30 Aralık 2010

2011


Hadi!
2011’e çok az kala dön ve bugüne kadar ardında bıraktığın;
Tükenmiş zamanlara,
Ceset ilişkilere,
Ceset aşklara,
Son bir kez daha bak.

Biliyor musun?
Daha kaç yıl tüketirsen tüket.
Kaç ilişki, kaç sevgili eskitirsen eskit.
Kaç ceset çiğnersen çiğne.
Sen aynı düşüncelerin hapsinde yaşamaya devam ettikçe,
Önemli olanın yeniyi görmek değil, eskiden kurtulmak olduğunu fark etmedikçe,
Hep aynı tekrarlar, farklı tarihlerde, farklı yüzlerle, farklı görüntülerle, farklı isimlerle seninle olacak.

Sen bugünü dünle karşılamaya devam ettikçe, yarının sıkıntısını sürekli bugüne yükledikçe, 2011'de seni yine aynı ilişkilere, aynı aşklara, aynı tekrarlara taşıyacak.

Eğer zihnin 2011 ile birlikte biriktirdiklerine veda edip, temiz, saf ve masum haline geri dönebilirse.
"Sen", sen'i, düne bağlı düşüncelere aslında hiç ihtiyacın olmadığına ikna edebilirse,
2011 belki de hayatının en güzel yıllarının ilk yılı olacak.

30 Aralık 2010
Haşim Arıkan

25 Aralık 2010

Organize inançlar...


Neden okuyorsun ki bu masalları?
Onlar doğduğun gün ister istemez dahil olduğun inanç sistemini hiç sorgulamadan kabullenmen, çoğunluklara benzemen adına sana yardımcı olmaz ki!

Yapamam ben.
Otantik benliğinin her gün biraz daha yok edildiği ehlileşme sürecine katkıda bulunamam.
Sınırsızlığını elinden alıp, cesaretini kıramam senin.
Aksine “sen” i desteklerim.
“Sen” olmadan "sen" sevilemez ki bilirim.
Kafanı kurallarla, yargılarla doldurup, deneyimlerini sana sınırlatamam.
Zihninde kendini, herşeyi, herkesi yargılayan içsel bir yargıç yaratılmasına seyirci kalamam.
Yeterince iyi olmadığın, olduğun gibi olursan kabul görmeyeceğin yalanına inandırmaya çalışmam seni.
Hayattan keyif alma yeteneğinin yok olmasına, uzanıp alınmamış, tatmin olmamış duygular seviyesinde yaşamaya mahkum bırakılmana sessiz kalamam.
Hayatı başka insanların taleplerini, beklentilerini karşılamaya çalışarak yaşamana, sevilmek için kendini törpülemene, kendini yavaş yavaş silmene yardımcı olamam.

Aksine kendine inanman, kendine güvenmen için teşvik ederim seni.
İnandığın yola doğru iterim.
Gerçekte kim olduğunu ifade ederek yaşayabilmen için sonuna kadar desteklerim seni.
Gerçekte olduğun gibi kalmana yol açarım senin.
Duygu doğana saygılı olduğunda nasıl bir hayatının olacağının,
İçinde ki arzuların bozulmamış dogasının, sen onlara izin verdiğinde sana neler yaşatacağının hayallerini kurdurmaya çalışırım sana.
İçinde derinlerde ki bilgenin sesini duyabilmen için yardım ederim.
Aradığın tüm cevapları sadece onun verebileceğini sana fark ettirebilirim.
Arzuladığın gerçek hayata ulaşmak için kendinden başka kimseye, hiç bir guruya, inanca, felsefeye ihtiyacın olmadığına ikna etmeye çalışırım seni.

Kendi mutluğun için cesaretlendiririm.
Mutluluğunun itici gücünün sadece sen olduğunu hissettirmeye çalışırım sana.
Kendini affedip özgür bıraktığında, kulağına seni seviyorum diye fısıldadığında nasıl bir hayat yaşayacağını hissedebilmen için yardımcı olurum sana.

Okuduklarının adı “inandığım masallar” olsa da.
Onlar sana seni fark ettirirler çoğunlukla.
Onların sana hissettir(ebil)diği tüm güzellikler, sadece senin içinden taşıp sana dokunabilir yalnızca...

25 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Visitor

24 Aralık 2010

Anlatılan hikayelerin en tatlısı ve en acısı...


Bir başkasının varlığının böylesine farkında olmak!
Onu bir ihtiyacınmış gibi görmek.
Kendini ona bu kadar yakın hissedebilmek!
Henüz tanışmamış olsan da onun bu dünyada var olduğunu bilmek.

Onu bulduğunda;
Bütün dünyadan uzaklaşmak.
Sadece onun düşüncesiyle yalnız kalmayı arzulamak.
Onu düşünmek.
Ona ihtiyaç duymak.
Kaçınılmaz bir şekilde sürekli onu yeniden görmeyi arzulamak.
Sabahları onun nasıl uyandığını düşünerek uyanmak.

Onun neler düşündüğünü hayal etmek.
Zihninde ki ona dair hayalleri sanki onunla bir temasmış gibi hissetmek.

Bütün bu hissedilenler yaşamın içinde sanki insana güç veren bir durak gibi,
Belki de insanın sürekli ileriye doğru gitmek istemesi, ona güç veren bu duraklar yüzünden değil mi?

24 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: All Good things

22 Aralık 2010

Kişilik taşıyıcısı...


Bakışların öylesine derin ki, sanki üzerime giydiğim o güçlü kimliği yırtıp atıyor, beni savunmasız, bütün cesaretsizliğimle, korkularımla, zayıflıklarımla görüyor gibi.

Oysa ben…....
Duygularımı bu kadar uluorta hissederek yaşayamam ki.

Korkarım böyle olduğumda, senin beni;
Sevmeyeceğinden,
İstemeyeceğinden,
Red edeceğinden,
İnciteceğinden,
Kıracağından,
Yaralayacağından.
Bana zarar vereceğinden.
Hiç beklemediğim anlarda senden gelecek darbelerden.

Ne kadar çok gizleyebilirsem gerçek ”ben” i, o kadar çok güvende hissederim ben kendimi.
Gerçek duygularımı sana hissettirmeden, sevgi açlığımı sana hiç belli etmeden yaşayabilirsem.

Hadi ne olur!
Çek o sanki beni olduğum gibi, tüm çıplaklığımla gören bakışlarını üzerimden.

Bırak saklı kalsın,
Gerçek hislerim.
Duygu doğam, otantik benliğim.
Bilme, öğrenme, benim gerçek kimliğimi.
Fark etme içimdeki gerçek"ben" i.

İzin ver bana,
Zihnimde oluşturduğum imajlar ve yargılarla mutlu olduğumu düşünerek yaşamama.

Sana göre;
O imajlar ve yargılarla kendimi hergün biraz daha törpülüyor, siliyor,
İçimdeki gerçek “ben”i her gün biraz daha yok ediyor,
Yüreğimi zihnimden ayırdığım için sürekli acı veren bir sürtüşmeyi yaşıyor,
Kendimi sanki, içi boş bir sahte kişilik taşıyıcı haline getiriyor, olsam da...

Kabul et.
Sen ne yaparsan yap.
Ne sen, ne de bir başkası, beni kendi yaşamımı yaşamaktan, kendi hayatımı kirletmekten, günahlara girmekten, hatalar yapmaktan, acılar çekmekten, kendi doğrularımı bizzat bulmaktan alakoyamayacaksınız asla...

29 Aralık 2008 - 22 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Paranoid Park

16 Aralık 2010

En zor olan tarafı ne biliyor musun? Hissettiklerini sanki hiç hissetmemişsin gibi yapmak.

Doğa yasası!
Herşey değişiyor...
Her zaman...
Kimimimiz bu değişimden korkuyor.
Aslında kaçınılmaz olduğunu düşündüğünde, bir umut olabilir bu.
Ama ne yazık ki ben de değişimden korkanlardanım.

Bir süredir düşünüyorum.
Seni...Beni...Bizi...İlişkimizi...
Sanırım unutmamız gerekiyor yaşadıklarımızı.
Hepsini geçmişte bırakıp, hayatımıza eskisi gibi devam etmek...
Aslında o kadar da kötü bir şey değil unutmak.
Unuttuğunda, hatırlaman ve yaşadıkların için savaşmana gerek kalmıyor.

Seninle tanıştığımız o ilk günü hatırlıyorum.
Acaba basit bir tesadüf müydü yoksa kaçınılmaz bir şey miydi bu...
Herşey ne kadar hoş başlamıştı.
Hayatımda hiç olmadığım kadar mutluydum seninle.
Seninle birlikteyken gerçek diye bildiklerim herşey savrulup gidiyordu zihnimden.
Sanki seninle bambaşka bir insan olmuştum.
Aynı zamanda hiç olmadığım kadar ben.
Bir yandan seni düşünmekten kendimi bir türlü alamıyor ama öte yandan ne yapacağıma bir türlü karar veremiyordum.
Sense sanki seziyordun tüm hissettiklerimi, tüm arzularımı ve beni fazlasıyla mutlu ediyordun.
Sanki ben sana kendi suretini okuyordum. Sense orjinalini zaten biliyordun.
Bu yaşadıklarımdan sonra fark ettim ki, aşk bizi aşan bir şey.
Gizemi saf ve mutlak.

Yaşadığımızı hiç kimsenin kolay kolay yaşayabileceğini sanmıyorum.
Birbirimize karşı hissettiklerimizi...
Bence insanların büyük bir kısmı tüm yaşamları boyunca arıyor bu duyguyu.
Bazıları ise varlığından bile habersiz.
Bu yaşadıklarımı yaşamadan önce ben de düşünemezdim böylesi güçlü bir duygunun yaşanabileceğini...

Hepimiz yaptığımız seçimlerin ürünüyüz.
Bu güne dek yaptığımız seçimlerin bizi buraya getirmiş olması tuhaf değil mi?
Hayatımız da gerçekleşmeyen her şeyin bizi biraraya getirmesi.
Belki de o gerçekleşmeyen her şey şimdi de bizi yeniden ayırıyor.

Onu sürekli saklamak istiyorum ben.
Hayatımın geri kalan kısmında da seni sevmek.
Ama devam edersek yitireceğiz onu.
Yapabileceğim tek şey aşkımızı saklamak.
Tüm bir hayatı yeni bir hayat başlatmak için yok edemem.

Hayat, onu yoğun olarak yaşayabilmek için sanırım tek bir şey istiyor bizden.
Çıkacak olan faturayı, kendimize ödeteceğimizi kabul etmek.
Ama sanırım ben bu faturayı.....

Hoşçakal...
Eğer davranışlarım sana ikimiz arasında sanki hiç bir şey yokmuş, sadece bir alışkanlıkmış izlenimini verdiyse ne olur affet beni....

16 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Bridges of Madison County

İzlediğim filmden avuçlarımda kalan duygulardı bu satırlar...

13 Aralık 2010

Hayatı aynı anda hem yaşayıp, hem de anlayabilir misin?

Bazen hiç tat vermez yaşadıkların sana.
Olmakta olanla yaşamak, her geçen gün biraz daha fazla zorlar, yorar seni.
Sürekli bir ileri gidersin, bir geri, sallanan bir sarkaç gibi.
Sen bir şey yapmak istersin ama başka bir şey yapman gerekir.
Bir yandan sahip olduklarını düşünür ama öte yandan hiç bir şeyin garantisi olmadığını da bilirsin.

Bir an fark edersin ki,
Sen, bir eşiktesin.
Ya içeri, ya dışarı...
Artık bir karar vermelisin.

