun Atam...

10 Kasım 2008
Haşim A.

Atatürk'le ilgili diğer bloglarıma ulaşmak için aşağıdaki tarihlere tıklayabilirsiniz

Alıntı (Kaynak): Bütün Dünya Dergisi

9 Kasım 2008

Onları gerçekten ben istiyorum, çünkü...

Farkında mısın? Sürekli bir şeyler düşünüyor, arzuluyor, istiyor ve belki de büyük bir kısmını da gerçekleştiriyorsun. Peki gerçekleştirdiklerin seni ne kadar mutlu ediyor? Onlardan ne kadar keyif alabiliyorsun? Söyler misin? Onları gerçekten de sen mi istiyorsun? Onları gerçekten de sen mi arzuluyorsun?

Onları isterken, hiç dönüp kendine bakıyor musun? Ya da hiç kendine soruyor musun? Gerçekten de onları ben mi istiyorum? diye. Onları gerçekten ben istiyorum. Çünkü....... nün devamını başkalarına değil, kendine getirebiliyor musun? Yoksa esas arzularının, isteklerinin, düşüncelerinin yerine, sürekli dıştan gelen motivasyonun için mi çalışıyorsun? Birilerine kendini kanıtlamak, birilerinin sana hayran olmalarını sağlamak ya da birilerini mutlu etmek için mi uğraşıyorsun?

Onların üzerine bir daha düşünmek ister misin?Onların hangilerinin gerçekten de kaynağı sensin? Hangileri senin bireysel beyninle ürettiğin, tamamen sana hizmet eden gerçek isteklerin? Diye.

Söyler misin? Onların hangilerini hiç kimseyle paylaşmasan, hiç kimseye anlatmasan bile, onu elde etmiş olmaktan dolayı kendini yine çok mutlu, yine çoşkulu,yine keyifli hissedersin?
Sence, insan kaynağı tamamen kendisi olan arzularını, düşüncelerini gerçekleştirdiğinde, onun hazzını, onun mutluluğunu, onun keyfini yaşamak için, onu birilerine anlatmaya, başkalarının da onayını almaya, başkalarının da şahitliğine ihtiyaç duyar mı? Yoksa sadece kendisinin biliyor olması bile onu mutlu etmeye yeter mi?

Öyleyse!

Hala insanın tamamen kendine ait arzuları, istekleri gerçekleştirdiğinde ulaşabileceği o inanılmaz hazza, o büyük mutluluğa, ben ulaştım diyebilir misin?
Sürekli peşinden koştuğun o arzuların, o isteklerin, hepsinin de gerçekten kendi arzuların, kendi isteklerin olduğunu söyleyebilir misin?

09 Kasım 2008
Haşim A.

7 Kasım 2008

Hayat egzersizi...

Geçenlerde üniversiteden çok sevdiğim bir arkadaşım bana, yoga hocalarının onlara yaptırdığı bir egzersizden bahsetti. Kesinlikle çok hoşuma gitti bu egzersiz. Hayatı, hissederek, farkına vararak yaşamak adına bence bizlere çok önemli bir ipucu veriyor. Bu yüzden sizinle de paylaşmak istiyorum onu. Bakalım onunla ilgili düşüncelerime siz de katılacak mısınız?

Bu egzersiz için önce, herkes salonun ortasında bütün bir daire oluşturup oturuyormuş. Daha sonra hoca oluşturulan dairenin tam ortasında bir tane mum yakıp, hepsinden bir müddet mumu izlemelerini istiyormuş. Bir süre sonra da onlara gözlerini kapattırıp, mumum etrafındaki küçük ayrıntıları, mumum etrafında neler gördüklerini soruyormuş. Bu egzersizi ilk defa yapanların büyük bir çoğunluğu, sadece muma odaklandığı, bütün dikkatini tamamen muma yoğunlaştırdığı için, mumum etrafındaki ayrıntıları gözden kaçırıp hiç birşey hatırlamıyormuş. Tabi egzersiz tekrar edildikçe, herkes, her seferin de, mumum etrafındaki daha çok ayrıntıyı fark etmeye, bu konuda artık bilinçli oldukları için gözleri tamamen muma odaklıyken bile mumun etrafındaki ayrıntıları da görebilmeye başlıyormuş.

Sizce bizler hayatı da aynen bu şekilde yaşamıyor muyuz?
Hayatımızın merkezine çoğu zaman tek bir şeyi oturtup, kendimizi sadece ona odaklamıyor muyuz?
Bu yüzden de onun dışındaki bir çok şeyi gözden kaçırıp ve bir çoğunun farkına bile varamadan yanlarından teğet geçerek uzaklaşmıyor muyuz?
Sonra da bir gün kendimizi odaklandığımız şeyden biraz olsun soyutlayabilirsek, fırsat bulupta şöyle bir adım geri çekilip, hayata karşıdan sakince bakabilirsek, hayatımızın merkezine oturttuğumuz şeyin dışında kalan bir çok şeyi ne kadar çok ihmal ettiğimizi, onlarla nasıl yabancılaştığımızı fark etmiyor muyuz?

Hayatı hiç bir şeye odaklanmadan yaşamak tabi ki pek mümkün değil. Hayatımızda tabi ki zaman zaman, belki de her zaman odaklandığımız bir şeyler olacak. Bizler değiştikçe, değişen bizle birlikte onlarda zaman içinde farklılaşacak. Odaklandığımız şey, bazen bir sevgili, bazen eş, bazen iş, bazen çocuğumuz, bazen....... olacak.

Aslında yapmamız gereken şey mum egzersizinin de bize gösterdiği gibi, hayatımızın merkezine bir şeyleri oturtup, onlara odaklansak bile, hayatımızdaki diğer alanlarla iletişimimizi asla koparmamak. Kendimizi tek bir şeyin çekim gücüne kaptırıp, hayatımızdaki diğer ayrıntıları atlamamak, onları ıskalamamak. Hayatı elimizden geldiğince dengeli, her yönüyle doyasıya, yüksek farkındalıkla, hissederek yaşamak.

Hayatı bu mum egzersizini yapar gibi yaşamaya ne dersiniz?

06 Kasım 2008
Haşim A.

5 Kasım 2008

Bir ıslahevine gizli kamera girdiğinde oradaki gerçekleri ortaya çıkaran da, suçlanan da o gizli çekimleri yapanlardır.

Son bir kaç gündür ülkece York Düşesi Sarah Ferguson`un Saray ve Zeytinburnu`ndaki zihinsel engellilerin kaldığı merkezlerde yaptığı gizli kamera çekimlerini konuşuyoruz.

Yapılan bu gizli çekimler, etik midir? Değil midir? Sarah Ferguson art niyetli midir? AB sürecinde ki Türkiye’nin imajını bilinçli olarak zedelemek için mi yapmıştır? İşin bu kısmını, bu soruların cevabını, ben bizim değerli medyamıza bırakıyorum.

