20 Kasım 2011

O haritası olmayan bir deniz gibidir...


Geçmişten zihnine saplanan korkular.
Yılların birikimi pişmanlıklar.
Beynindeki kime ait olduğunu bilemediğin, silmediğin parmak izleri.
Nedeninin farkına varılmadan yaşanan içsel hareketler, dalgalanmalar.

Dün’le yaklaşılan an’lar.
Dünün yükü, yarının sıkıntısı yüzünden bir türlü dolu dolu yaşanamayanlar, eksik, yarım kalanlar.
Geleceğe ilişkin endişeler.
Biçimlenmiş zihinler.
Gizli güdüler, niyetler.
Zihinde yaratılan tablolar, modeller, biçilen roller.

Gereksinim duyulduğu için yaşanan, bir türlü doyurmayan ilişkiler.
Tam anlamıyla sahip olunamayan, tam olarak hissedilerek yaşanamayanlar.

Düş kırıklıkları.
Ani, doğaçlama, doğrudan yaşananlar.
Yüzleşmekten kaçılan çatışmalar.
Gözyaşları, kırgınlıklar, acılar.

Kendini ilişkide açığa vuranlar,
Değişmeye çalışmadan kim olduğunu anlamaya çalışanlar.
Kendine onaylama yada yargılama ile yaklaşmayanlar.
Kendini özgür bırakanlar.
İlişki sayesinde kendinin farkına varanlar.
Yüreğinde ki zihne özgü şeyleri boşaltıp, yüreğinde sevgiye yer açanlar.
Eskiden kurtulanlar.
Gerçekleşeni düşüncenin yörüngesine oturtmadan, duyusal yaşamaya çalışanlar.
Enerjilerini karşılaştırmak, tanımlamak, kaçmak, bastırmak yerine gerçekte olanı gözlemlemek için harcayanlar.
Yaşanana kendi öyküsünü anlatabilmesi için şans tanıyanlar.

Bir duygu,
Ortaya çıktığı anda kendinden başka hiç bir duyguya, düşünceye yer bırakmayan katıksız, saf ve yoğun.
Onu yaşarken alınan bütün zevklerin, verilen zevklerle karşılandığı.
Bir tarafa kazandırıp, diğer tarafa kaybettirmeyen,
Bir tarafın zevki, diğer tarafın acısıyla elde edilmeyen.
Yaşayanları birbirlerine bağımlı hale getirmeyen.

Bir duygu,
Anlamını onu yaşayanların, yaşarken verdiği, yaşayanlara bir anlam katmayan.


20 Kasım 2011
Haşim Arıkan

Fotograf: Love Story

10 Kasım 2011

Atatürk'den anılar...


Atatürk'e birgün, renkli olarak çizilmiş, devlet arması için biçimler getirmişlerdi. Bunlarda egemen olan öğe ya kurt başı ya da ay-yıldızdı. Ressamlarımızın bulduğu bu armaların hiçbirini, Atatürk, kurduğu devletin Cumhuriyet arması olarak kabul etmedi. Bu armalara, düşünerek defalarca baktı.
Sonunda “Bunların hiçbiri bugünkü dünyamızın içinde kurulan yeni bir devletin arması olamaz. Devlet armasını, simgesel bir insan başı temsil etmeli” dedi.
Bu konuda yaptığı açıklama şöyleydi:
“Bu dünyada herşey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade edemeyeceği hiçbir şey düşünemiyorum.”
Böylece o zaman, Atatürk’ün onayından geçmiş bir Cumhuriyet devleti armamız yapılamadı.

Bir gün Atatürk, tarihle ilgili kalın bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken, Devlet Başkanının kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olacak ki, Atatürk’e şöyle dediğini duydum: Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma. 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın. Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu çok samimi yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi: Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım.

Bir gün vatandaşın biri kasaba ya da köy kahvesinde gazete kağıdına sararak hazırladığı bir sigarayı içerken, fena kokusundan şikayet ediyor ve bütün iyilik ve kötülükleri en başta bulunana atfetmek itiyadı ile Atatürk aleyhinde ağzına geleni söylüyor. Kahvede bulunanlar zabıt tutuyorlar. İş hükümete intikal ediyor. Cumhurbaşkanına karşı işlenen suçlardan dolayı takibatta bulunmak O’nun müsaade ve muvafakatına bağlı olduğu için ilgili vekil meseleyi kendisine arz ediyor, takibat için müsaadelerini istiyor.
Atatürk vekile soruyor:
“Sen hiç gazete kağıdı ile sarılmış sigara içtin mi?”
Vekil “Hayır efendim” diye cevap veriyor.
Atatürk, “Ben içtim” diyor, “O kadar berbat bir şeydir ki... Adam haklıdır, ben de olsam aynı şeyi yapardım. Takibata lüzum yoktur. Zavallıyı serbest bırakınız.”