Olmakta olanı mı kabuleneceksin?
Arzularının, hayallerinin peşine mi düşeceksin?

İlk önce alışkanlıkların, bağımlılıkların, tecrübe adına zihnine sapladıkların hücum eder beynine.
Eğer adımını eşikten dışarıya atarsan hiç bir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağıyla, sahip olduklarının da ellerinden kayıp yok olacağıyla korkutur seni.
Arzuların, hayallerinse eğer tekrar içeriye geri dönersen geleceğinin sürekli tekrar eden bir geçmişe dönüşeceğiyle.

Hayallerin ulaşılmamış olanın mükemmelliğiyle durur karşında.
Vazgeçeceklerinse iyi tanıyor olmanın, alışmış olmanın güvencesiyle.

Zordur uzun süre eşikte beklemek, zorlar, yorar insanı.
Düşüncelere dalarak, hayalinde canlanan görüntüleri seyrederek,belki de yaşamının öyküsünü sessizce dinleyerek sonunda bir karar verirsin.
Verdiğin kararın sana neyi getireceğini ise asla bilemezsin.
Hayat aynı anda hem yaşanıp, hem anlaşılmaz sen de iyi bilirsin.

Kim bilir?
Belki de hayatın çekim gücü seni her zaman olman gereken yere doğru çekiyordur,
İnsan bunu yaşarken fark edemiyordur,
Gördüğün düşten uyanmadan bunu bilebilir misin?

Hayat yaşandığı sürece gerçekse...
Uyandığında sona eren bir düşten farklıdır diyebilir misin?

13 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: La Jetée

12 Aralık 2010

İnsanın beyni sürekli geviş getirir, düne ait düşünceleri hiç durmadan evirir, çevirir...

İnsan sandığından fazlasını bilir, bildiğinden fazlasını düşünür.
Düşüncelerine yenilmeye başladığında ise, dünya ona her gün biraz daha küçülür.

Tüm eylemleri hep iki şeye dayanır.
Gerçekleştirdiği eylemin sebebi ya korkudur, ya da hazdır.
Arzuları hazzın, zevkin anısıdır, korkuları acının, ızdırabın.
Yüreğini sürekli yargı ile doldurur.
Bu yüzden de yüreğinde gerçek duygular için genellikle pek yer yoktur.

Geçmiş ve gelecek sadece onun zihnindedir.
Geçmişin zihin kayıtlarıyla bugününü koşullar, geleceğini şekillendirir.
Bugününe hep geçmişe gösterdiği tepkiyle karşılık verir.
Geçmişin içine çeker sürekli bugünü de, böylece geçmişi zihninde sürekli güçlendirir.

Sadece dünün hatıralarını, haz ve korkularını hergün öldürebilenlerin zihinleri her zaman saf ve masumdur.
Geleceğe geçmişin penceresinden bakanların zihinleri ise her zaman umutsuz ve yorgun.

Özgürdür, kendine istediğini yapmakta her zaman.
Kimi kabul eder kendini, teslim olur kendine. Aradığı tüm cevapları daima kendinde bulur.
Kimi sürekli aldatır kendini, taciz eder, yağmalar, her gün kendini biraz daha silmek için uğraşır durur.

Bir tarafı eksiktir insanın, cahildir.
Bir tarafı ise bilgedir, hayal bile edemeyeceği kadar çoktur.
Kimi hayatı boyunca 360 derece düşünebilmek için uğraşır.
Kimi sırf tutarlı olabilmek adına bulunduğu noktaya saplanır kalır.
Kimi sürekli değişir, kendini keşfeder, büyür, hergün biraz daha gerçek olur.
Kimi sürekli değişir, kendini inkar eder, kendiyle çelişkiye düşer, kendine ihanet ederek, her gün kendini biraz daha unutur.

İnsan, gideceği yön belli, ama nereye varacağı belli olmayan bir yolcudur.
Kimi kafasında sürekli mutluluğa dair bir düşüncelerle yola koyulur, yorulur.
Kiminin ise mutluluğa dair beklentileri olmadığı için, yaşadıklarının kendisi mutluluktur.

Kimi mutluluğun varış noktasında olduğunu düşünerek yolculuk boyunca kendini avutur.
Kimi varış noktasıyla hiç ilgilenmez, o sadece yapmakta olduğu yolculuğun tadını çıkarıyordur.

Kimi tüm bir yaşamı, hiç bir ayırım gözetmeksizin, büyük bir ustalıkla eriterek, kaynaştırıp, onlardan muhteşem bir bütün oluşturur.
Kiminin yolculuğu ise kendini doğuramadan son bulur.

12 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Game

11 Aralık 2010

Herkesin kendine ait bir öyküsü var, bu öykülerinin görünürdeki farklılıklarının gerisinde ise tek bir öykü...


Düşünüyorum.
Ve gördüğüm herşeyi otomatik olarak önyargılarıma göre tercüme ediyor, çevremdekileri kategorize edip, etiketliyorum.
Beynimde “normal” olarak tanımlanmış şablonlarım var ve her şeyin kendi şablonunun içine mükemmel bir şekilde oturmasını bekliyorum.

Unutuyorum.
Herkesin benim gibi sadece bir insan olduğunu, tek farkımızın kendimizi ifade ediş biçimimiz olduğunu.
Onların da dahil olduğum o büyük bütünün, küçük parçası olduğunu.
O büyük bütünün, küçük parçalarının yaratmakta olduğu güzel veya çirkin, iyi veya kötü gerçekliklerle evrildiğini.
Tarih denilen şeyin bu küçük parçaların yarattığı gerçekliklerle yazıldığını, şekillendiğini, değiştirildiğini.
Her küçük parçanın yarattığı gerçekliklerle, diğerleri için bir farklılık yarattığını ve onlara bir örnek oluşturduğunu.
Herkesin ancak bu sayede neyi desteklediğini fark edebildiğini.

Bilmiyorum.
Kimin bu evrilmeye ne kadar katkı sağladığını.
Kimin hangi konuda yetenekleri olduğunu, hangi özel yönünün bulunduğunu.
Kimin varlığının, nelerin anlamını çoğalttığını.
Kime hangi rolün verildiğini, kimin kendisine verilen rolün hakkını verdiğini, kimin rolünü fazla abarttığını.

Sürekli yargılıyorum.
Herşeyi, herkesi...
Beynime ulaşmış olan en son bilgiye göre.
Gerçekler sadece benim beynindeki bu bilgilerle sınırlıymış ve herkes için geçerli doğruların hepsini bilirmişcesine.

Dışlıyorum...
Başkalaştırıyorum...
Farklılaştırıyorum kendimi, “normal” olarak adlandırdığım beynimdeki şablonlara tam oturmayanlardan.
Sanki ben onlardan daha iyi yada onlar benden daha az olabilirmiş gibi.
Sanki onlardan daha önemliymişim, yada onlar benden daha değersizmiş gibi.
Yabancılaşıyorum hergün biraz daha onlarla ve yalnız hissetmeye başlıyorum kendimi .

Düşünmüyorum hiç.
Normal olabilmek adına içimde sürekli baskıladığım arzuları serbest bıraktığımda onların ortaya çıkacak o bozulmamış doğasının bana neler yaşatabileceğini, neleri farklı hissedebileceğimi .
Zihnimdeki bu yanılsamaları silip, ilişkilerimi kendi özümün –geçmişle hiç bir bağı olmayan- anlık koşullandırmalarına göre yaşayabilmeyi.

Hayatımı koşulsuz, kuralsız, şartsız an be an kendim yaratıyormuş, sanki öncesi olmayan bir hayat yaşıyormuşum gibi...

11 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The life before her eyes

7 Aralık 2010

Eğer ölümsüzsem ölüm için kaygılanmama gerek yok, eğer ölümlüysem onun için kaygılanmamın bir faydası yok...

İnanmak istiyorum.
Sadece bir bedenden ibaret olmadığıma.
Bedenim birgün toprakta çürüyüp yok olsa da, benim daima var olacağıma.
Ruh ve beden’e başrol verilen, korkularımı azaltan, o muhteşem hikayeye.
Ruhumun farklı bedenlerle sürekli tekamül edişine.

İnanmak istiyorum.
Yaşamakta olduğum hayatı hakkıyla yaşayamasam da her enkarne oluşumda kendimi biraz daha geliştireceğime, biraz daha bilgeleşeceğime.
Bu hayatımda doğru bildiklerimi yapamasam da, gelecek hayatlarımda bunu bir gün başarabileceğime.
En nihayetinde de, zamandan çok önce bir yerde, bir şekilde koptuğum, Tanrıyla yeniden bütünleşeceğime.

İnanmak istiyorum bana ölümsüzlük yükleyen her türlü hikayeye, ideolojiye, inanç sistemine.

Çünkü, korkuyorum bilemediklerimden.
Bütün bu korkularımı yaratan bildiklerimi bir gün yitirmekten.
Bütün biriktirdiklerimi, anılarımı, hazlarımı, sahip olduklarımı kaybetmekten.
Sevdiklerimden kopup dönüşü olmayan bir bilinmeze doğru gitmekten.
Yaşadığım bu hayatın sona ermesinin tam olarak ne demek olduğunu bilemediğimden.

İşte bu yüzden, bütün bu çabam.

Beni ölümsüz olduğuma inandıracak kitapların, guruların peşinden bu kadar koşmam.
Hangi inanç sistemi, hangi ideoloji bana ölümsüzlük sunuyorsa onlara kolayca inanmam.
Ölüme neden bu kadar köle olduğumu keşfedecek kadar özgür olamamam.
Yaşadığım her anın ne kadar değerli, gerçekleştirdiğim her eylemin ne kadar önemli olduğunun farkına varmak yerine, sonraki hayatlarıma yüklediğim umutlarla kendimi avutarak -geçici de olsa- rahatlatmaya çalışmam.
Asıl önemli olanın ölümsüzlük değil, yaşanan her deneyimi dibine kadar yaşayıp tamamen bitirmek, zihni her zaman taze, masum, coşkulu tutabilmek olduğunu kavrayamamam.
Bugün, sürekli ertelediklerim, bir türlü yapamadıklarım, ardımda eksik bıraktıklarım yüzünden, yeni bir şansa bu kadar ihtiyaç duymam.
Bu şansın gerçekten var olduğuna dair beni rahatlatacak düşüncelerin peşinden bu kadar koşmam.

07 Aralık 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: La Faille

29 Kasım 2010

Acı dediğimiz şey de zaten kendi susuzluğu ve açlığıyla kavrulan mutluluk değil mi?

Yorgunum...
Sanırım yılların taşıdığı yorgunluk en sonunda beni de yakaladı.
Zihnim sürekli geçmişte dolanıyor.
Nedense gidip gidip hep aynı yıllara takılıyor.
Hep o aynı hüzünlü yüzle karşılaştığım, acı kokan yıllara!
Sanki o yılların arasında kalan yıllar, ekspresin durmadan geçtiği istasyonlar.
Hızlı geçildiği için çok net olarak hatırlanmayanlar.

Düşünüyorum...
Nelerin toplamıyım ki ben?
Şu an hatırlayamadığım, toplama dahil neler var içimde?

Suskunum...
Sanki bir yargılamanın sonuçlanmasını bekliyormuş gibi.
İçimde bir şeyler yıkılıyor.
Yıkılan şeylerin yarattığı o büyük boşluğu hissediyorum.
Boşluğun içinde acı kokan, yarı görüntü, yarı sözcük parçacıkları uçuşuyor.
Bir ses bağırıyor içimde, bu boşluğun adı “hayal kırıklığı” diye.