Ben Sarah Ferguson’un sonucu itibariyle olumlu bir amaca hizmet eden bu davranışının ardında da bir art niyet olmadığını düşünmek istiyorum. Ben, bu noktada aklıma takılan başka soruların cevaplarını arıyorum.

İnsan için doğru olan düşünce şekli acaba aşağıdakilerden hangisidir?
Başkalarını kendi inandığın doğrular için feda etmek mi?
Başkalarının doğru olduğuna inandığı yanlışları için, kendi doğrularından vazgeçmek mi?

Var olduğu iddia edilen kollektif bir beyin tarafından oluşturulmuş, bugünkü mükemmel! düzene göre insanın inandığı doğrular adına yapabileceği şeyler çokta fazla değil.

Ya kendilerini, var olan bu mükemmel düzenin sahibi olarak gören yüksek otoritelerin senden beklediği davranışları sergileyerek, kendi beynine, dolayısıyla düşüncelerine ihanet edip ve ruhunu tamamen onlara teslim edeceksin ya da onlar için daha iyi olacağına inandığın düşünceleri, aklına gelen her türlü yolu deneyerek onlara zorla kabul ettireceksin. Başka bir yolu yok maalesef bunun.

Ama işin en kötü tarafı da ne biliyor musunuz? Günümüzde anlatılması en zor şey, apaçık ortada olan ama herkesin görmemeyi seçtiği şey galiba.

5 Kasım 2008
Haşim A.

İki kişilik yalnızlık...

Sinan Akyüz’ün “İki Kişilik Yalnızlık” isimli kitabı eşimin kitap rafında uzunca süredir gözüm takılıp duruyor. Geçen hafta dayanamayıp alıp bir göz atayım dedim şu kitaba. Göz atmak için diye aldım ama, çok basit ve akıcı bir dille yazılmış olduğu için de bir de baktım kitap bitivermiş. Zaten topu, topu 215 sayfalık bir kitap. Enteresan bir finalle bitirmiş öyküsünü Sinan Akyüz. Yaşanmış bir öykü diye yazıyor kitabında. Allah düşmanımın başına vermesin bence kitaptaki tarzda bir kadın-erkek ilişkisini. Tahmin ediyorum ki Sinan Akyüz’ün bu kitabı daha çok bayan okurların hoşuna gitmiştir. Konu onların ilgisini daha çok çekecek bir türden. Eşi ve çocukları için tabiri caizse saçını süpürge eden, onlar için hayatından vazgeçen, onlar için kendini feda eden bir kadın, sevgisi saygısı gün geçtikçe tükenen bir ilişki, aldatan bir koca.

Kitabı tekrar raftaki yerine koyarken aklıma Mehmet Y. Yılmaz’ın bir yazısında okuduğum canlılar aleminde eşlerine en sadık yaratıkları geliyor. Biliyor musunuz canlılar aleminde eşine en sadık yaratık kimmiş? Devekuşları!

Devekuşu üretilen çiftliklerde erkek devekuşları eşlerini kendilerine sunulan beş dişi arasından seçiyorlarmış. Beş dişi devekuşu ve bir erkek devekuşu –onların aile yaşamı için gerekli olan- ondönümlük bir arazide kendi başlarına bırakılıyorlarmış. Erkek bir kez eşini seçtimi, geriye kalan dört dişiye dönüp bakmıyormuş bile. Ortalama devekuşu ömrü kırk-elli yıl diye düşünecek olursanız, erkek devekuşları bu süre içinde eşlerini kaybettikleri durumlarda bile başka bir dişi devekuşuna asla bakmıyorlar, rahip hayatı yaşayarak, belki de ölen eşlerini hayal ederek ömürlerini tamamlıyorlarmış. Erkek devekuşlarına bakıp sakın olan aldanmayın bu anlattığım durum dişi devekuşları için geçerli değil. Yalnız kötü bir huyları var erkek devekuşlarının aşırı kıskançlar. Yuvaya yaklaşan başka bir erkek devekuşu gördüklerinde hiç affetmiyorlar. Yuvaya yaklaşan devekuşunu kaçınılmaz bir ölüm bekliyor. Belki de bu konuda bu kadar hassas olmalarının sebebi, hayatları boyunca sürecek bir birliktelik için seçmiş olduğu tek eşlerini, başka bir erkeğe kaptırıp, yaşamlarının kalan kısmını yalnızlığa mahkum olarak geçirmek istememeleri.

Bir an biz erkeklerin de, devekuşlarındaki bu gene sahip olduğumuzu düşünüyorum.
Öyle olsa kadınlar daha mı çok acı çeker yoksa daha mı çok mutlu olurlardı yaşadıkları hayattan. Bir türlü karar veremiyorum.
Sanki sadakat değil, daha başka bir şey bizler de eksik olan...

14 Nisan 2007
Haşim A.

3 Kasım 2008

S U S M A !

24 Ekim gecesi, gecenin bir yarısında kan ter içinde uykumdan uyanıyorum. Başucumda duran saate bakıyorum saat 04:00’ı gösteriyor. Bütün ensem ter içinde. Banyoya gidip yüzüme bir kaç kere soğuk su çarpıyorum. Hala gördüğüm o garip rüyanın etkisindeyim. Aklıma oğluma aldığım rüya tabirleri kitabına bakmak geliyor. Ama onu kütüphanede bir türlü bulamayınca internete girip bakmaya karar veriyorum. Bilgisayarı açıyorum. Her zamankinin aksine enteresan bir şekilde bana password sormadan kendi kendine açılıyor. Google’da “rüya tabirleri” yazıp “google’da ara” butonuna basıyorum. Basmamla birlikte bilgisayar kendiliğinden kapanıyor. Daha sonra da ne yaparsam yapayım bir daha açılmıyor. Tam pes edip kalkmak üzereyken bilgisayarın ekranı aydınlanıyor ve ekranda önce “S” harfi beliriyor. İki kere ekranda yanıp sönüyor ve kayboluyor. Sonra sırasıyla;
U,
S,
M,
A,
harfleri beliriyor ve hepsi de iki kere yanıp söndükten sonra kayboluyorlar. Sonrasında ekran yine tamamen kararıyor. SUSMA! Şaşkın bir vaziyette bir müddet daha koltukta kıpırdamadan kalakalıyorum. Neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Mutfağa yönelip kendime koyu bir kahve yapıyorum. Kahvemi alıp bilgisayarın karşısındaki koltuğa oturuyorum. Kahveyi yudumlarken bir yandan da düşünüyorum. SUSMA! SUSMA! SUSMA! Bana ne anlatmaya çalıştığını çözmeye çalışıyorum. Duvardaki saate bakıyorum 04:00’ü gösteriyor. Kafam karışıyor iyice acaba yanlış mı diye çalışma masasının üzerinde duran saate bakıyorum ama o da 04:00’ü gösteriyor. Sanki zamansız bir zamanı yaşıyorum. İçtiğim koca bir kupa kahveye rağmen gözlerim kapanıyor ve tekrar yatağıma dönüp hiç vakit kaybetmeden deliksiz bir uyuya dalıyorum.