Bir öğrenci anlatıyor, Mahmut Sadi: “Yıl 1923... İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. ‘Avrupa’ya talebe yollanacaktır.’ ‘Allah Allah’ diyorum, ülke yıkık dökük yıl 1923... Avrupa’ya talebe! Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk ‘Berlin Üniversitesi’ne gitsin’ diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci Garı’ndayım, ama kafam öyle karışık ki gitsem mi, kalsam mı orada ben unutulur muyum, para yollarlar mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim, döndüm. O sırada bir müvezzi ismimi çağırdı:
“‘Mahmut Sadi, Mahmut Sadi, bir telgrafın var.’
“Telgrafı açtım aynen şunlar yazıyordu:
“‘Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz.’
“Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hesap edebilen bir lider, dünya lideri olmasın da ne olsun! Yıl 1923, biz evimizde bir çocuğumuzun huyunu değiştiremiyoruz, bir huyunu. Tüm ülkenin huyu değişiyor. Bununla uğraşan bir insan, yolladığı 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hissedebiliyor.”
Mahmut Sadi devam ediyor:
“Gel de şimdi gitme, git de orada çalışma, dön de bu ülke için canını verme!” diyor.

Atatürk, yurdumuzu ziyaret etmekte olan Yugoslav Kralı Aleksandr ile, İstanbul'da Dolmabahçe Sarayında konuşurken, konuk kral:
'Ekselans' dedi. 'Biz Türkler'i çok severiz. O kadar çok ki, zamanında Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Lloyd George Batı Anadolu'yu Yunanistan'a önermeden önce bize önermişti. Fakat biz Yugoslavlar, Türkler'i çok sevdiğimiz için Lloyd George'un bu önerisini kabul edip Anadolu seferine çıkmadık.'
Atatürk, kralın bu sözlerine şu yanıtı verdi:
'Haşmetmaap, önce bize karşı olan sevginize teşekkür ederiz. Sonra, büyük geçmiş olsun…

Atatürk Çankaya’da hemen her akşam fikir ziyafetleri düzenler ve bu ziyafetlerde de leziz tartışmalar açarak söyler, söyletir, çevresindekilerin aynı konudaki çeşitli düşüncelerini öğrenmeye pek çok önem verirdi.
Kişiliği, ender ve olgun düşüncelerin yaratıcı kaynağı halinde parıldayan Atatürk’ün bu hususta gösterdiği dikkat ve özen, eski ve samimi arkadaşının merakını, biraz da hayretini çeker. Kalkıp sorar:
“Sanki ihtiyacınız varmış gibi, herkesin düşüncesini bu kadar gayretle sorup anlamanızdaki amaç nedir?.. Size ne yararı olabilir yani...”
Arkadaşının sorusuna Atatürk gülerek şu yanıtı verdi:
“Ne düşündüklerini anlamaya çalıştığım kimselerin düşünceleri, benimkilerin aynı ise ala... Düşündüklerim daha güç kazanmış olur. Yok eğer benimkinin aynı değil de farklı ise gene mükemmel, fena mı? Ben de çeşitli fikirler elde etmiş olurum, aynı zamanda kendimi her iki durumda da kazançlı kabul ediyorum. Dikkat ettim. Bazen hiç olmadık adamlardan, ben çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir kanıyı küçük görmemek gereklidir. En sonunda kendi düşüncemi uygulasam bile, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.

İzmir’deki suikast girişiminden sonra Atatürk, kendisini öldürmeye kalkışan iki kişiden birini, sorgusu tamamlandıktan sonra yanına çağırdı. Odada kimse yoktu. Atatürk adama sordu:
– Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?
– Evet.
– Mustafa Kemal ne yapmış ki onu öldürecektin?
– Fena bir adammış... Memlekete çok kötülük yapmış... Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
– Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
– Hayır
– O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldüreceksin?
– Geçerken işaret edecekler, “Mustafa Kemal işte budur” diyeceklerdi... Ben de ateş edip, öldürecektim.
Atatürk birden cebinden tabancasını çıkartarak adama uzattı:
– Mustafa Kemal benim! İşte şu anda da karşında duruyorum. Haydi, al eline tabancayı ve öldür beni!...
Adam bu yanıtı alınca bir süre şaşkın şaşkın Ata’nın yüzüne baktı baktı, sonra kendini yüzüstü yere attı ve... Yüksek sesle, içini çeke çeke ağlamaya başladı.

Nutuk’un kaleme alındığı günlerde Atatürk sofrada imkan buldukça okurdu onu etrafındakilere, okuduğu yerlerde zaman zaman heyecanlanır, coşardı. Tabii hepsini tek başına sonuna kadar okumasına imkan yoktu. Birkaç gün sonra Kâtib-i Umumi’sine, köşk mensuplarına ve yakınlarına okutuyordu. Günlerce sürdü bu okuma. Sonuna doğru gelirken Kâtib-i Umumi’sine “Ver buraları ben okuyacağım” dedi. Sanki bir yere yaklaşır gibi göğsü artan bir heyecanla kalkıp iniyordu. O nereye geleceğini biliyordu. Sofrada olanlar adeta soluk almıyor, O’nun o görülesi halini heyecanla izliyordu. Bir anda sesi değişti, yüzü kıpkırmızı oldu. Coşkulu ama şiirsel bir ifade ile bağırarak, “Ey Türk Gençliği Birinci Vazifen” diye başlaması ile gözlerinin dolması ve yaşların damla damla süzülmesi bir oldu. Bir yandan o vakur sesiyle okuyor, bir yandan da ağlıyordu. Tabii oradakilerin hepsi de, hepimiz de ağlamaya başladık.

Sene 1938, 10 Kasım... İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir Alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer: “Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?” “Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.” İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak “Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki” der.


29 Ekim 2008
Haşim Arıkan

Alıntı (Kaynak): Bütün Dünya Dergisi