Üzülüyorum...
Bu iki kelimeyi birlikte duymak mutlu etmiyor beni.
İnsan eğer, acının ağır peçesini yıllar sonra kaldırabiliyorsa, mutluluğun yüzü ile karşılaşır o ağır peçenin ardında.
Acı dediğimiz şey de zaten kendi susuzluğu ve açlığıyla kavrulan mutluluk değil mi?

Sonunda kendimi tutamayıp bağırıyorum...
İçimden yükselen o sese.
Derinden, avaz avaz, sessizce.
Bu bir boşluk değil diyorum. Sadece kısa süreli bir sessizlik.
Bu bir umutsuzluk değil diyorum. Sadece kısa süreli bir hareketsizlik.

Cümleler öyle güçlü çıkıyor ki beynimden, içimdeki yıkım da sona eriyor.
Sanki hiç bir şeyi yıkılmamış, herşey bir süreliğine durmuş gibi hissediyorum.
Sürekli bana acı veren şeyleri kendime hatırlatarak, onları tekrar yaşayacağım korkusunu doğurduğum o anlaşılmaz döngüden kurtulma arzusu kaplıyor bir anda içimi.
Beni neşelendirecek bir şeyler aramaya başlıyorum içimde.
Keyifli bir şeyler görüp, onları yeniden hatırlayıp, neşelenmek için hevesleniyorum.
Neşe herkes gibi, benim de enerji kaynağım.
Hele bir de onu beklemediğim anda, yüzünü kendiliğinden bana gösterirse.
İçim umutla doluyor.

Düşünüyorum...
Mutluluğumu yukarılara taşıyacak kaldıracın sapının zaman içinde bana unutturulan yerini, yeniden hatırlayabilmek için,
İçimde o hiç bir zaman yok olmayan, kendimden ne kadar uzaklaştırılmış olsam da beni her zaman ayakta tutan, beni yeniden, bana geri getirecek olan o küçük kıvılcıma ulaşmak, onu alevlendirmek istiyorum...

26 Aralık 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus

24 Kasım 2010

Bu aralar ne çok ihtiyacım var...


Bu aralar ne çok ihtiyacım var susmaya, yalnız kalmaya.
Her şeyden, herkesten uzaklaşmaya.
Kendimle başbaşa bir yolculuğa çıkmaya.
Onunla arkadaş olup, birlikte uzun yürüyüşler yapmaya.
Çatışmadan, çekişmeden onu anlamaya çalışmaya.

Bu aralar ne çok ihtiyacım var sessizliğe.
Yüreğimle, beynimi yeniden bir araya getirmeye.
Güçlü görünmeye çalışmak yerine kendimi güçlü hissedebilmeye.

Hiç bir şeye yetişmek için acele etmemeye.
Hiç bir şey için mücadele etmemeye.
Hiç bir şey için kendimi zorunluymuş gibi hissetmemeye.

Bu aralar ne çok ihtiyacım var hareketsizliğe.
Bedenimin peşinden koşmaktan yorulan ruhumu, bedenimle yeniden bütünleştirmeye.
Zihnimde biriken tortular beni sessizce terk ederken, yüreğimin yenilerin heyecanı ile titremesine.

Bu aralar ne çok ihtiyacım var kendime...
Sanki ilk defa karşılaşıyormuşuz gibi, onu tanımsız, kuralsız, koşulsuz görebilmeye, dinleyebilmeye.
Ona olan sevgimi yüreğimde hissedebilmeye.
Mutluluğum için kendimi yeniden harekete geçirebilmeye.
Mutluluğumun itici gücünün ben olduğumu yaşatarak kendime bir kez daha fark ettirmeye.

Bu aralar ne çok ihtiyacım var sevmeye, sevilmeye...
Yaşayacağım tüm zevkleri, yaşatacağım zevklerle karşılayabilmeye...

15 Kasım 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Into the wild

22 Kasım 2010

Yoksa sende mi artık kendi zihninde bir leke oldun?

Sen!
Evet sen!
Sürekli devinim halinde yaşayıp,
Kendine bir şeyleri ekler, bir şeyleri çıkarır, bir seyleri üstlenir, bir şeyleri bırakırken.
Bir şeyleri düzetmeye çalışıp, bir şeylere direnip, bir şeyleri kontrol altına almaya çalışırken.
Bir gün yaşamdan keyif alıp, ertesi gün herşeyden korkup kaçarken.
Kim olduğunu nasıl bu kadar net bilebiliyorsun.

Nasıl oluyor da hem yaşadığını iddia edip hem de sabit bir benliğe sahip olabiliyorsun.

Sen!
Evet sen!
Sırf tutarlı olmak adına kendinden bu kadar kesin ve net ifadelerle, bütünlük taşıyan bir nesneymiş gibi bahsederken.
Kendine sadece bilinenin gözleri ile bakabiliyorken.
Kendini düşüncelerinle zaptı rapt altına almaktan sahiden memnun musun?

Yoksa sen de mi kendini, hafıza, bir yığın anı, deneyim ve düşünceden ibaret sanıyorsun?

Sürekli, önceden kolaylıkla tahmin edilebilir tavır ve davranışlar sergilerken, değişim için içinde hiç bir istek, hiç bir arzu, hiç bir kıpırtı hissetmiyor musun?
Alışkanlıkların ve bağımlılıklarınla hayatı mekanik bir şekilde sürekli tekrar ederken, düşünsel özgürlük ihtiyacı hiç hissetmiyor musun?

Yoksa sen de mi kendi zihninde sabit bir leke oldun?

22 Kasım 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Gamer

19 Kasım 2010

Ne olmadığını fark ederek, ne olduğunu keşfediyorsun.


Merak ediyorsun!
Var olduğunu bildiğin gibi, ne olduğunu da bilmek, kim olduğunun daha fazla bilincine varmak, daha fazla aydınlanmak istiyorsun.

Doğduğunda dahil olduğun inanç sistemi sana artık dar geliyor.
Senin için önemli olan bir çok şey zamanla önemini yitirmeye başlıyor.
Bugüne kadar sana kabul etmen için sunulanları, yaşanarak bilinene çevirmek istiyorsun.

Bugüne kadar farkına varamadığın bazı şeylerin farkına varabilecek bilince kendini adım adım sen taşıyorsun.
Bilincini bu yeni akışa sen, kendin açıyorsun.
Ve artık pek çok yeni olasılık oluşmaya başlıyor önünde.
Bugüne kadar hep fiziksel olarak algıladığın hayat, artık ruhsal olarak sana birşeyler ifade etmeye başlıyor.

Kendini kısıtlamalardan, engellerden arındırmanla birlikte yeni bir keşif yolculuğu başlıyor senin için.
Mutluluğa ulaşabilmek için duygularına, düşüncelerine şablon oluşturmaya ihtiyacın olmadığını keşfediyorsun.
İçinde birşeyler dışarı çıkmak için harekete geçiyor.
Bir felsefeye, bir guruya ihtiyaç duymaksızın kendin, kendini anlamaya başlıyorsun.
İcat edilmiş bir anlama sahip yaşamdan, kendi başına bir anlama sahip yaşamına doğru yürüyorsun.
Kendini sen motive ediyor, sen harekete geçiriyor, sen yaratıyorsun.
Yaşadıkların sonucu elde ettiğin doğrudan bilme ile ilgili bir deneyim bu hissettiklerin.

Ne olmadığını fark ederek, ne olduğunu keşfetmeye başlıyorsun.

Derinlerinden gelen bir mutluluk hissi yavaş yavaş varlığının bütününe yayılıyor.
Bu sana kendini özgür hissettiriyor.
İçini yaşam sevinci dolduruyor.
Bedenin rahatmaya başlıyor, ruhun huzurla tanışıyor.

Kendinin farkına varabilmenin, kendine yetebilmenin, kendini anlayabilmenin, kendini sevebilmenin, olması gerekene bulaşmadan, olduğun gibi yaşayabilmenin heyecanı kaplıyor içini.
Ve sen yaşam adı altında sana verilmiş olan o muhteşem armağanın gerçek tadını almaya başlıyorsun...

19 Kasım 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: God grew tired of us

17 Kasım 2010

Yaşamınızdaki en harika an hangi an’dır?

Düşündünüz mü hiç?

Yaşamınızdaki en harika an hangi "an" dır?

Gelecekteki hayatınıza, size ve çevrenizdekilere en büyük etkiyi yapan "an"!
Geleceğiniz için en harika sonuçları taşıyan "an"!

Kararını sizin verdiğiniz an değil midir?

17 Kasım 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Forrest Gump

10 Kasım 2010

Düşünce gölgeleri…


Düşündün mü hiç, acaba hangisi daha çok korkutuyor seni?

En zayıf yönlerinin başkaları tarafından fark edilmesi mi?
Yoksa tamamen olduğun gibi görünmek mi?
Aslında ikisi arasında pek de fark yok değil mi?

İnsan korkuları sayesinde, kendini imajların arkasına saklamakta zamanla nasıl da ustalaşıyor.

Tuhaf olan ise insanın bir taraftan mutlu olmayı, sevilmeyi arzulayıp, diğer taraftan korkuları yüzünden hayatı, hissedilmeden, el sürülmeden, sevgi ihtiyacını belli etmeden yaşamak istemesi.
Bir yandan düşleyip öte yandan bağımlı olmayı seçmesi.
Zaman içinde kendinin yargıcı, gardiyanı ve celladına dönüşmesi.

Bizi bu noktaya taşıyan ise, olduğumuz gibi göründüğümüzde sevilmeyeceğimiz, red edileceğimiz endişesi.
Neticede bizler aslında diğer insanların hakkımızda düşündükleriyiz değil mi!
Yeterince iyi olmadığımız için, asla almamalıyız gerçekte kim olduğumuzu belli ederek yaşama riskini!

Söyler misin? Seninde kendini bildiğin günden başlayarak, beynine itinayla bu düşünceler yerleştirilmedi mi?
Hepimizin hayattaki en önemli rolünün uyum sağlamak olduğu, kabul görebilmek için birbirimize benzememiz gerektiği sana da sabırla öğretilmedi mi?
En anlaşılmaz tarafı ise bu düşünceleri beynimize yerleştirenlerin kimliği!

Hayatı böyle korkak ve kaçak yaşamak çözüyor mu acaba herşeyi?
Böyle olunca hiç incinmiyor mu insanın duyguları, benliği?
İnsana hiç zarar vermiyor mu bu korkaklığı, cesaretsizliği?

Yoksa insanın esas kalkanı kendi saflığı ve sevgisi değil mi?

Ne olur acaba korkularımızı yaratan düşüncelerimize bu kadar esir düşmesek.
Sürekli tedbirli hareket edip hayatı masanın altında, kendimizi saklayarak yaşamak yerine, pencerenin önüne dikilip payımıza düşen her ne varsa hepsini kabullenerek yaşamak istesek.
Sevgi isteğimizi, en insani yönlerimizi saklamaya çalışmadan sergilesek.
Duygu doğamıza, otantik benliğimize saygı göstersek. Onları özgür bırakmayı denesek.

Ne olur güven duygusuna, belli sonuçlara ihtiyaç hissetmesek?
Herşeyimizle yaşanan anda olabilsek,
Kırılsak, incinsek, yaralansak.Yanlış yapsak, yanılsak. Red edilsek.
Sonra yeniden denesek.
Her seferinde yine yeniden sevsek.