Ertesi gün Cumartesi olduğu için sabah biraz geç uyanıyorum. Bir yandan kahvaltımı ederken diğer yandan gece yarısı yaşamış olduğum bu garip olayı düşünüyorum. Günlük gazeteler çoktan gelmiş, dörde katlanmış bir vaziyette masanın üstünde duruyor. Gözüm büyük puntolarla yazılmış bir haberin başlığına takılıyor. “SUSMA” Elimdeki fincandaki sıcak çayı üzerime dökmemle birlikte yanarak ayağa fırlıyorum. Kararlı bir şekilde doğru çalışma odasına gidiyorum ve bilgisayarı açıyorum. Bu sefer inanılmaz bir şekilde hızla açılıyor. Açılması ile birlikte kendi kendine desktop’daki internet butonuna tıklayarak bir internet sayfası açmaya başlıyor. Açılan sayfanın adresine baktığımda onun kendi blog sayfam “İnandığım Masallar” olduğunu anlıyorum. Ama sayfa normalden çok daha yavaş açılıyor. Bir müddet sonrada bembeyaz bir ekranda kırmızı renkte “Bu siteye erişim mahkeme kararı ile engellenmiştir” yazısı ile karşılaşıyorum. Ekran tekrar kararıyor ve yine büyük beyaz puntolarla "SUSMA" beliriyor. İki kere yanıp söndükten sonra ekran tekrar kararıyor.

SUSMA’mam gerektiğini aslında bende çok iyi biliyorum. Hep sustuğumuz, bu güne kadar hep gönüllü boyun eğiciler olarak, elden düşme yaşamları yaşamayı seçtiğimiz için bu noktaya geldiğimizi de.

Bizlere hazır olarak şık gümüş tepsiler de sunulan son kullanım tarihi geçmiş fikirleri kabullenmek ve onlara koşulsuz boyun eğmek yerine, yasaklardan güç bulan, pire için yorgan yakan bu fikirlere alternatif, sağlıklı, cesur, özgür, demokratik aynı zamanda tüm görüşlere ve özellikle de insana, emeğe saygılı alternatif fikirler oluşturmamız ve inandığımız bu fikirleri sonuna kadar savunmamız gerektiğini de.

02 Kasım 2008
Haşim A.

2 Kasım 2008

Körler Ülkesi

Kaf dağının ardında, herkesin doğuştan kör olduğu bir ülke varmış. Bu ülkede kimse gerçekte dışarıda ne olduğunu bilmediği için dokundukları, hissedebildikleri, duydukları ile oluşturdukları dünya resmine göre yaşıyorlarmış, herşeye dokunup şeklini anlayamayacaklarına için de, bir başkasının, çoğu zaman da konu üzerinde otorite saydıkları birilerinin resimlerini kabul ederek onu gerçek sayıyorlarmış.

Gel zaman git zaman ülkelerine daha önce hiç elleyip dokunmadıkları, bilmedikleri bir şey gelmiş: Bir filmiş bu. Ülke insanları da hemen bu filin ne menem bir şey olduğunu araştırmaları, gerekli verileri toplayarak fili kavramsallaştırmaları için kendileri de kör olan uzmanları bu fili incelemeye ve filin neye benzediğini bildirmeye göndermişler.

Uzmanlar filin bulunduğu alana ulaşmışlar, her biri fili incelemek için filin çevresindeki yerlerini almış ve araştırmalarına başlamış. Filin kuyruğunu tutan uzman, filin ucunda püsküller olan uzunca bir kordona benzediğini söylemiş. Kulağını yakalayan diğer uzman, filin yassı ve ince olduğu, ve kolaylıkla hava yelpazelemek için veya branda bezi olarak kullanılabileceği görüşünde ısrarcıymış. Diğer bir uzman filin bacağına yapışmış, bu ağaca benzeyen, ancak iyi huylu ve muhlis bir ağacın aksine zaman zaman, hem de hiç beklenmediği bir zaman yukarı kalkıp büyük bir güçle inen bu nesnenin yol açabileceği zararların nasıl bertaraf edilebileceğini düşünmüş. Diğer bir uzman ise bu hortuma benzeyen varlığın ilginç yapısını keşfetmenin heyecanı içinde kaybolmuş.

Sevgili Dost Can Deniz’in bir yazısından öğrendiğim bu öykü, o zamandan beri beynimde kayıtlı duruyor. Bana göre hayatı, yaşamı ve bizleri, bizim onlar hakkında yaptığımız yorumları, onlar hakkında keşfettiğimiz doğruları, hepimizin yaptığı en büyük hatayı o kadar güzel açıklıyor ki bu öykü.

Sizce bizler de kör değil miyiz? Biz de bir körler ülkesinde yaşamıyor muyuz?
Hepimiz kendimizce hayat üzerine sürekli keşifler yapıp konuşup durmuyor muyuz?
Hepimiz kendimizce keşfettiklerimizi, bize göre doğru olanları/olması gerekenleri etrafımızdakilerle paylaşıp, bizden farklı düşünenleri yargılamıyor muyuz? Hatta onları dışlayıp. Kendimizin doğru olduğuna inandıklarımızı onlara da kabul ettirmeye çalışmıyor muyuz?

Sanki ortalıkta her zaman tek bir doğru varmış ve o hiç bir zaman değişmezmiş gibi!

Ama işin kötüsü öyküde de olduğu gibi, hepimiz filin o güne kadar neresine dokunabildiysek, onun nerelerini hissedebildiysek fili öyle tanıyoruz. Doğal olarakta hem doğru, hem de yanlış şeyler söylüyoruz. O güne kadar ki tesbitlerimiz belki doğru ama, filin bizim dokunduğumuz kadar olmadığını ya kabul edemiyoruz ya da bilmiyoruz. Hayatımız boyunca filin bütününe dokunabilir miyiz derseniz, siz de kabul edersiniz ki bu mümkün değil. Bu yüzden de bizler fili ne kadar çok tanıdığımızı, onu keşfettiğimizi, onun sırrını çözdüğümüzü, iddia edersek edelim onu hep eksik tanımış olacağız. Onun her yeni dokunduğumuz parçasından onun hakkında yeni bir şey daha keşfedeceğiz. Onun hakkında düşüncelerimiz her seferinde biraz daha değişecek. Onun hakkında daha önce kesin doğru dediğimiz şeyler bile, belki her keşifte değişecek. Filin dokunamadığınız yerleri ise bizi her zaman yanıltacak, yanıltmaya devam edecek. Hayatımız boyunca filin ne kadar çok yerine dokunabilirsek fil hakkında o kadar çok şey öğrenebileceğiz. Bu yüzden de onun hep aynı yerlerine dokunmak, o noktaları en ince ayrıntısına kadar ezberlemek yerine, daha önce dokunamadığımız yerlerine dokunmaya çalışmak, gelişimimiz adına bize çok daha fazla avantaj sağlayacak.

