25 Eylül 2010

Yarının aşklarını şimdinin aracılığıyla dünün aşkları mı yaratmalı(ydı)?

Tam kapıdan çıkmak üzereyken her zaman ki o nefret ettiği sorusunu yöneltmişti ona. “Ne düşünüyorsun?” O da hiç bekletmeden yapıştırmıştı klasik cevabını.”Hiç bir şey” Kapanan kapısının sesi kulağına ulaştığında, keşke diye geçiriyordu aslında içinden. “Keşke! Hiç bir şey düşünmemeyi başarabilsem. Hiç bir şeyi sorgulamıyor, hiç bir şeyi, hiç bir şeyle karşılaştırmıyor, hiç bir şeyi değiştirmeye çalışmıyor, hiç bir beklentim olmadan, hiç bir sonuca ihtiyaç duymadan, hiç bir şey olmaya çalışmadan yaşıyor olabilsem...

Onunla tanıştıkları o ilk günü anımsadı. O güne kadar onun için hiç bir şey ifade etmeyen birinin o günle birlikte nasıl da bir an da onun her şeyi haline gelişini. Onun kendisini etkilemesine izin verişini...

Herşey bir an da gelişmiş. Yaşadıklarının adına da birlikte büyük bir keyifle “ilk görüşte aşk” etiketini koyuvermişlerdi. Arzuları zihinlerinde zaman kaybetmeden hemen birer model oluşturmuş, ikisi de o modellerin içine farkına bile varamadan hapsolmuştu. Sevgiliydi artık adları... Aşktı yaşadıklarının adı...Birbirlerinden beklentileri, yaşanması gerekenler ise zihinlerinde zaten kayıtlıydı.

“Aşk” diye fısıldadı... Başlarken düşlenen harika bir dünya. Bittiğinde geriye kalan ise kocaman bir boşluk. Aşk söz konusu olduğunda acaba neden arada bir plağı değişen ama hiç durmadan aynı havayı çalan bir gramafon olmaktan öteye gidemiyordu insan.

Neydi şu aşk denilen şey?
Bir hastalık mıydı?
Yoksa dedikleri gibi insanın aklını, mantığını yitirmesi mi?

Keşke gerçekten yitirebilseydi aklını?
O güne kadar aşka dair tüm bildikleri silinip gitseydi beyninden aşkın içine düştüğü o ilk andan itibaren.
Tanımsız, kuralsız, katıksız, saf, ortaya çıktığında kendinden başka hiç bir şeye duyguya, düşünceye izin vermeyen bir duygu olsaydı hissettiği.
Anlamını yaşayanların yaşarken verdikleri ama yaşayanlara bir anlam yüklemeyen bir duygu.
Her dokunuşun, her sokuluşun, her öpüşün yaşandığı anda bir adı,bir tanımı, bir tadı olsaydı.
İmkansızdı değil mi, insanın böyle bir duygu yaşaması?

Peki ama hangisi doğruydu?
İnsan, önyargısız, hiç bir kuralı, tanımı, düşü olmadığında mı aşkı daha gerçek yaşıyordu?
Aşka dair zihninde biriktirdiği kurallar, tanımlar, ön yargılar mı insanı gerçek aşka ulaştırıyordu?
Aşk, düşüncelerin önünde mi, yoksa düşüncelerin ardında mı yaşanmalıydı?

Sorun aşkta mıydı?
Yoksa insanın aşka dair zihninde biriktirdikleri mi sorunu yaratıyordu?

Düşündü. En azından kendi cevabını bulmaya çalıştı.
Aşk geçmişte yaşanan hazzın bir anımsaması, onun tekrar arzulanması mıydı?
Aşk düşüncenin bir başkasına ilişkin bir tablo yaratması mıydı?
Hissettiklerinin derinlerine inemezken, düşsel bir şeyi yaşamaya çalışmanın nasıl bir anlamı vardı?

Acaba hangi aşk, gerçek aşktı?
Yaşandığı anda hissedilerek tanımlanan mı?
Geçmişin küllerinden yaratılan düşlere, zihinlerdeki gerçek aşk tanımına uygun yaşananlar mı?

25 Eylül 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Pride & Prejudice

19 Eylül 2010

Ruhsal dilenci...

Doğumun, ölümün, kederin anlamını bilmek isteyen benken.
Acıyı çeken, üzülen, mutsuz olan benken.
Neden bana beni anlatacak birilerine duyduğum bu ihtiyaç!

Düşünüyorum...
Acaba hayatı benim adıma yorumlayacak bir bilge, bir guru gerçekten var olabilir mi ?
Konuşsa, anlatsa, bana neler söyleyebilir ki?
Kendi söylemek, anlatmak istediklerinden gayri.

Peki ya ben!
Ben, kendi kendime öğrenmeyi seçersem, öğreneceklerimin bir sınırı olabilir mi?

Neden bu kadar zor geliyor bana kendi kendimin ışığı olabileceğime inanmak?
Neden kendimin hem ustası hem çırağı, hem öğrencisi hem de öğretmeni olabileceğimi bir türlü kabul edemiyorum?

Yoksa artık hayatı araştırmayı, keşfetmeyi, anlamayı bıraktığım için mi başka birilerine duyduğum bu ihtiyaç!

Düşünüyorum...
Acaba ilk ne zaman ezberci bir makina olmayı, kendi hikayesi olan, mutlu ve yaratıcı bir insan olmaya tercih ettim?
Masumiyetin bana verdiği o sıradışı güveni ilk ne zaman yitirdim?
Kollektif olan tarafından emilip, sıradanlığın içinde kendimi ilk ne zaman kaybettim?

Ben, ne zamandan beri, birilerinin, birşeylerin beni beslemesini, bana umut vermesini, beni ayakta tutmasını bekleyen bir ruhsal dilenciyim?

İhtiyacım olan şey, gerçekten de bir bilge, bir guru, bir inanç, bir felsefe mi?
Yoksa kendi kendine araştırabilecek, keşfedebilecek, yaratıcı, özgür bir zihin mi?

Ben bugüne kadar, kendime bir soru sorup, onun içime işlemesine, mayalanmasını izin verip, ona dair esas gerçeği benden öğrenmeyi hiç denemedim ki....

19 Eylül 2010