Farkına varamaz mıyız?
Geriye dönüp baktığımızda yaptıklarımızdan daha çok yapamadıklarımız için pişmanlık hissettiğimizi.
Kaçtığımızı sandıklarımızdan aslında kaçamadığımızı, onların her seferinde farklı maskeler takarak bize geri geldiğini.
Bu şekilde yaşayarak sadece kendimizi yalnızlığa mahkum ettiğimizi,

Farkına varamaz mıyız?
Böyle yaşarken aslında ne çok şey biriktirdiğimizi, ne çok şey keşfettiğimizi.
Yaşadıklarımızın özündeki, büyümemizi sağlayan o mükemmelliği.
Ön yargılarımızdan, yanlı tutumlarımızdan kurtulduğumuzda çevremizdeki herşeyin nasıl olağanüstü derecede ilginç ve canlı hale geldiğini,
Hayata beynimizdeki düşüncelerin gölgesinden bakmadığımızda, hayatla aramızda oluşan o sıradışı ilişkiyi,

Fark edebilir miyiz acaba?

10 Kasım 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Burning Plain

1 Kasım 2010

Bir yolculuk mu bu?

Bitmeyen bir değişimin yolculuğu mu bu?
Kim olduğunu, gerçek potansiyelinin ne olduğunu, onu nasıl ortaya çıkarabileceğini keşfetmeye çalıştığın!
Dış dünyanın-yaşadıklarının mı düşüncelerine yansıdığının,
Yoksa düşüncelerinin mi dış dünyayı-seni yarattığının farkına vardığın.

Sonuçların mı sebep, sebeplerin mi sonuç olduğuna dair karmaşık bir denklemi çözmene yardım eden bir yolculuk mu bu?
Düşüncelerin işleyişini fark ettiğin,
Düşüncelerinin ilgi alanı, yaşadığın olaylar yerine deneyimlere dönüştüğün de hayatının nasıl değiştiğini keşfettiğin.
Hayatına hiç bir katkıda bulunmayan, yaşadıklarını sürekli gölgeleyen inançların üzerinden akıp gitmelerine izin verdiğinde neler yaşayabileceğini fark edebildiğin.

Hayatın üzerinde tahmin ettiğinden çok daha fazla kontrol gücüne sahip olduğunu keşfettiğin bir yolculuk mu bu?
Hayatı bu kadar karmaşık hale getirenin aslında insanın kendisi olduğunu anladığın.
Düşüncelerinle hayat arasındaki ilişkinin farkına vardığın.
Hayatının öyküsünü düşüncelerinle senin yazdığın.

Yalnızca senin hissedebildiklerine, senden başka hiç kimsenin sana anlatamayacaklarına dair bir yolculuk mu bu?
Seninde bir doğanın var olduğunu ve bu doğaya her zaman güvenebileceğini fark ettiğin.
Egonun seçimleri yerine otantik benliğinin seçimlerini yaşamanın hayatında nasıl bir fark yarattığını keşfettiğin.

Sana gerçekte kim olduğunu hatırlatan, hayata geliş nedenini bulmanda sana yardımcı olan içindeki bilgeyle seni tanıştıran bir yolculuk mu bu?
Ona ve onun seni götürdüğü her yere, her zaman güvenebileceğini anladığın.
Hayata geliş amacının, yaşamı sürekli itelemek, yaşadığın herşeyi bir mücadele haline getirmek değil, mutlu olmak, hayattan keyif almak, huzur içinde yaşamak olduğunun farkına vardığın.
Kendinle mücadele etmeyi bıraktığında, benliğinin derinlerindeki sevginin sonsuz kaynağına ulaştığın.

Başka bir yere varmaya çalışmayacağın o yere, ulaşmaya çabaladığın bir yolculuk mu bu?
Ulaşmaya çalıştığın o yerden sadece bir düşünce mesafesi uzaklığında olduğunu anladığın.

Yaşamını düşüncelerinle senin yarattığın.
Kendine düşünebildiğin kadarını yaşattığın,
Bir yolculuk mu bu?

Yaşadığın bu değişimin ne zaman ve nerede sona ereceğini asla anlayamadığın.
Yolun sonuna geldiğinde, yolculuğun süresince ne kadar yol aldığını sadece senin anlayacağın.
Bir yolculuk mu bu?

31 Ekim 2010
Haşim Arıkan


Fotograf:

28 Ekim 2010

Ardında hayat bulamadan yok olmaya mahkum ettiğin sen olabilme ihtimalleri...

Az önce yapmış olduğu tercihle, hayat bulma şansı tanımadan ardında yok olmaya mahkum bıraktığı diğer ihtimallere baktı.
Acaba bugüne kadar ardında böyle kaç tane, o olabilme ihtimalini hiç doğmadan ölüme mahkum bırakmıştı.
Acaba hayat bugüne kadar kaç tane farklı o olabilme ihtimalini, seçmesi için onun karşısına çıkarmıştı.
Her anın insana sadece bir sonraki anın seçeneğini sunduğunu düşününce ihtimaller denizinde bir anda kayboldu.

Bu kadar çok seçenek arasında yaptığı tercihlerle hayatını, kendini adım adım inşa ederken peki kader denilen şey hangi seçeneğin ardındaydı.
Her ihtimalin ardında insanı bekleyen farklı farklı kaderler mi vardı.

Yoksa insanın mutlak kaderi yaptığı seçimlerle kendi kaderini yaratması mıydı?

28 Ekim 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Lovely Bones

24 Ekim 2010

Detaylar üzerine fazla kafa yorarsan, esas mevzunun kendisini kaybedersin...



“Aklım karmakarışık.” diyorum. “Beynimin içi soru kazanı gibi, aradığım cevapları bulamadığım gibi, yaşadıklarımdan da pek bir şey anlayamıyorum.”

“Sana bir sır vereyim mi?” diyor. “ Eğer sürekli birşeyi arıyorsan gözün aradığın şeyden başka hiç bir şeyi görmez. Bundan dolayı da bulmayı beceremezsin. Dışarıdan hiç birşeyi alıp kendine katamazsın. Çünkü aklın aradığı şeye takılmış kalmıştır. Onun büyüsü seni sarıp sarmalamıştır.

Oysa bulmak özgür olmak demektir. Aklın hiç bir şeyin peşinde değilken, hiç bir şey anımsamaz, hiç bir şeye direnmezken, zihnin gerçekten dingin, sessiz ve özgür olur ve sende aradıklarını rahatça bulabilirsin.”

23 Ekim 2010
Haşim Arıkan

17 Ekim 2010

Sözsüz bir duyguydu yaşadıkları...

Masanın üzerinde duran, ilgisini bekleyen dosyalara baktı. Hiç birine elini sürmek içinden gelmiyordu. Hiçbiri bir anlam ifade etmiyordu ona şu anda. Bütün işlerini istediği zamana kadar erteleyebilirdi. O ve dün akşam yaşadıkları dönüp duruyordu sürekli zihninde. Kendini bir türlü dün akşamdan uzaklaştırıp bulunduğu zamana taşıyamıyordu.

Hayatında ilk defa bir arzuya teslim oluyordu, bu arzu onun beynini, iradesini, varlığını yok edip ortadan kaldırıyor, onu artık bağımlı bir hale getiriyordu. Üstelik bunu gönüllü olarak kendisi seçiyordu. Ondan koruması gereken yada ondan saklaması gereken hiçbir şeyi hissetmiyordu içinde. Bunun bütün sonuçlarına katlanmaya razıydı. Bugüne kadar hiç kimseye ihtiyaç duymadan yaşamıştı. Ama şu anda ona ihtiyaç duyuyordu.

Dün gece tenlerinin ilk kez birbiri ile tanıştığı o anı düşündü. Neyin kendisine, neyin ona ait olduğunu anlayamadığı, hiç bir şeyin anlamının kalmadığı o anı. Solukları zevkten tıkanmıştı. En sonunda ikisi de dayanması zor bir zevkle sarsılmışlardı. Sanki ikisi de dün gece her karşılaşmalarında hissettikleri ama düne kadar birbirlerine asla itiraf edemedikleri arzularını tamamen serbest bırakmışlar, ikisi de hissettiklerinin artık adını koymayı ve bunu birbirlerine söylemeyi arzulamışlardı.

Tam bu düşüncelerin içinde yüzmekteyken kapı açıldı ve içeriye o girdi. Bütün muhteşemliğiyle işte yine karşısındaydı. Onu görür görmez, nerede olduğunu orada neden bulunduğunu çoktan unutmuş, içindeki o sebepsiz, beklenmedik, keşfedilmemiş neşe ortaya çıkmış, onun dışındaki tüm duygular arkalarında hiç bir posa bırakmadan dağılmışlardı. Bu direnilmesi yada karşı konulması için insana asla fırsat vermeyen bir duyguydu.

Bu duyguyu anlatabilmek için aşk kelimesi kesinlikle tek başına yetersiz kalıyordu. Onların bu yaşadıkları, uzun zamandır birbirlerini beklemekte olan, birbirlerinin varlığından hiç bir zaman kuşku duymayan iki insanın, büyük buluşmasıydı...

17 Ekim 2010
Haşim Arıkan

11 Ekim 2010

Bu dünyaya asla öylesine gelmedin. Ve bir gün asla öylesine veda edip gitmeyeceksin...



Düşündün mü hiç?
Seni her sabah yatağından neyin uyandırdığını?
Her gün nereye doğru, neden gitmekte olduğunu?
Yaşadığın hayatın ne için yaşandığını?
Varlığının yaşamın bir yerinde, bir şeyleri hiç değiştirip değiştirmediğini?
Adına yaşam denilen bu büyük armağanın sana neden verilmiş olabileceğini?


Düşündün mü hiç?
Bugüne kadar acaba kimlerin yaşamlarına dokundun?
Bu dokunuşlarınla onların hayatında neleri değiştirdin?
Sevginle nelerin değerini çoğalttın?
Kimlerin seni gördüğünde içi neşeyle doldu?
Kimlere her zaman sevip, anlamlarını hiç bir zaman değiştirmek istemeyecekleri neleri sen yaşattın?
Kimlerin kendilerini açığa vurabilmelerine, gerçekte kim olduklarını anlayabilmelerine sen yardım ettin?
Kimler senin mutluluğunu görüp, kendi mutlulukları için cesaretlendi?
Kimler senin sayende kalplerindeki gerçek duyguların o muhteşem enerjisini hissetti?

Düşündün mü hiç?
Varlığınla, eylemlerinle dünyada nasıl bir fark yarattın?
Hangi gerçekliklerin yaratılışında sen rol aldın?
Hangi duyguların, hangi düşüncelerin başlangıç noktasında sen vardın?
Hangi ihtimaller senin sayende hayat buldu?
Senin sayende evrenin akışı nerede, nasıl farklılaştı?
Sen olmasaydın evrende acaba neler hiç yapılamamış olarak kalırdı?

Düşündün mü hiç?
Senin herşeyin bir parçası olduğun gibi herşeyin de senin bir parçan olduğunu.
Bir çok başlangıcın öncesinin, bir çok bitişin sonrasının sen olduğunu.
Kendini akıp giden bir nehir gibi hissetsen de akmakta olan suyun ulaştığı o son noktanın koskoca bir deniz olduğunu.

Bu dünyaya asla öylesine gelmedin.
Ve bir gün asla öylesine veda edip gitmeyeceksin.
Herşeyin bir nedeni, bir anlamı olduğu gibi senin hayata gelişinin de bir amacı, bir anlamı, bir değeri, bir önemi var.