Bu yüzden de hiç bir zaman, şu an bir çoğumuzun iddia ettiği gibi “ bilen” değil, bizler her zaman “öğrenen” olacağız. Bu gerçeği kabul ettiğimiz de de, hem etrafımızdakilerden daha çok şey öğrenmeye, hem de onlarla daha az sorun yaşamaya başlayacağız.

02 Kasım 2008
Haşim A.

1 Kasım 2008

O kişi kim midir? O kişi tabi ki sensin!

Hayata, yaşananlara, yaşadıklarına, başına gelenlere, şahit olduklarına karşı, biraz öfkeli, biraz kızgınsın farkındayım. Onların hiç adil olmadığını, büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorsun. İzin verirsen sana yıllar önce okuduğum bir kitapta okuyup etkilendiğim bir masaldan bahsetmek istiyorum. Belki bu masal senin bugüne kadar hiç bakmadığın, bambaşka bir pencereden hayata ve tüm bu yaşananlara bakmanı sağlar.

Masala başlamadan önce bir şey sorabilir miyim? “Enkarnasyona inanır mısın?” Sana, kesin cevap vermeden önce, eğer bulabilirsen, 1994 yılı yapımı “Tibetan Book of Dead” belgeselini seyretmeni tavsiye ederim. İnsan Hindistan’daki bazı canlı örnekleri gördüğünde bu konuda biraz daha farklı düşünebiliyor. Lafı çok uzattım galiba. Hemen masala geçiyorum.

Bu masal, sona eren her hayatın, aynı zamanda yeni bir hayatın başlangıcı olduğu, yani enkarnasyon kesin olarak var olduğu inancı üzerine oluşturulmuş. Ve yaşadığın, başına gelen her şeyin tek sorumlunun sen olduğunu iddia ediyor. Biraz şaşırtıcı değil mi? Bu nasıl mı oluyor? Hemen anlatıyorum.

Dünyada olmadığın, (yani sona eren bir yaşamın ardından, içinde hayat bulduğun bedeni terk edip kendine yeni bir beden aradığın zamanlarda) bir sonraki enkarnasyonunun dersleri, senin neye ihtiyacın olduğunu bilen biri tarafından planlanır. O kişi kim midir? O kişi tabi ki her zaman sensindir. Bu süreçte sen ve diğerleri, öğrenimin, gelişimin için gerekli potansiyelleri birlikte hazırlarsınız. Bazıları seni itip kakmayı, kışkırtmayı, sana büyük acılar yaşatmayı kabul eder. Bazıları, yıllarca senin istiridyendeki kum olmayı! Bazıları seninle partner olmayı kabullenir ve bazıları da kontratları gereği, kendilerinin olduğu kadar, senin de gereksinimlerine daha kolay ulaşabilmen için erkenden ölürler.

Bir insanın enkarnasyonu diğer herkesin ki ile ilişkili ve bağlantılıdır. Enkarne olmadan önce imzaladığın ve öğrenim ve gelişim potansiyellerini oluşturan kontratlar vardır. Sen çok değerli bir inci olduğun kadar, aynı zamanda bir başkasının dikenisindir de. Senin kazalar ve rastlantılar dediğin durumlar, aslında hep önceden dikkatlice planlanmışlardır.

Kısacası başına gelen herşeyin planlanmasına her zaman sen yardım edersin. Sonra da onları programa uygun olarak uygularsın. Bir başka deyişle onların hepsinden sen sorumlusun.

Biliyorum şu an bunların hiç birini kesinlikle hatırlamıyorsun.

Çünkü sen burada değilken, Tanrı’nın zihnine sahip olursun. Bu şu an da sende saklı (onu hatırlamıyorsun). Ölüm ve duygusal durumlar, Tanrı için sadece enerjidir. Sen ölümsüzsün, ve insanların bu dünyaya gelip gitmeleri senin düşünebildiğinden, bildiğinden daha yüce bir amaç içindir; bu amacı bir gün sen de anlayacaksın.

Bu planları değiştirmeye gelince… Sen her zaman o seçeneğe ve seçim özgürlüğüne sahipsin, ancak bu gerçek gizlidir. Bütün bunlar yaşam sınavının bir parçasıdır.

İnsanın yaşamında diğerleriyle olan potansiyel planını temsil eden patika bir yol vardır. O dolambaçlıdır, ama seni daima aynı yöne doğru, geleceğe doğru götürür. Çoğu insan, eğer isterse o yoldan çıkma seçeneğine sahip olduğunu asla anlamadan, hep o yol üzerinde kalır. Ama insan ne zaman ki o yoldan ayrılır, işte o zaman onun için herşey değişir- özellikle de geleceği. Aslında, insan yoldan ayrılmayı niyet ettiği anda, kendisi için yeni bir gelecek yazmaya başlamış olur. Yaşamını daha iyi kontrol edebilmek ona huzur verir ve bu insan amacı deneyimler.

Evet seninle paylaşmak istediğim masal genel hatlarıyla işte böyle. Bilemiyorum acaba sana ne düşündürdü bu masal. Sana kendini inandırabildi mi? Zihninde, hayata ve yaşananlara karşı farklı bir pencere açabildi mi.

01 Kasım 2008
Haşim A.

Kaynak: Kryon – Yuvaya Yolculuk

30 Ekim 2008

Herşey mükemmel!

“Bir iş seyahatinden uçakla İstanbul’a dönüyorum. Bir anda önce karımın o muhteşem kokusunu hatırladım. Sonra da oğlumun 3’e kadar saymayı her başardığın da nasıl sevinçle havalara zıpladığı aklıma geldi ve titreyerek ağlamaya başladım. Bir müddet sonra yanımda oturan kişi dayanamadı ve bana dönüp “herşey yolunda mı?” diye sormak ihtiyacı hissetti. “Herşey mükemmel” dedim. Yüzünde beliren şaşkın bir ifadeyle başını tekrar önüne çevirdi. “Sanırım aşkı, sevgiyi hiç bu kadar yoğun yaşamamış olduğu için beni anlayamadı.“

Aklımda kaldığı kadarıyla yazmaya çalıştığım bu sözler, Geçen yıl ki Perakende Günleri ‘de harika bir sunumla elde etmiş olduğu büyük başarıların sırlarını bizlerle paylaşan Num Num’ın ortağı Mehmet Gürs’e ait.

Ona göre; ister iş, ister aşk hangi alanda olursa olsun başarının sırrı “yüzdeyüz” de saklı. Gerçek aşka ulaşmak istiyorsan onu yüzdeyüz yaşamalısın. Kendini herşeyden arındırıp çırılçıplak bir vaziyette kollarını havaya kaldırıp ona tamamen teslim olmalısın.

Hayatı, duyguları yüzdeyüz yaşayabilmek.

Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Hayatı, dibine kadar, iliklerine kemiklerine kadar emerek yaşayabilmek. Hadi. Kapatın gözlerinizi. Aşkı yüzdeyüz yaşadığınızı düşünün. Ona dokunduğunuzda, ona sarıldığınızda, onu öptüğünüzde, onun elleri bedeninizde gezinirken, ona olan sevginizi kulağına fısıldarken neler hissedeceğinizi bir düşünün. Düşünmeyin hatta, hissetmeye çalışın. Hayal etmek bile insanın aklını başından alıyor değil mi?

O kadar çok alışmışız ki hayatı bir ayağımız sürekli frende yaşamaya. Az biraz şiddetlenmeye görsün duygularımız hemen asılıyoruz pedala. Bütün ömrü boyunca atıl kapasite ile çalışan makinalar gibiyiz. Hayatı, içimizde barındırdığımız duyguları yüzdeyüz yaşadığımızda, neler hissedebileceğimizi, nerelere kadar ulaşabileceğimizi, hangi zirvelere çıkabileceğimizi bilmeden bir ömrü tüketiyoruz. Belki de bir çoğunu bir kere bile deneyimlemeden yolun sonuna ulaşıyoruz.

Peki sebep?
Korkuyoruz.
Acı çekmekten, mutsuz olmaktan, çok mutlu olmaktan, kullanılmaktan, kandırılmaktan, aldatılmaktan, red edilmekten, komik duruma düşmekten, rezil olmaktan, ona teslim olmaktan,............ korkuyoruz.
Korkusuzca yaşamaktan korkuyoruz.
Aklımız sürekli bir adım sonrasında.
Geçmiş deneyimlerle sınırladığımız beynimizin, oluşturduğu yenieski düşüncelerimizden korkuyoruz.
Beynimizi geçmiş deneyimlerle, onaylanmış düşüncelerle sınırlayıp, sonra da tekrar eden bir geçmişi yaşamaktan korkuyoruz.
Sırf bu korkularımız yüzünden de kendimizi yüzdeyüz yaşamaktan mahrum bırakıyoruz.
En beteri ise, bunu birbirimize bulaştırıyoruz.
Kendimiz yüzdeyüz yaşayamadığımız yetmezmiş gibi başkalarının da duygularını yüzdeyüz yaşamasına engel oluyoruz.
Üstelik bunu onun iyiliği için yaptığımıza inanıyoruz.

29 Ekim 2008
Haşim A.

29 Ekim 2008

Yok ki!

Sevmek için hiç bir korkuya ihtiyacım yok ki.
İyi bir insan olabilmek için tehdit edilmeme gerek yok ki.
Hayal kurabilmek için var olanları bilmeme gerek yok ki.
Doğrularımı başkalarında aramama gerek yok ki.
Şükredebilmek için benden daha kötü olanları bilmeme gerek yok ki.
Arzuladığım şeyleri yaşayabilmek için belli sonuçlara, beklentilere ihtiyacım yok ki.
Yaşamımın nasıl olduğuna karar verebilmem için, yaşamımda neler olduğunun bir önemi yok ki.

29 Ekim 2008
Haşim A.

Hayatımızda ki flashback’ler!

Seninle bir ömür boyu yaşayacak,
O günden sonraki geleceğini etkileyen,
Beyninde ki algılama kanallarını değiştiren,
Retinana düşen görüntülere o günden sonra tamamen farklı anlam yükleyen,
Bir deneyim’in oldu mu hiç?

Ya da başka bir değişle, senin de gözlerinle değil, iç görünle görmeye başladığın bir flashback’in var mı?

Bazen çok sevdiğin birini yitirdiğinde gelip bulur seni,
Bazen şahit olduğun acı bir olayın içine gizler kendini,
Bazen büyük bir felaketin içinde durup bekler seni,
Bazen…..

Onu yaşadığın da fark edersin,
O çok önem verip, ruhunun en nadide raflarına dizdiğin objelerinin, değersizliğini.
Onu yaşadıktan sonra istersin,
Senin on da gördüklerini, onu yaşarken hissettiklerini, herkesin senin gözlerinle gördüğün gibi görebilmelerini, senin o anda yüreğinde hissettiğin gibi hissedebilmelerini.
Farkına vardıklarının hiç de, yıllardır sana ve sana onu öyle aktaran insanlara göründüğü gibi olmadığını, bunu onların da fark edebilmelerini.

Ona sahip olabilmen için bekler önce senin kendini ona tamamen teslim etmeni.
Onu red etmekten vazgeçmeni.
Ona karşı yıllardır kullandığın savunma kalkanlarını aşağıya indirmeni.
Onu içine alabilmek, kendine katabilmek için iç görünü harekete geçirmeni.

Herkesin red etmek, yok saymak için elinden geleni yaptığı felaketin içinde, hayatının en harika deneyimi gelip bulur bir gün seni.
Onu yaşadığın günden sonra da artık hiç bir şey senin için olmaz eskisi gibi.

29 Ekim 2008
Haşim A.

Atatürk'ten hatıralar

Bugün 85. yıldönümünü kutladığımız Cumhuriyet'imizi bize armağan eden büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün anısına, onun büyüklüğünü, farklılığını bir kez daha anlayabilmek için ondan bize kalmış bir kaç küçük hatıra.

Atatürk'e birgün, renkli olarak çizilmiş, devlet arması için biçimler getirmişlerdi. Bunlarda egemen olan öğe ya kurt başı ya da ay-yıldızdı. Ressamlarımızın bulduğu bu armaların hiçbirini, Atatürk, kurduğu devletin Cumhuriyet arması olarak kabul etmedi. Bu armalara, düşünerek defalarca baktı.
Sonunda “Bunların hiçbiri bugünkü dünyamızın içinde kurulan yeni bir devletin arması olamaz. Devlet armasını, simgesel bir insan başı temsil etmeli” dedi.
Bu konuda yaptığı açıklama şöyleydi:
“Bu dünyada herşey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade edemeyeceği hiçbir şey düşünemiyorum.”
Böylece o zaman, Atatürk’ün onayından geçmiş bir Cumhuriyet devleti armamız yapılamadı.

Bir gün Atatürk, tarihle ilgili kalın bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken, Devlet Başkanının kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olacak ki, Atatürk’e şöyle dediğini duydum: Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma. 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın. Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu çok samimi yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi: Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım.

Bir gün vatandaşın biri kasaba ya da köy kahvesinde gazete kağıdına sararak hazırladığı bir sigarayı içerken, fena kokusundan şikayet ediyor ve bütün iyilik ve kötülükleri en başta bulunana atfetmek itiyadı ile Atatürk aleyhinde ağzına geleni söylüyor. Kahvede bulunanlar zabıt tutuyorlar. İş hükümete intikal ediyor. Cumhurbaşkanına karşı işlenen suçlardan dolayı takibatta bulunmak O’nun müsaade ve muvafakatına bağlı olduğu için ilgili vekil meseleyi kendisine arz ediyor, takibat için müsaadelerini istiyor.
Atatürk vekile soruyor:
“Sen hiç gazete kağıdı ile sarılmış sigara içtin mi?”
Vekil “Hayır efendim” diye cevap veriyor.
Atatürk, “Ben içtim” diyor, “O kadar berbat bir şeydir ki... Adam haklıdır, ben de olsam aynı şeyi yapardım. Takibata lüzum yoktur. Zavallıyı serbest bırakınız.”