Birbirini tetikleyen, birbirine karışan, birbirinin içinde eriyip, birbiriyle tamamlanan, bütün hareketlerin, bütün seslerin, bütün amaçların, bütün özlemlerin, bütün çilelerin, bütün mutlulukların, bütün acıların, bütün iyi ve bütün kötü şeylerin oluşturduğu evren de ki, birlik, bütünlük ve mükemmeliği, fark ettin mi hiç?

Varlığının, evrenin o muazzam kurgusu içinde hangi önemli görevleri üstlendiğini, hangi güzellikleri, hangi mükemmellikleri tetiklediğini, hangi olumsuz ihtimalleri doğma şansı tanımadan yok ettiğini,

Düşündün mü hiç?

11 Ekim 2010
Haşim Arıkan

Fotograf : Breaking dawn

6 Ekim 2010

İtiraf ediyorum...



Yaşadım.
Yaşıyorum.
Bazı şeylerde başarılı oluyorum.
Bazılarında ise başarısız.
Bazen çok güçlüyüm.
Bazen de zayıf.
Bazı şeyleri doğru, bazılarını yanlış yapıyorum.
Bazı şeyler yolunda giderken, bazıları korkunç bitiyor.

Zaman zaman düşüncelerimin önüne geçebilsem de.
Çoğunlukla düşüncelerimin ardında kalıyorum.
Bilmediklerimin esiriyim.
Bildikleriminse efendisi.

Kişiliğim adını verdiğim, özel bir hapishanede yaşıyorum.
Duvarlarını, kendime dair beynimde yarattığım imajlar oluşturuyor.
İçimde yaşadığım onca karmaşaya rağmen, kendimden, hep açık ve net ifadelerle, bütünlük taşıyan bir nesneymiş gibi söz ediyorum.
Öte yandan dışarıda başka bir ben var, evde başka bir beni yaşıyorum.

Sürekli özgürlükten dem vuran iflah olmaz bir sansürcüyüm.
Zihnimde yarattığım yargıç sayesinde, geçmişin şartlandırmalarıyla neyi yapıp, neyi yapmamam gerektiğini, neyi bastırıp, neyi bastırmamam gerektiğini, daha ilerilere nasıl gidebileceğimi sürekli kendime dikte edip duruyorum.

Bazı sorulara gelince ise hep tökezliyorum.
Düşüncelerim mi duygularıma bir anlam veriyor?
Duygularım mı düşüncelerimi yaratıyor bir karar veremiyorum.
Arzularım beni ısrarla kendilerine doğru çekerken, bırakmıyor beni bir türlü korkularım.
Ne korkaklığımı, ne de sevgi isteğimi belli edebiliyorum.
Kimi zaman haz ve zevk anılarımın beni götürdüğü, arzular denizinde yüzüyorum.
Kimi zaman acı ve ızdırap anılarımın yarattığı korku bataklığında boğuluyorum.

Sürekli düşünüyorum.
Çokluğum mu beni bu kadar zorluyor, yoksa azlığım mı bu kadar yoruyor?
Bütün bu yaşadıklarım bendeki eksiklikten mi, yoksa fazlalıktan mı kaynaklanıyor?

Aslında sadece, derinlemesine yaşamak istiyorum hayatı.

Gerçeklik üzerine düşüncelerimi değil, gerçekliği deneyimlemek...
Bana sunulan inanç sistemini hiç sorgulamadan kabul etmek değil, yaşayarak bilinene çevirmek...
İnanmak için önce hissetmek istiyorum.

Kim olduğumun daha fazla bilincine varmak istiyorum.
En insani yönlerimi cesurca sergileyebilmek.
Darbe alıp, kırılıp, yaralandıktan ya da kaybolduktan sonra bile yeniden sevebilmek.
Risk alıp yanılıp, başarısız olup, red edilsem bile tekrar denemek.

Yaşadığım herşeyi sevgiyle kucaklayabilmek istiyorum.
Onları bu bedende kaynaştırıp, onlardan muhteşem bir bütün oluşturabilmek.

Ve o gün geldiğinde;
Kendimi hala doğuramamış olmayı değil,
Kendini tamamen kullanmış bir insan olmanın hazzını hissetmek istiyorum.

6 Ekim 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Yes man

25 Eylül 2010

Yarının aşklarını şimdinin aracılığıyla dünün aşkları mı yaratmalı(ydı)?

Tam kapıdan çıkmak üzereyken her zaman ki o nefret ettiği sorusunu yöneltmişti ona. “Ne düşünüyorsun?” O da hiç bekletmeden yapıştırmıştı klasik cevabını.”Hiç bir şey” Kapanan kapısının sesi kulağına ulaştığında, keşke diye geçiriyordu aslında içinden. “Keşke! Hiç bir şey düşünmemeyi başarabilsem. Hiç bir şeyi sorgulamıyor, hiç bir şeyi, hiç bir şeyle karşılaştırmıyor, hiç bir şeyi değiştirmeye çalışmıyor, hiç bir beklentim olmadan, hiç bir sonuca ihtiyaç duymadan, hiç bir şey olmaya çalışmadan yaşıyor olabilsem...

Onunla tanıştıkları o ilk günü anımsadı. O güne kadar onun için hiç bir şey ifade etmeyen birinin o günle birlikte nasıl da bir an da onun her şeyi haline gelişini. Onun kendisini etkilemesine izin verişini...

Herşey bir an da gelişmiş. Yaşadıklarının adına da birlikte büyük bir keyifle “ilk görüşte aşk” etiketini koyuvermişlerdi. Arzuları zihinlerinde zaman kaybetmeden hemen birer model oluşturmuş, ikisi de o modellerin içine farkına bile varamadan hapsolmuştu. Sevgiliydi artık adları... Aşktı yaşadıklarının adı...Birbirlerinden beklentileri, yaşanması gerekenler ise zihinlerinde zaten kayıtlıydı.

“Aşk” diye fısıldadı... Başlarken düşlenen harika bir dünya. Bittiğinde geriye kalan ise kocaman bir boşluk. Aşk söz konusu olduğunda acaba neden arada bir plağı değişen ama hiç durmadan aynı havayı çalan bir gramafon olmaktan öteye gidemiyordu insan.

Neydi şu aşk denilen şey?
Bir hastalık mıydı?
Yoksa dedikleri gibi insanın aklını, mantığını yitirmesi mi?

Keşke gerçekten yitirebilseydi aklını?
O güne kadar aşka dair tüm bildikleri silinip gitseydi beyninden aşkın içine düştüğü o ilk andan itibaren.
Tanımsız, kuralsız, katıksız, saf, ortaya çıktığında kendinden başka hiç bir şeye duyguya, düşünceye izin vermeyen bir duygu olsaydı hissettiği.
Anlamını yaşayanların yaşarken verdikleri ama yaşayanlara bir anlam yüklemeyen bir duygu.
Her dokunuşun, her sokuluşun, her öpüşün yaşandığı anda bir adı,bir tanımı, bir tadı olsaydı.
İmkansızdı değil mi, insanın böyle bir duygu yaşaması?

Peki ama hangisi doğruydu?
İnsan, önyargısız, hiç bir kuralı, tanımı, düşü olmadığında mı aşkı daha gerçek yaşıyordu?
Aşka dair zihninde biriktirdiği kurallar, tanımlar, ön yargılar mı insanı gerçek aşka ulaştırıyordu?
Aşk, düşüncelerin önünde mi, yoksa düşüncelerin ardında mı yaşanmalıydı?

Sorun aşkta mıydı?
Yoksa insanın aşka dair zihninde biriktirdikleri mi sorunu yaratıyordu?

Düşündü. En azından kendi cevabını bulmaya çalıştı.
Aşk geçmişte yaşanan hazzın bir anımsaması, onun tekrar arzulanması mıydı?
Aşk düşüncenin bir başkasına ilişkin bir tablo yaratması mıydı?
Hissettiklerinin derinlerine inemezken, düşsel bir şeyi yaşamaya çalışmanın nasıl bir anlamı vardı?

Acaba hangi aşk, gerçek aşktı?
Yaşandığı anda hissedilerek tanımlanan mı?
Geçmişin küllerinden yaratılan düşlere, zihinlerdeki gerçek aşk tanımına uygun yaşananlar mı?

25 Eylül 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Pride & Prejudice

19 Eylül 2010

Ruhsal dilenci...

Doğumun, ölümün, kederin anlamını bilmek isteyen benken.
Acıyı çeken, üzülen, mutsuz olan benken.
Neden bana beni anlatacak birilerine duyduğum bu ihtiyaç!

Düşünüyorum...
Acaba hayatı benim adıma yorumlayacak bir bilge, bir guru gerçekten var olabilir mi ?
Konuşsa, anlatsa, bana neler söyleyebilir ki?
Kendi söylemek, anlatmak istediklerinden gayri.

Peki ya ben!
Ben, kendi kendime öğrenmeyi seçersem, öğreneceklerimin bir sınırı olabilir mi?

Neden bu kadar zor geliyor bana kendi kendimin ışığı olabileceğime inanmak?
Neden kendimin hem ustası hem çırağı, hem öğrencisi hem de öğretmeni olabileceğimi bir türlü kabul edemiyorum?

Yoksa artık hayatı araştırmayı, keşfetmeyi, anlamayı bıraktığım için mi başka birilerine duyduğum bu ihtiyaç!

Düşünüyorum...
Acaba ilk ne zaman ezberci bir makina olmayı, kendi hikayesi olan, mutlu ve yaratıcı bir insan olmaya tercih ettim?
Masumiyetin bana verdiği o sıradışı güveni ilk ne zaman yitirdim?
Kollektif olan tarafından emilip, sıradanlığın içinde kendimi ilk ne zaman kaybettim?

Ben, ne zamandan beri, birilerinin, birşeylerin beni beslemesini, bana umut vermesini, beni ayakta tutmasını bekleyen bir ruhsal dilenciyim?

İhtiyacım olan şey, gerçekten de bir bilge, bir guru, bir inanç, bir felsefe mi?
Yoksa kendi kendine araştırabilecek, keşfedebilecek, yaratıcı, özgür bir zihin mi?

Ben bugüne kadar, kendime bir soru sorup, onun içime işlemesine, mayalanmasını izin verip, ona dair esas gerçeği benden öğrenmeyi hiç denemedim ki....

19 Eylül 2010

27 Ağustos 2010

En son ne zaman kendinle başbaşa kaldın?

En son ne zaman kendinle başbaşa kaldın?
En son ne zaman, kendi içinde bir yolculuğa çıktın?
Sadece sen…., düşüncelerin…., duyguların….
Bugüne kadar hiç kimseye söyleyemediğin sırların.
Yalnız senin görebildiklerin, yalnız senin şahit oldukların.
İçinde sakladığın yoksulların, zorbaların, toplum dışına atılmışlıkların.
Suçluluk duyguların, kendine acımaların…
Kaçıp kurtulamadıkların.
Zaman zaman onları hapsettiğin mağaralarından kaçıp seni zor durumda bırakan canavarların.

Yüreğinde çalan mutluluk şarkılarını dinlemek yerine, bastırılmış duyguların yüreğini çınlatan çığlıklarına daha ne kadar katlanacaksın?
Onlar özgür olmak, dışarı çıkmak, kabul görmek için çırpınırlarken, sen onları daha ne kadar bastıracaksın?
Onlar bilinç altında her geçen gün biraz daha güçlenirken, sen onlara daha ne kadar yokmuş gibi davranacaksın?

Hayatının sonuna kadar mükemmellik maskesiyle, etrafına sürekli ışık saçmaya çalışarak mı yaşayacaksın?
Yoksa aydınlık tarafın gibi bir de karanlık tarafın olduğunu kabullenip, dışarıda bıraktıklarını kendine dahil edip, dönüşümünü başlatıp kendin gibi mi olacaksın?

Sen mi onları kullanacaksın?
Güçsüz kaldığın, kontrolünü kaybettiğin anlarda kendini onlara mı kullandıracaksın?

Hayat, insanlığımız ve ilahiliğimiz arasında denge kurabilmemizi, her ikisi ile de barışmamızı gerektiren sihirli bir yolculuk sanki…

Kabul etmelisin ki, sen de bir insansın.
Başkalarında gördüğün her türlü insani özelliği sen de içinde taşırsın.
Sen de herkes gibi, hem bir aziz, hem de bir zorbasın.
İyi olduğunu düşündüklerin kadar, kötü olduklarını düşündüklerinde sensin.

Hayat dediğimiz masal bu zıt çiftlerin birlikte varoluşu, dengesi üzerine kurulmuş…

Söyler misin?
Korku olmasa, cesur olmak ister miydin?
Hiç üzüntü yaşamasan, mutluluğa bu kadar değer verir miydin?
Karanlıkta kalmasan, ışıkla tanışabilir miydin?
İçinde yaşayan cahilin soruları olmasa, derinlerindeki o bilge tarafını fark edebilir miydin?

Bir gün,
Vücudunda gömülü olan o sindiremediğin duygularla iletişime geçip onları çözümleyebildiğinde ve zihninde biriken stresinde yok olduğunun fark edeceksin.
Bunu yaptığında farkındalık ışığının, senin dönüşümünü de başlattığını, o yıllardır içinde sakladıklarının nasıl da çözülmeye başladığını hissedeceksin.
En parlak ışığına, o karanlıkta bıraktığın, yok saydığın tarafını kabul ettiğinde ulaşabildiğine şahit olacaksın.

Korkularından kurtulup kendini özgür bıraktığında varlığın otomatik olarak çevrendeki insanları da özgür kılacak.
Senin ışığın parlamaya başladığında etrafındaki diğer insalarında bunu yapmalarına imkan vermiş olacaksın.

Sen mutluluğun tadını çıkartırken, çevrendekilere hissettirdiklerinle onları da kendi mutlulukları için umutlandıracaksın.

26 Ağustos 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Night watch

24 Ağustos 2010

Hadi söyle bana hayat.Biraz ondan bahset bana...

Hadi söyle bana hayat.
Beni kime doğru yaklaştırıyorsun?
O kim?
Ve şu anda nerede?
Kiminle birlikte?
Yoksa o da, beni mi düşünüyor benim onu düşündüğüm gibi?
Acaba tanıyor muyuz birbirimizi?
Peki onun beklediği, hayal ettiği ben hangi ben?
Ona ulaştığımda ben hangi ben olacağım?
O zamana kadar ruhumu kaplayan kaç kabuğu daha üzerimden sıyırmış atmış, beni çevreleyen kaç duvarı yıkmış, gerçek ben’e kaç adım daha yaklaşmış olacağım.
O da beni, benim onu sevdiğim kadar sevebilecek mi?
Onunla acılarımızı sardığımız, ara bir durak mı olacağız birbirimiz için?
Yoksa biz, beklediğimiz, aradığımız, arzuladığımız doğru kişiler miyiz?
Yüzde kaçını bana göstermeye cesaret edecek?
Peşinden sürüdüğü, bir türlü noktayı koyamadığı eskimiş hikayeyle mi bana gelecek?
Beni, ben de mi keşfedecek.
Yoksa beni de daha önceki deneyimlerine mi hapsedecek.
Diğer ilişkilere mi benzeyecek bizim de ilişkimiz.
Yoksa biz, özgün ruhlarımızı kaybetmeden birlikte olabilmeyi başarabilecek miyiz?
Birbirimizin hikayesindeki rollerimiz ne olacak?
O bana neler öğretecek, o benden neleri öğrenecek?
Birbirimizi acıyla mı, yoksa sevgiyle mi işleyeceğiz?
Neler takılıp kalacak benliklerimize bizlerden?
Ne kadar cesur olabileceğiz?
Onunla herşeyi hiç sakınmadan, eksiksiz, dibine kadar yaşayabilecek miyiz?
Sahte repliklere ihtiyaç duymadan, sadece içimizden gelenleri konuşabilecek miyiz?
Hadi söyle bana hayat.
Biraz ondan bahset bana...

05 Aralık 2008
Haşim Arıkan

Fotograf: Don't fade away

7 Ağustos 2010

Duygu ve bilinç aynı anda, aynı mekanda var olabilir mi?

Düşündün mü hiç?
İçinde taşıdığın, sana dahil, seni sen yapan, seni sen yapacak olan duyguları.
Bugüne kadar onları ne kadar yaşadığını...
Bundan sonra, ne kadarını yaşayamak için kendine şans tanıyacağını...
Hiç yaşanmamışları...
Daha yaşanmadan nasıl yaşanacağının kararı çoktan verilmiş olanları...
Eksik, yarım yaşananları, sende tutuklu kalanları...

Düşündün mü hiç?
Duygu ve bilinç aynı anda, aynı mekanda var olabilir mi?

Acaba sana engel olan şey duyguların kendisi mi, yoksa zihninde o duygulara dair oluşmuş olan düşünceler mi?

Hayal ettin mi hiç?
İçlerinde düşünce enerjin olmadan, yaşayacağın gerçek duyguların sana neler hissettirebileceğini...
Biçimlendirilmemiş saf duyguların, sana neler keşfettirebileceğini...

7 Ağustos 2010

1 Ağustos 2010

Dün ve yarın hep bugünde...

Hayat sanki hiç bitmeyen tek bir hareket gibi.
İnsanın gözlerinin önünden durmaksızın akıp geçiyor.
Bir şeylere tutunup, onları sahiplenmeye çalışmadığında, bir şeylerin bağımlısı olmadığında, gözlerinin önünden geçip gitmekte olan gösterinin seyri de, onun sana hissettirdikleri, düşündürdükleri de bir başka oluyor.

İşin sırrı bugünde.
Dün bir önce bugündü.
Yarın ise bir gün sonra bugün olacak.
Dün, bugün artık bir anı.
Yarın daima senin hayal gücünle sınırlanacak.

İşin zor tarafı;
Yarını bugünde hep, dünün düşünceleri ile karşılayacaksın.
Dünün önyargıları bugünü hep geçmişin içine çekip, kendini biraz daha güçlendirmek için çabalayacak.
Dün her zaman bugünü kendine benzetip, onunla geleceğe ulaşmaya çalışacak.

Arzularının kaynağı haz ve zevk anıların olacak.
Korkularının kaynağı ise acı ve ızdırap anıların.

Sen hep dünün duygu ve düşünceleriyle bugünü kontrol altına alıp kendini rahat ettirmeye çalıştıkça.
Bugün o sona ermeyen hareketin içinden sana daima farklı şeyler anlatmak için çabalayacak.
Ama sen onun gerçek sesini sadece, onu duymak için çabalamadığın, dingin ve sessiz olduğun zamanlarda duyabileceksin.
Dünün yönlendirmeleriyle onu tanımlamaya, bir sonuca ulaşmaya, bir şeyler için çabalamaya çalışmadığında onun sana gerçekten ne anlamak istediğini anlayabileceksin.
Bugünde, dünü değiştirebildiğinde, seni bekleyen o farklı gelecekleri görebileceksin.

Gözlerinin önünden geçip gitmekte olan görüntülerde inanılacak, kurallaştırılacak bir şey olmadığını keşfedecek,
Bunu keşfettiğin de ise özgürleştiğini hissedeceksin.

01 Ağustos 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Defiance

17 Temmuz 2010

Sanki içinde sen olmadan tek başına bir anlamı kalırmış gibi…

Hayat dediğin şey;

İçinde sen olmazsan tek başına nedir ki?
Onun bir anlamı olabilmesi için, ona her zaman sen gibi bir yolcu gerekli.
Ama nedense o unutur durur bunu sürekli,
Eninde sonunda ne yapar eder öldürür seni,

Senden öncekilere de yaptığı gibi.

Hayat dediğin şey;
Yaşadığın sürece oynar durur seninle sürekli,
Bazen yıldızlarla dolu sınırsız bir gökyüzü gibi hissettirir sana kendini.
Bazense yargılardan, kurallardan, düşüncelerden, duygulardan oluşan bir karmaşa.
Bazen sevginin, saflığın yörüngesinde küçük bir dünya,
Bazen de iç güdülerinin, vahşiliğinin, acımasızlığının pençesindeki bir zorba.
Bir gün fark edersin ki sen hepsinin bir toplamısın aslında!

Hayat dediğin şey,

Bitişi olmayan tek bir hareket sanki.
Kendini korumaya alman, rahat ettirmen için sıkıştırır durur seni eskinin düşüncesi.
O ise izin vermez buna, değişir, yenilenir eskinin dışına taşar durur sürekli.
Asla rahat ettirmez seni.
En sonunda da ne yapar eder öldürür seni.

Sanki içinde sen olmadan tek başına, bir anlamı kalırmış gibi…

Hayat dediğin şey;

Yoksa tüm öğrencilerini öldüren hain bir öğretmen mi?
Hangi öğrencisinin ondan ne öğrendiğini, ögrencinin kendinden başka kim bilebilir ki?

17 Temmuz 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Terminal

16 Temmuz 2010

Yüreğimizi dolduran tüm düşünceler yok olduğunda...


İkimiz de unutabilsek kendimizi,
Silebilsek zihnimizden, tüm bildiklerimizi!
Sadece “sen” ve “ben” kalsak.
Çıplak, yalın, tanımsız , kuralsız, yorumsuz, adsız.

Birbirimize bir şeylerle karşılaştırmadan bakabilir miyiz?
Yüreğimizi dolduran düşünceler yok olduğunda;
Onu sadece sevgiyle doldurabilir miyiz?
Acıların, tepkilerin, endişelerin içleri boşaldığında;
Yaşanacak olana hiç korkmadan yaklaşabilir miyiz?

Zihnimizde bize sürekli bir şeyleri anımsatan geçmişin gürültüsü kalmadığında.
Birbirimizin yüreğinden geçenleri de duyabilir miyiz?

Seninle aşka dair yaşanmamış yeni gerçekler yaratabilir miyiz?
Gerçek aşkı tadabilir miyiz?

16 Temmuz 2010
Haşim Arıkan

15 Haziran 2010

Aşk!


“Aşk nedir?” diye soruyorum. “Hangisini soruyorsun?” diye cevap veriyor bana. Sorusundan hiç bir şey anlayamadığımı fark edince başlıyor her zamanki gibi bana anlatmaya.

Aşkın iki tanımı vardır. Biri senin aşk kelimesine yüklediğin tanım. Diğeri ise gerçek aşk. Senin aşk kelimesine yüklediğin tanımı sadece sen bilebilirsin, ben onu asla bilemem. Ama gerçek aşk için sana şöyle bir tarif yapabilirim. Gerçek aşk senin sen de olmadığın andır.

Biliyor musun, insanların bir kısmı hayatı boyunca gerçek aşkı hiçbir zaman deneyimleyemez sadece aşk üzerine olan düşüncelerini deneyimler...

15 Haziran 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: Avustralya

19 Mayıs 2010

O...


O,
Senin kendini açığa vurabilmene, gerçekte kim olduğunu anlayabilmene yardım edebilmek için girer aslında hikayene.
Ama sen onu, kendinden kaçabilmek için istemişsen,
Senin için, düşlediğin bir düşünceyle savaşın olabilir sadece.