Bir ögrenci anlatıyor, Mahmut Sadi: “Yıl 1923... İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. ‘Avrupa’ya talebe yollanacaktır.’ ‘Allah Allah’ diyorum, ülke yıkık dökük yıl 1923... Avrupa’ya talebe! Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk ‘Berlin Üniversitesi’ne gitsin’ diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci Garı’ndayım, ama kafam öyle karışık ki gitsem mi, kalsam mı orada ben unutulur muyum, para yollarlar mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim, döndüm. O sırada bir müvezzi ismimi çağırdı:
“‘Mahmut Sadi, Mahmut Sadi, bir telgrafın var.’
“Telgrafı açtım aynen şunlar yazıyordu:
“‘Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz.’
“Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hesap edebilen bir lider, dünya lideri olmasın da ne olsun! Yıl 1923, biz evimizde bir çocuğumuzun huyunu değiştiremiyoruz, bir huyunu. Tüm ülkenin huyu değişiyor. Bununla uğraşan bir insan, yolladığı 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hissedebiliyor.”
Mahmut Sadi devam ediyor:
“Gel de şimdi gitme, git de orada çalışma, dön de bu ülke için canını verme!” diyor.

Sene 1938, 10 Kasım... İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir Alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer: “Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?” “Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.” İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak “Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki” der.


Cumhuriyet'imizin 85. yıldönümü hepimize kutlu olsun. Onu bize armağan eden büyük önderimiz, Atatürk'ümüzün ruhu şad olsun.

29 Ekim 2008
Haşim A.

Atatürk'le ilgili diğer bloglarıma ulaşmak için aşağıdaki tarihlere tıklayabilirsiniz

10 Kasım 2009

Alıntı (Kaynak): Bütün Dünya Dergisi

23 Ekim 2008

İlk, fabrika ayarlarına geri dönmek ister misin ?

Sana ilk fabrika ayarlarına geri dönmek ister misin diye sorsam?
Sahi dönmek ister misin annenden doğduğun o ilk, en orjinal haline?
Yoksa o günden beri sürekli törpülediğin, kategorize ettiğin, senden beklentilere göre kafanda oluşturduğun imajların arkasına gizlediğin bugünkü halin mi daha cazip geliyor sana?
Gerçekten o ilk orjinal haline dönebilsen, zaman içinde yitirdiğin, törpülediğin hangi özelliklerine yeniden sahip olmak şaşırtırdı seni bugün acaba?

Etrafındaki insanların senin için ne düşündüğünü/düşüneceğini hiç önemsemeden hareket edebilmek, konuşabilmek çok mu cesur hissettirirdi kendini sana?
Ya da hiç bir sınır olmaksızın düşlemek ve o düşlediklerine gerçekten inanmak, küçücük şeylerden mutlu olup, uluorta neşeli kahkahalar atmak çok mu aptalca gelirdi sana?
İçinden geldiği an da etrafındaki hiç kimseyi umursamadan hüngür hüngür ağlayabilmek, ağlarken bir anda ağlamayı kesip kırkırdayabilmek, sana yapılanları çabucak unutabilmek, onları hiç kaydetmemek, biriktirmemek kendini deli gibi mi hissettirirdi sana?
Etrafındaki insanlarla ilgili hissettiklerini, gizlemeye, saklamaya ihtiyaç duymadan bütün saflığınla, iyi niyetinle dile getirmek çok mu patavatsızca gelirdi sana?
Ya o içindeki bitmek bilmeyen çoşku? Zor mu gelirdi bugün onu taşıyabilmek ruhunda?
Kendine ait beyninde hiç bir imaj oluşturmadan, dostlarını da kafanda oluşturduğun imajlara uygun adaylar arasından seçmeye çalışmadan, herkesle hemen kaynaşıp dost olabilmek, kusursuz olmanın ne olduğunu bilmeden, karşındaki insanlardan da kusursuz olmalarını beklemeden yaşayabilmek bugün çok mu ütopik gelirdi sana?

Ne düşünüyorsun?
Çocukça mı geldi bütün bu anlattıklarım sana?
Kendini yıllardır törpüleye törpüleye nasıl yok ettiğinin hala farkında değilsin yoksa?
Başkalarının senden beklediği davranışları sergilemek.
Kurallarını senden önce yaşamış olan insanların koyduğu, kategorize bir dünya ya gönüllü olarak boyun eğmek.
Olmaktan vazgeçip, senden olman bekleneni olmaya çabalamak.
Kısacası elden düşme bir hayata razı olmak.

Bu mu gerçekten de yaşamak istediğin hayat?
Hadi söyle itiraf et, en azından kendine söyle.
Yoksa ilk fabrika ayarlarına tekrar geri dönmeyi mi istersin?
Şunu kabul etmelisin ki,
Ne kadar mazeret üretirsen üret.
Şu anda neyi yaşıyor olursan ol, hepsi tamamen senin kendi tercihin.
Çünkü öyle yaşamayı sen kendin tercih ettin.
Ve hala öyle yaşamayı sen kendin tercih etmektesin…

22 Ekim 2008
Haşim A.

19 Ekim 2008

Hangisi benim yolum, ben hangi yolun yolcusuyum...