O,
Senin ona karşı olan davranışlarının, duygularının, ardında yatan asıl niyetini keşfedebilmene yardım edebilmek için girer hikayene.
Ama sen onu sırf kendi rahatlığın, mutluluğun, güvenliğin yüzünden istemişsen.
Onu yetersizliklerini, sorunlarını, belirsizliklerini kapatma aracı olarak görmüşsen.
Senin için, düşlediğin bir düşüncenin ruhunda yarattığı bir sıkıntı olabilir sadece.

Onu daha hiç tanımadan, onunla yaşayacaklarının nasıl olacağının kararını verebilmişsen.
Onu sırf gereksinim duyduğun için yada bir fikre dayandırdığın için istemişsen.
O,
Senin için, düşlediğin bir düşünceyle çatışman olabilir sadece.

Sen içsel hareketlerinin, dalgalanmalarının farkına varmadıkça,
Düşünüş biçimini, yüreğinden geçenleri tam anlamadıkça.
Ondan yararlanma gereksinimin ortadan kalkmadıkça,
O,
Senin için, bir yük, bir sıkıntı, bir uğraşma, bir savaşım olabilir sadece.

O,
Senin kim olduğunun kararını daha en başta verilebileceğin biri değil, hiç bir şeyle karşılaştırmadan bakabildiğinde keşfedebileceğin bir bilinmeyendir sadece.

O,
Onu zihninde yarattığın harika bir tablonun içine hapsetmediğinde, aradığın o gerçek sevgiyi paylaşabilir seninle...

19 Mayıs 2010
Haşim Arıkan

10 Mayıs 2010

İstersen sayfa sayfa oku kendi öykünü...


Yalnız değilsin.
Sen de herkes gibisin.
Senin de kafan karışık, sen de emin değilsin bildiklerinden.
Sen de sürekli güvende olmak istiyor, endişeleniyorsun.
Senin de acıların sürekli.
Sen de insanlığın öyküsüsün herkes gibi.

Bugüne kadar kimbilir kaç kişi, senin gibi ne acılar, ne sıkıntılar çekti.
Yaşadıklarından canı yandı, üzüldü, öfkelendi, isyan etti.
Neşe, haz ve sevginin parlayan alevleriyle herşey onun için yeniden canlandı.

Aslında yapman gereken tek şey, kendi öykünü öğrenmeye çalışmak.
Aradığın, merak ettiğin, endişelendiğin, sorguladığın herşey onun içinde gizli.
Kendini, ne olduğunu, belirsizliklerini, sorunlarını, bir türlü vazgeçemediğin güvende olma arzunu sen de herkes gibi onda keşfedeceksin.

İstersen sayfa sayfa oku öykünü.
İçindeki tüm acıları, endişeleri, sevinçleri, hazzı, mutluluğu yudum yudum tadarak.

İstersen red et onu okumayı.
Ben zaten hepsini biliyorum diye yaşadıklarınla inatlaşarak.

Belli mi olur? Belki de sen ilk bölümü bitirdiğinde çözersin öykünün tamamını.

Ama bilmelisin ki,”esas gerçek” daima bilinmeyenin ardında gizli.
Bildiğin sandıklarınsa, sadece geçmişin, sana kalan külleri.

Yaşamın anlamını çözebilmek için, yaşadıklarının kendi öykülerini sana anlatmalarına izin vermelisin.
Hayata geliş nedenini, kim olduğunu, sana sunulan ideolojiler içinden kendin için uygun olanı seçerek değil, yaşadıklarını tam olarak anlayarak çözebilirsin.
Hayatı “öğredim” diyerek değil, o en son an'a kadar “öğreniyorum” dediğinde keşfedilebilirsin.

9 Mayıs 2010
Haşim Arıkan

23 Nisan 2010

Düşünüyorum, öyleyse yokum…

Düşünüyorum.
Çocukları, çocuk olmayı, çocuk gibi yaşamayı.

Düşünüyorum.
İnsanın doğduğu ülkeyi, yaşadığı koşulları, ferdi olduğu aileyi.

Düşünüyorum.
Bir insan olarak hayatta; seçebildiklerimizi, seçemediklerimizi, kabullendiklerimizi, karşı koyabildiklerimizi, red edebildiklerimizi, değiştirebildiklerimizi, asla değiştiremediklerimizi, arzuladıklarımızı, katlanmak zorunda kaldıklarımızı, korkularımızı, çaresizliklerimizi, yitip giden umutlarımızı.

Düşünüyorum.
Yağmurlu bir günde, kırmızı ışıkta, yarı çıplak arabamın ön camını silmeye çalışan sümüklü küçük Güllü’nün o pırıl pırıl parlayan gözlerinin derinlerinde gizli umutlarına bakarken.
Gazetedeki haberde, çocuk asker İsmail’in neden buna katlanmak zorunda kaldığını anlattığı cümlelere sinmiş korkuyu hissederken.
13 yaşında kaçırılıp seks kölesi olarak kullanılan küçük Fabienne’in acı, tehdit ve dayakla örselenmiş yaşadıklarını okurken.
Tamircide ki, aklı sokakta futbol oynayan arkadaşların da olan küçük Hasan’ın kendisini azarlayan ustasına, kabul et ben daha çocuğum be usta diyen o gizli bakışlarını fark ederken.

Düşünüyorum.
İnsan olmanın kişiye verdiği hakları, bu hakları koruyabilecek kadar güçlü olamadığında yada tek başına karşı koyamayacağı kadar güçlü birileri tarafından zorla, tehditle, dayakla, elinden alındığında, insanın yaşamak ve katlanmak zorunda kaldıklarını, bu katlandıklarının ruhuna saplanıp kalan kıymıklarını, istemese de girmek zorunda kalacağı o karanlık, çıkmaz sokakları, en nihayetinde ise bütün yaşadıklarının kabullenmesi istenen sonuçlarını. Bu sonuçlar nedeniyle, ona yöneltilecek olan suçlamaları, yargıları, dışlamaları.

Düşünüyorum.
Çocukluk hakları gasp edilen çaresiz çocukları.

Düşünüyorum.
İnsanın ucu kendisine dokunmayan bazı acı gerçeklere karşı neden ve nasıl bu kadar duyarsız kaldığını. Bu gerçekleri zamanla nasıl kanıksadığını, onlara karşı zamanla nasıl duyarsızlaştığını, onları sıradanlaştırıp, nasıl ustaca unutmayı başardığını.

Düşünüyorum.
Neden eylemi ilk başlatan değil de, hep birilerini izleyen olmaya çalıştığımı. İçimde bir türlü bastıramadığım yeryüzünde var olan düşüncelerin, hep en sonunda durma isteğimi. Neden hareket planını ilk oluşturan olmayı değil de, olanı kabullenen olmayı seçtiğimi. Kurtarıcı olarak beklenen ama bir türlü gelmeyen kişinin, ben olabileceğim ihtimalini, neden hiç düşünemediğimi.

Düşünüyorum.
Öyleyse yokum.
Çünkü sadece düşünüyorum.
Gözümün önünde uluorta işlenen bu seri cinayetler için, duygularımı sunmanın dışında hiç bir şey yapmıyorum.
Dürüst olmak gerekirse, ben bu hayat oyununu, fasulyeden oynuyorum.

Varlığımı hissettirmeme rağmen sanki yokmuşum duygusu vererek yaşıyorum. Yada bütün bu şahit olduklarımın hiç biri, sanki hiç olmamış gibi.

23 Nisan 2009


19 Nisan 2010

Anlamı var olan bir yaşama, farklı bir anlam kazandırma özlemi...

Biliyor musun?
Her insanın ruhunun kendine özgü, farklı, doğal bir üslubu vardır.
Bu üslup insanın tüm düşüncelerine, isteklerine, hareketlerine, davranışlarına yansır.
Ve yine onun yüzünden karşısındaki insanın üslubunu yargılar, acımasız bulur, aşağılar.

Oysa herkesin üslubunun kendine has incelikleri, sertlikleri, güzellikleri, acımasızları vardır.
Kimi yaşanan acıları doğal karşılar.
Kimi yaşadığı hiç bir şeyden korkup çekinmez.
Kimi kötülükleri sineye çeker.
Kimi dünyada ki hiç bir şeye karşı kendini savunmaz.
Kiminin mutlulukları acı doludur.
Kiminin acıları ise mutludur.

İnsanın hayatını cehenneme çeviren de, yine bu üsluptur.
İnsan, hayatı, ruhunun bu özgün üslubu ile yaşamak yerine, dışarıdan kendisi için uygun bulduğu başka bir üsluba göre yaşamak istediğinde, ruhu iki üslup arasında sıkışır kalır, bütün doğallığı, samimiyeti, huzuru uçup gidiverir, hayatı gerçek bir acıya, bir cehenneme işte o zaman dönüşür.

Oysa gerçek mutluluğa sadece, ruha, o kendine özel, doğal üslubunu yaşayabilmesi için izin verildiğinde ulaşılır...

17 Nisan 2010

18 Nisan 2010

Hiçliğe uyandım bu sabah...

Hiçliğe uyandım bu sabah.
İzin vermedim bugün dünyanın bana dokunmasına.
Sakin, dingin bir gün yaşamak istedim yalnız, kendimle başbaşa.
Zihnimdeki o her an kullanıma hazır sözcüklere hiç dokunmadım.
Özgür, hesapsız, kuralsız konuştum, belki de yıllar sonra yeniden onunla.
Ne herşeye uygun nedenlere bulandım.
Ne de bir neden olabilecek herşeye kapıldım.
Zihnimdeki, düşüncelerin oluşturduğu o ağır perdenin ardından bakmadım bugün hayata.

İsimsiz, tanımsız, kategorisizdi herşey bugün.
Bir çocuk gibi, hayata sadece duyularımı kullanarak yaklaştım.
Bugün;
Herşeyi ilk defa gördüm,
Herşeyi ilk defa duydum,
Herşeye ilk defa dokundum.
Herşeyi ilk defa kokladım.
Hayatı hiçbir şey düşünmeden, sadece hissederek yaşadım.

Meğer herşey, hiçliğin içinde gizliymiş bugün anladım.

8 Ocak 2010
Haşim Arıkan

16 Nisan 2010

Kendi seslerini duymaya çalıştıkça kulaklarına hep başkalarının sesleri çalınır olmuştu....


Günler ayların, aylar yılların, insan ise hızla akıp giden zamanın telaşında koşturup dururken, hayat da hızla tükeniyordu. İnsanlar kendileri hakkındaki gerçeklere başkalarının aracılığıyla ulaşmaya çalışırken kendilerinden uzaklaşıyor, kendilerine dokunmak isteyen elleri hep başkalarına doğru uzanıyor, kendi seslerini duymak isterken kulakları hep başkalarının seslerine kayıyordu.

Herkes kendi gerçeğini başkalarının sözlerinde arıyor. Kendi düşüncelerine değer vermeyip, sürekli başkalarının düşüncelerinin peşinde sürekleniyordu. Dünyadaki tüm düşüncelerin en son noktasında duruyormuşcasına, başkaları tarafından onaylanmamış hiç bir düşünceye bir türlü inanamıyordu.

Derken insanların bir kısmı, bu garip döngüden yoruldu. Kendini bu alışkanlıklar ve bağımlılıklar üzerine kurulu düzenin dışına çıkarıp, yıllardır yaşamakta olduklarına, bir kez de dışarıdan baktı. Kendi içindeki bilgenin sesini duydu, onunla tanıştı. Onunla birlikte yaşamaya alıştı. Yaşadıklarını bireysel beyniyle ve yüreğiyle, hakkını vererek düşünmeye ve hissetmeye başladı. Tüm dikkatiyle, tüm farkındalığıyla yaşamını yeni baştan tekrar sorguladı. O zaman fark etti ki, o güne kadar bütün öğrendikleri, ona öğretilenler, zihninde biriken eskiler, sonunda aşamayacağı kadar yüksek bir duvar olmuş, her yeni adımında sürekli onun önünü tıkıyordu. Yıllardır ona öğretilenlerin etkisi ile, kendisiyle ilgili beyninde oluşturduğu imajları, kendine öylesine kuvvetli yapıştırmıştı ki, onlardan kurtulup, olduğu gibi yaşamayı neredeyse tamamen unutmuştu.

Ulaştığı bu yeni farkındalık düzeyi iç dünyalarındaki görünmez kapıyı onun için yavaşça araladı. Ve kendisini bu kısır döngüye hapsedenin yüzünü ilk kez o zaman gördü. Gördüğü yüzün aslında yine kendisi olduğuna çok şaşırdı. Bunca yıldır kendini düşünceleriyle nasıl esir aldığını işte o an anladı.

Artık önünde iki şık vardı.

Bir kısmı zor olanı seçti.

Kendisiyle ilgili beyninde oluşturduğu bütün imajlara, beyninde biriktirdiği, ona geçmişten miras kalan eskilere ihtiyacı olmadığına kendini inandırdı ve onlardan kurtuldu. Onlara ihtiyacı olmadığına kendini ikna edince hiçbirinin onun üzerinde artık hiç bir etkisini kalmadı. Kalan her gününü geçmişin bir devamı olarak değil, yeryüzündeki ilk günüymüş gibi, geçmişten tamamen bağımsız, olduğu gibi yaşamaya başladı. Olanla baş edebilmek için olması gerekene sığınmaya bir daha ihtiyaç duymadı.

Bir kısmı kolay olanı seçti.

Kanıksadığı o kalabalıktan ayrılmaktan, yalnız kalmaktan korktu. Geçmişin onu hapsettiği o dar çerçeveye razı oldu. Mutluluğunun itici gücünün kendisi olduğunu tamamiyle unuttu. Geçmişten taşıdığı tüm olumsuz duyguların onu yönlendirmesiyle, etrafındaki insanlara göstermek için kendine sürekli imajlar buldu. Sonunda oluşturduğu bu imajlara kendini öyle kaptırdı ki, gerçekten olduğu insanı kendisi bile tamamen unuttu. İçinde o hiç bir zaman sona ermeyen çaresizlik duygusu ile, olanla baş edebilmek için hep olması gerekene sığındı durdu.

04 Ekim 2008
Haşim Arıkan

14 Nisan 2010

Cahil ve de bilgeyim...

Cahil ve de bilgeyim.
Kendinden başka hiç kimsenin düşüncesine önem vermeyen.
Herkesin düşüncesini fazlasıyla önemseyen.
Sakin olduğu kadar öfkeli.
Anlayışlı olduğu kadar bencil.
Cesur olduğu kadar korkak.
Mutlu olduğu kadar acı çeken.

İnsanım.
Sadece insan.
Kaynağı kendisi olan hiç bir duygudan ve düşünceden korkmayan.
Kendi duygu doğasına her zaman saygılı olan.
Onları yok etmek, bastırmak yerine, fark gözetmeksizin hepsini tanımaya, anlamaya çalışan.
Gölgeni inkar ederek aydınlığa ulaşılamayacağının, karanlık tarafına hükmetmedikçe aydınlık için gerekli beceriye sahip olunamayacağının farkında olan.
İnsani büyümenin içindeki birşeyleri dışarıda bırakarak değil, kendinin olan herşeyi biraraya getirdiğinde gerçekleştiğine inanan.
Gerçek özgürlüğü, kendini, arzuladığı, hayal ettiği, kendi uydurduğu mükemmellikle karşılaştırmadan, kendine direnmeden, kendini olduğu haliyle sahiplenip sevebildiğinde yaşayabileceğinin farkında olan.

Bir gün perde kapandığında kendini hala doğuramamış olmayı değil, kendine dahil herşeyi kullanmış olmayı arzulayan.

10 Mayıs 2009
Haşim Arıkan

9 Nisan 2010

Nasıl inkar edebilirim ki?

Aslında bana yaşattıklarından dolayı zaman zaman hala canım acıyor.
Kimi zaman sana karşı öfkeyle sarmalanmış bir nefretle dolup boşalıyor ruhum.

Ama sakin olduğum zamanlarda durup biraz düşünüyorum da;
Hak ettiğin şey gerçekten de bu mu olmalı senin?
Eğer sen olmasaydın,
Karşıma çıkmasaydın,
Seninle yaşadıklarım sonucu farkına vardıklarımın nasıl farkına varabilirdim?
Seninle keşfettiklerimi sen olmadan ne zaman ve nasıl keşfedebilirdim?

Nasıl inkar edebilirim ki?
Hayatıma benden habersiz girmedin.
Girmene ben izin verdim.
Ben de, kahramanları olduğumuz hikayede, payımıza düşen her ne varsa yaşayalım istedim.
Ben yaşadım.
Sen yaşattın.
Ben keşfettim.
Sen keşfettirdin.
Sen de bana, benim sana yaptığım gibi, kendime ve hayata dair keşiflerim için yardım ettin.
Belki zor olan rolü sen üstlendin.

Okuduğun satırlardan da anlayacağın gibi, bu defa yaşadıklarıma daha önce hiç bakmadığım pencerelerden bakmaya çalışıyorum.
Bu defa acılarıma, yaralarıma ganimet sanki onlarmış gibi hemen sarılmak istemiyorum.
Onları ruhuma kalıcı olarak yapıştırmak istemiyorum.

Belki de ilk defa,
Yaşadıklarımı bana hissettirdikleri acılarla değil, bana fark ettirdikleriyle hatırlamak istiyorum.
Artık ben de kabul ediyorum.
Bazen hayatın bizim için içine gizlediği o özel zarfı bulabilmemiz için bu acıları yaşamamız, birilerinin bize bu acıları yaşatması gerekiyor.
Ve inanıyorum ki,
Bu dünyada neyi, nasıl yaşarsak yaşayalım, hepsi muhakkak bize bir şey katıyor.
Onları herşeyiyle kabullenmeye çalışmak bile, insanı rahatlatıyor.

Farkındayım.
Bu çok da kolay olmuyor, insan bu gerçeği kabul edene kadar hep o ilk gördüklerine bakıp aldanıyor.
Sabırlı davranıp, hayatın, yaşadıklarının içine gizlediği o özel zarfını bulup, okuyup onu hemen anlayamıyor.
Hak etmediğini inandığı için karşısındaki insanı bir türlü bağışlayamıyor.
Bağışladığında mutlu ve huzurlu olacak kişinin aslında kendisi olduğunu bir türlü fark edemiyor.
Bu yüzden de,
Acılarından vazgeçmeyerek, karşısındaki insanı yıllarca affetmeyerek en büyük cezayı yine kendine veriyor.
Eskinin acısının yüreğini sürekli acıtmasına kendisi izin veriyor.
Sırf sona ermeyen bu acılar yüzünden, kendini bir çok şeyden mahrum bırakıyor.
O acılara ihtiyacı olmadığına bir türlü kendini inandıramıyor.
Yaşadıklarının bütün ağırlığını yıllarca ruhunda taşımayı, aslında isteyerek kendisi seçiyor.

12 Ocak 2008-08 Nisan 2010

7 Nisan 2010

Sen, ancak düşüncelerin kadar özgürsün.



Düşüncelerinle yaşamını nasıl etkilediğini fark etmeden yaşamaya devam ediyorsun...
Kendine bakıpta görmeden, kendini duyupta işitmeden...
Aynı düşüncelerin hapsinde, yaşamı sürekli tekrar ederken...

Yaşadıklarını tanımladığın o düşüncelerin, geçmişle sınırlı olduğunu gözardı ederek sürekli herşeyi yargılıyor, tartıyor, karşılaştırıyorsun.

Peki ya gerçek!
Gerçek dediğin şey hangisi sence?
Birşeyi ilk defa yaşadığında, duyusal olarak hissettiğin o ilk tanımsız an mı?
Düşüncelerin ona bir anlam yüklediği, sonraki zaman mı?

Korkularını yaratan, sana hayatı sürekli frene basarak yaşatan hangisi?
Yaşadıkların mı?
Düşüncelerinin onlara yüklediği anlamlar mı?

Düşünüyor musun hiç?
Acaba gerçeği ne kadar gerçek, ne kadar duyusal yaşayabiliyorsun?
Yaşayacaklarına ne kadar önyargısız, beklentisiz yaklaşabiliyorsun?
Geçmişle örselenmiş seni ardında bırakıp, yaşayacaklarını hiç bir şey düşünmeden, tamamen yargısız, kuralsız ne kadar yaklaşabiliyorsun?

Unutman gereken neleri, sürekli hatırlıyor?
Hatırlaman gereken neleri, sürekli unutuyorsun?

Farkında mısın?
Sen ancak düşüncelerin kadar özgürsün.
Kendine, hayatın ancak düşünebildiğin kadarını yaşatıyorsun.

Yaşamak, derken de...
Hayat her zaman senden, senin cevabını beklese de.
Sen sadece, olan bitene kendi içinde bir tepki veriyorsun...

01 Ağustos 2009
Haşim Arıkan


Fotograf: Tell-Tale

1 Mart 2010

Sadece hepimizin hemfikir olduğu şeyler gerçek bunu sakın unutma!

Söylesene!
Daha ne kadar direnebileceksin?
Korkmuyor musun yoksa başına geleceklerden?
Hadi artık kulak ver sana söylenenlere.
Kabullen.
Ehlileş.
Direnme.
Hizmet et.
Ödün ver.
İnkar et, bırak, sil kendini, terket.
Boşalt ruhunu.
Eğer bunu yaparsan;
Keşke yaşamamış olsaydım diyeceklerini yaşamazsın.
Seninle doğan, sadece sana ait olan, bir insan için o en özel şeyi, kendin için bir işkence aracı haline getirmezsin.
Ama bunu yapmaz, içsel rüyalarına inanmayı, otantik benliğinin peşinden gitmeyi seçersen;
İçindeki o özgür ruh neler yapabileceğinin hayalleriyle sürekli rahatsız eder durur seni.
Kendine olan saygınla birlikte yok olacak olan içindeki kahraman kötü yollara sürükler seni!
Aklın karışır etrafına her baktığında, acaba gerçek olan hangimiziz diye.
İçindeki bitmek bilmeyen inkar ve savunma gelgitleri arasında sıkışır kalırsın.
Hadi kulak ver bir an önce sana dayatılan, miras kalan o inançlara, kurallara.
Vazgeç kendinden.
Direnme.
Sorgulama.
Razı ol.
Seç sen de sana uygun görülen bir imajı, sen de o örnek insanlardan ol.
Olacakların şimdiden olması, inan gelecekte olmasından çok daha iyi.

Sen dünyaya neden geldik sanıyorsun ki?
Hepimiz aynı olmak için!
Hepimiz birbirimize benzemek için!
Hep birlikte aynı toplumsal rüyaları görmek için!

Yeter artık, senin inandıklarını gerçekmiş gibi göstermeye çabalama.
Sadece hepimizin hemfikir olduğu şeyler gerçek, diğerleri için kendini boşyere kandırma.
Hazırla bir an önce kendini, sana önerilen yaşamı yaşamaya.
Razı ol sen de ikinci el bir yaşama.

25 Şubat 2010
Haşim Arıkan