Tren garının önünde acı bir fren çığlığı duyuldu. Herkes bir an da ne olduğunu anlamak için başını o yöne çevirirken, o, geçirdiği kısa süreli bir şaşkınlık sonrası elinde bavulu ile hızlı adımlarla gara doğru yürümeye devam etti. Freni yapan taksinin şoförünün sesi ardından yankılandı.
- Aşık mısın nesin? Önüne bak önüne. Canına mı susadın sen. Allahım neden hep beni bulur böyleleri?
Aldırmadı şoförün arkasından yaptığı bu canhıraş bağırışa. Koşar adımlarla yürümeye devam edip kendini Ankara tren garından içeri attı. Girer girmez direkt sağ taraftaki duvara doğru yöneldi. Duvarın önüne geldiğinde elindeki bavulu yere bırakarak iki elini yüzüne kapadı. Bir müddet bu şekilde kaldıktan sonra elleri ile yol boyunca yanaklarından süzülüp boynuna kadar ulaşan gözyaşlarını silmeye çalıştı. Üniversite eğitimi için, dört yıl önce büyük bir heyecanla geldiği, bu dört yıl boyunca da alışmak için sürekli çabaladığı bu şehirden bir kaç saat sonra artık kurtuluyordu. Çantasından çıkardığı büyük mandal tokası ile bu sıcak havada kendisini iyice daraltmaya başlayan uzun siyah saçlarını ensesinin üzerinde topladı. Bavullarını emanete bırakıp garın içindeki kafeye doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bir yandan sigarasını yakmaya çalışıyor, öte yandan da farkında olmadan, kafeden dışarıya doğru yayılan, o çok iyi bildiği müziğe doğru yaklaşıyordu. “Yağmur değer saçıma, içimde katran gibi biriken hüzünlerimi gözlerime döker. Biraz yağmur ağlarım ben, biraz gözyaşlarım yağar.” (1) Duyduğu bu müzik ister istemez aklına yine onu getirdi. Çünkü bu şarkı onun gitarıyla çalmayı en çok sevdiği şarkılardan biriydi. Onu hatırlamasıyla birlikte gözyaşları tekrar sağanağa dönüştü. Ardından boğazına düğümlenen hıçkırıklar bir anda bütün engellerden kurtuldu. Kafeye girdiğinde artık kendini tutamıyor hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kafedeki insanların bir kısmının ona tuhaf, tuhaf baktığını hissediyor, dönüp onlara avaz avaz bağırmak istiyordu.
- Tutamıyorum içimdekileri içimde işte. Nasıl görünüyorum sizce. Biliyor musunuz hiç umurumda değilsiniz. Her yerde ağlayabilirim ben. Sokakta, otobüste, kafede. Ağladığımdan da utanmam. Ama bakamam sizlerin yüzünüze böyle anlarda. Sessizliğimden pay alıp kendinize uzaklaşın isterim yanımdan. Gidin diyemem. Anlamanızı beklemekten başka bir şey yapamam.(2)
Beynindeki bu düşüncelerle boğuşurken çalan cep telefonu onu kendisine getirdi. Duvar kenarındaki kendisine en yakın masaya geçip oturdu.
- Alo
- Alo Hande! Nihayet en sonunda ulaşabildim sana. Aşk olsun valla. Cep numaranı değiştirmişsin arayıp da bir haber vermiyorsun. Numaram değişti diye. Onun yüzünden değiştirdin değil mi cep numaranı? Allahtan Aylin’de varmış yeni numaran. Ben de ondan aldım. Naber canım nasılsın? Seni çok merak ettim. İyi misin sen?
- Ne olur kusuruma bakma Aslıcım. İnan hep aklımdasın. Arayacaktım seni ama herşey o kadar hızlı gelişti, o kadar çok şey üst üste geldi ki. Gardayım şu an. Trenin kalkış saatini bekliyorum? Zonguldak’a dönüyorum bu akşam.
- Canım sesin hiç iyi gelmiyor. Ağlıyor musun sen yoksa? Konuşmak ister misin? İstersen atlar taksiye gelirim hemen gar’a. Ne yaptı, neler söyledi o adi herif sana, seni bu hale getirecek kadar?
- O ne yapmış olursa olsun sen yine de bence onun hakkında böyle konuşma. Biliyor musun? Hiç kızgın değilim ben ona. Neden böyle davrandığını anladığımı sanıyorum. Çünkü şimdi düşününce her şeyi daha net algılayabiliyorum. Sanırım o aslında beni değil, benim ona delicesine aşık olmamı sevdi. Onun için önemli olan aşık olmak değil, aşık olunmaktı. Başka birinin hayatının parçası olabilmek, başka biriyle hayatı paylaşmak, ona bir şeyler vermek galiba ona zor geldi. Aşık olursa güçsüz düşeceğini zannetti. Bu yüzden de ilk başlarda o çok hoşuna giden aşkımdan sonradan sıkıldı ve onu red etmeyi seçti. Bana başka bir şehire taşınacağını bu yüzden de artık görüşebilmemizin çok zor olacağını söyledi.
- Demek başka bir şehire taşınıyormuş beyefendi öyle mi? Demek bu kadar kolay ha. Başka şehire gideceğini söyleyerek, yaşanmış bunca şeyi kestirip atmak.
- Gözlerimin içine baka baka, ona çok yakın, banaysa çok uzak olan başka bir şehire gideceğini söyledi. Biliyor musun? Çoğu zaman tek başıma, ama iki kişilik yaşadığım bu oyunun çocukça güzelliği benim için hiç bir zaman değişmedi. Ama en çok ona bu kadar yakınken, bir o kadar da uzağında kalmış olmak tahmin edemeyeceğin kadar çok acı verdi bana. Biliyorsun sen de, ben de bu şehire geldim geleli pek alışamadım aslında. Kaldığım dört yıl boyunca ben bu şehirde yaşamaya değil, bu şehirle yaşamaya alıştım galiba. (3)
- Çok haklısın valla Handecim. Nerde değil mi bizim o toprak kokan güzel köylerimiz. Bıraktık onları, geldik üniversite sevdası yüzünden bu koca şehire. Gelmesine geldikte..... Şehirler işte böyle yalancı sevdalar sunuyor hep bizlere. Kimbilir ne yalancı sevdalar yaşanıyor kaç kez gönüllerde. Nerede bizim köyümüzün o güzel insanları.(4) Neyse bir başlarsam hiç susmam bu konuda konuşmaya. En iyisi biz şehirleri bir yana bırakalım. Zaten ne şehirler sever beni, ne ben şehirleri. Senin trenin kaçta kalkıyor du bu arada.
- Ooooo vakit gelmiş valla. Yarım saat sonra kalkıyor. Benim de kalkmam lazım.
- Tamam canım kapatıyorum ben şimdi. Ama Zonguldak’a varınca beni muhakkak ara. Merakta bırakma beni sonra. Canını da sakın onun için daha fazla sıkma. Her şeyde vardır bir hayır. Bir müddet sonra sende anlarsın bunun içindeki hayrı.
- Çok sağol bitanem. İnan çok iyi geldi seninle konuşmak. Ne iyi ettin de aradın beni. Biliyor musun ? Bu aralar diyorum ki kendime geldin işte yine, yeni bir yol ayırımına daha. Ama öte yandan, bundan sonrası için hangisi benim yolum, ben hangi yolun yolcusuyum inan ben de bilmiyorum.

19 Ekim 2008
Haşim Arıkan


Alıntılar yaptığım Milliyet Blog yazarları;
Kiminin cümlesini birebir aldım. Kimininkini üzerinde ufak tefek değişiklikler yaparak kullandım.
(1) Sahibi yazısını yayından çektiği için hatırlayamıyorum yazan kişiyi.
(2) Guguk kuşu.
(3) Beenmaya
(4) Yağmur zamanı

16 Ekim 2008

Biraz yağmur ağlarım ben, biraz gözyaşlarım yağar.

Camdan dışarıya, sağanak halinde yağan yağmura baktı. Ara ara çakan şimşek, sadece mum ışıklarının aydınlattığı odanın içini, gözlerini rahatsız edici bir şekilde aydınlatıyordu. Sigarasından derin bir nefes çekerek ciğerlerini tamamen doldurdu. İçine çektiği bu dumanı, içtiği bunca sigaraya rağmen hala kendince odaya hakim olma mücadelesi veren tütsü kokusunun içine doğru yavaş yavaş bırakırken, sehpanın üzerinde duran açtığı son kutu biraya uzandı. Dolu olup olmadığını anlamak için hafifçe çalkaladığında son birasınında artık bitmiş olduğunu anladı. Saatine baktı. Saat 00:45’i gösteriyordu. Baş ve işaret parmaklarının ucuyla tuttuğu, ateşi artık filtresine dayanmış sigarasından, son bir nefes daha çekip, izmaritlerle ağzına kadar dolup taşmış olan kül tablasında söndürdü.

Bugün sabahtan beri ruhunda süre gelen med cezirler, kendine olan kızgınlığı kabartmıştı şu an yine. “Sen kocaman bir aptalsın oğlum” dedi. Sahip olduğunun kıymetini ancak kaybettiğinde anlayabilecek kadar aptal. Onun gözlerinin, yüreğinin içinde hep kendini görmekten sıkılan, sürekli, seni düşünmesinden, seninle olmak istemesinden, rahatsız olup onu terk edecek kadar aptal. İlk başlarda o çok hoşuna giden, hatta onu bu aşkın içine daha da çok çeken, bu büyük aşktan daha sonra bunalması, bir an önce kurtulmaya çalışması, aslında kocaman bir saçmalıktı. Aklınca, artık ona boğucu gelen bu aşktan bir an önce kurtulmak için bir çözüm yolu bulmuş. Başka bir şehire taşınacağını söylemişti ona. Ama daha üzerinden çok kısa bir süre geçmesine rağmen anlıyordu ki aslında çok fazla alışmıştı onun varlığına. Onun kendisine karşı hissettiği o tutkulu aşka. Çok kısa bir süre öncesine kadar onu daraltan bu tutkulu aşktan kurtulduğunda, rahatlayacağını zannediyordu oysa.

Bugün kaç kere eline alıp, bıraktığını artık hatırlamadığı gitarını bir kez daha eline aldı. Çocukluğundan gelen o tanıdık ses sürekli kulağına “Erkekler ağlamaz” diye tekrarlasa da, onun yanaklarından yavaş yavaş aşağıya doğru süzülen gözyaşları, gitarının tellerinde nereye dokunacağını bilmeden kararsızca gezinen parmaklarının üzerine damlıyordu. Direnmekten vazgeçti ve kendini tamamen, yüreğindeki fırtınanın gittikçe dahada sert esmeye başlayan rüzgarına bıraktı. Bırakmasıyla birlikte dudaklarının arasından çıkan sözcükler, gitarın tellerinde dolaşan parmaklarıyla uyum içinde dans eden, şiirsel cümleler oluşturmaya başladı.

“Yağmur değer saçıma, içimde katran gibi biriken hüzünlerimi gözlerime döker.
Biraz yağmur ağlarım ben, biraz gözyaşlarım yağar.
Yağmur değer saçıma, ben sözcüklerimi hatırlarım.
Biraz hikayeler ağlarım ben, biraz masallarım yağar.” (1)

Devam etmedi, edemedi. Gitarını yine yanına koltuğun üzerine bırakıp bir sigara daha yaktı. Daha çok kısa bir süre geçmişti ayrılığın üzerinden ama keskin bir bıçak gibi saplanıyordu onun göğsüne, kendisinin tercihi olan bu ayrılığın acısı.Ne yanındaki eşsiz kalabalık, ne de içindeki derin yanlızlık hiç destek olmuyordu, ikisi de sanki biraz kızgındı ona. Bile bile kendisi yıkmıştı köprüleri, geçemezdi ki istese de şu an karşı kıyıya.

Onu düşündü. Onu, ona çok yakışan alev kırmızısı elbisesinin içinde düşündü. Çünkü vücudunu saran bu kırmızı elbise onun dolgun vücut hatlarını başdöndürücü bir şekilde ortaya koyuyordu. İşte bu yüzden, bu elbiseyi sadece onunlayken giymesini istiyordu. Bunu hiç bir zaman ona söylememişti sırf onu kıskandığını anlamasın diye. Geniş omuzlarına düşen o simsiyah saçları geldi aklına, onların arasında az mı dolaşmıştı bu parmakları. O muhteşem dolgun dudakları, baktığında her zaman kendini gördüğü o iri yeşil gözleri, o baygın bakışları, o uzun kirpikleri ve suratına ayrı bir anlam veren yanaklarındaki küçük gamzeleri. Herkes onu ilk gördüğünde hep Türkan Şoray’ın gençliğine benzetirdi.

Hayalinde canlandırdığı bu silüete çaresizce baktı. “Çağır beni dedi içinden, çağırda bitsin içimde daha şimdiden birikmeye başlayan yanlızlığım. Çağır ki yalnızlığın üzerime yüklediği bu sessizlik bitsin, boğmasın beni artık. Söyleme sakın bunu sen istedin diye ne olur, bak karanlığın tam ortasındayım çekip al beni. Sana çok ihtiyacım var. Sana gelmek istiyorum ama koşamıyorum. Çaresizlik o kadar bulaşmış ki bu sokaklara takılıp düşüyorum. Canım o kadar acıyor ki, artık bağırmak istiyorum sesimin yettiğince ne olur gel diye” (2)

Cep telefonunu eline aldı. Rehberden bul’u seçti. “Aşkım” diye yazınca, geldi hemen numarası ekrana. Aşkım diye kaydetmişti numarasını rehberine. Son dönemde ilk başlardaki kadar tutkulu söyleyemese de, aşkım diye hitap ederdi hep ona. Numara ekrandaydı ama içindeki suçluluk duygusu bir türlü elinin ara tuşuna basmasına izin vermiyor, cesaretini kırıyordu. Fırlattı elindeki telefonu tekrar koltuğa, kendine karşı gitgide artan kızgınlığıyla. Yanan sigarasını hiç fark etmeden bir sigara daha yaktı.

Ama hiç bir şeyi takmayan yüreğinin sesi, onun peşini asla bırakmıyordu. Ara diyordu sürekli ona. Hadi ara. Durma ara. Ara. Tekrar aldı telefonu eline. Bu sefer son derece kararlı bir şekilde, telefonunun ekranında “Aşkım” yazarken bastı ara tuşuna. Kısa bir süre sonra aradığınız kişiye ulaşılamıyor sesi duyuldu kulağında.

Aradığı kişiye artık ulaşılamıyordu.
Çünkü aradığı kişinin onun hayatında ki rolü artık sona ermiş, o, yeni başlayacak bir hikayede, kendisinin de bilmediği yeni rolüne doğru yürüyordu.....

22 Mayıs 2007
Haşim Arıkan

Yapmış olduğum alıntılar. Milliyet Blog yazarlarından.
(1) Sahibi yazısını yayından çektiği için hatırlayamıyorum yazan kişiyi.
(2) Çay güzeli.