3 Aralık 2012

Eski aşkların olumsuzlamalarıyla, yeni aşklara yelken açmak...



Çarşamba günü duruşması vardı. İkinci evliliği de iki gün sonra artık kağıt üstünde de son buluyordu. Evlilik konusunda neden bir türlü başarılı olamadığını düşündü. Daha önce bir çok defa can simidi olarak sarıldığı“Hayatta başarısızlık diye bir şey yoktur sadece deneyim vardır.”cümlesi bu defa işe yaramadı.

Hayat -yaşarken farkında olmasa da-seçimleri neticesinde ulaştığı her yeni gerçeklikle insanı bir yerlere doğru çekiyordu. Belki de hayatın çekim gücü, her yeni deneyimle insanı onun için en doğru olana doğru yaklaştırıyordu. Eğer attığı sayısız adımın sadece sonuncusu insanı asıl hedefine ulaştırıyorsa, onu o hedefe yaklaştıran ondan önce adımlar nasıl başarısızlık olarak değerlendirilebilirdi ki? 

Başını oturduğu koltuğa dayayıp gözlerini kapadı.  Kapamasıyla birlikte zihninde oluşturduğu anılar koleksiyonunun, ilişkilerinin henüz yeni başlamış olduğu o ilk günlere ait nadide bir parçası, bir anda fırlayıp gözlerinin önüne düşüverdi. Yaşadığı o harika anların görüntülerinin yüreğinde yarattığı titreşimle gülümsedi.

İnsan her seferinde inatla,  zihninin onun için hazırladığı tuzağa düşüyordu. İlişkinin en başında hep birbirinin neleri sevdiğine odaklanırken, sonrasında karşısındakinin onu tedirgin eden davranışlarına odaklanmaya başlıyordu. Mutlu olmak, hayattan keyif almak, huzur içinde yaşamak arzusuyla başlayan o baş dönürücü deneyim bir süre sonra, sürekli itelenen, mücadele edilen bir hale dönüşüyordu. ”Aşk” adıyla başlayan o müthiş birliktelik, sessiz, umutsuz bir kader birliğine dönüşüyordu.

Tuhaf bir duyguydu aşk aslında, onu dolu dolu yaşayabilmen için önce aklını başından alıp sana kendini unutturuyor, kendini yeniden hatırlamaya, fark etmeye başladığındaysa sana artık tat vermiyordu.

Neydi acaba aşkı bu tuhaf döngüye hapseden şey;
Onu düşüncelerin yörüngesine oturtmaya çalışmak, zihnindeki düşüncelerin bağlarından kurtarıp onu özgür bırakamamak mıydı?
Karşındaki insanı daha tanımadan, onunla yaşayacaklarının kararını vermek miydi?
Onu zihninde yarattığın harika bir tablonun içine hapsetmek miydi?
Yoksa onu hiç bir şeyle karşılaştırmadan keşfedememek miydi?
Ya da onu sırf gereksinim duyduğun, bir fikre dayandırdığın için istemek miydi?

İnsan,  içsel hareketlerinin, dalgalanmalarının farkına varamadıkça,yüreğinden geçenleri,düşünce biçimini anlamadıkça galiba bu tuhaf  döngüyü ne yaparsa yapsın değiştiremiyordu!

Her bitiş sonrasında olduğu gibi, yine içindeki o büyük gücün harekete geçtiğini hissetti.  Bu sanki insanın hayatta kalmak için desteğe ihtiyacı olduğu zamanlar da içinde uyanan ilkel, vahşi bir şeydi. Yangınlar ormanları kül ettikten sonra açan vahşi çiçekler gibi. Bir çok insan korkup, onu kalplerinin derinliklerinde saklıyordu. “Özgürlük” dü bu büyük gücün adı.

İnsan hayatı boyunca hep gerçekten olduğu kişi olarak yaşamasına izin verilen yeri arıyordu. Hayatın anlamlı olduğunu hissedebileceği yeri. Yani özgür olduğu yeri.

Peki kendisi sürekli özgür olduğu yeri aramaya devam ederken, acaba yaşadığı ilişkilerde karşısındaki insanı ne kadar özgür bırakıyordu?
Aşkı hiç bir eksiği olmayan bir özgürlük olarak ne kadar yaşayabiliyordu, yaşatabiliyordu?

1 Aralık 2012
Haşim Arıkan


10 Kasım 2012

Atatürk'den anılar...


Atatürk'e birgün, renkli olarak çizilmiş, devlet arması için biçimler getirmişlerdi. Bunlarda egemen olan öğe ya kurt başı ya da ay-yıldızdı. Ressamlarımızın bulduğu bu armaların hiçbirini, Atatürk, kurduğu devletin Cumhuriyet arması olarak kabul etmedi. Bu armalara, düşünerek defalarca baktı.
Sonunda “Bunların hiçbiri bugünkü dünyamızın içinde kurulan yeni bir devletin arması olamaz. Devlet armasını, simgesel bir insan başı temsil etmeli” dedi.
Bu konuda yaptığı açıklama şöyleydi:
“Bu dünyada herşey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade edemeyeceği hiçbir şey düşünemiyorum.”
Böylece o zaman, Atatürk’ün onayından geçmiş bir Cumhuriyet devleti armamız yapılamadı.

Bir gün Atatürk, tarihle ilgili kalın bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken, Devlet Başkanının kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olacak ki, Atatürk’e şöyle dediğini duydum: Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma. 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın. Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu çok samimi yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi: Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım.

Bir gün vatandaşın biri kasaba ya da köy kahvesinde gazete kağıdına sararak hazırladığı bir sigarayı içerken, fena kokusundan şikayet ediyor ve bütün iyilik ve kötülükleri en başta bulunana atfetmek itiyadı ile Atatürk aleyhinde ağzına geleni söylüyor. Kahvede bulunanlar zabıt tutuyorlar. İş hükümete intikal ediyor. Cumhurbaşkanına karşı işlenen suçlardan dolayı takibatta bulunmak O’nun müsaade ve muvafakatına bağlı olduğu için ilgili vekil meseleyi kendisine arz ediyor, takibat için müsaadelerini istiyor.
Atatürk vekile soruyor:
“Sen hiç gazete kağıdı ile sarılmış sigara içtin mi?”
Vekil “Hayır efendim” diye cevap veriyor.
Atatürk, “Ben içtim” diyor, “O kadar berbat bir şeydir ki... Adam haklıdır, ben de olsam aynı şeyi yapardım. Takibata lüzum yoktur. Zavallıyı serbest bırakınız.”

Bir öğrenci anlatıyor, Mahmut Sadi: “Yıl 1923... İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. ‘Avrupa’ya talebe yollanacaktır.’ ‘Allah Allah’ diyorum, ülke yıkık dökük yıl 1923... Avrupa’ya talebe! Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk ‘Berlin Üniversitesi’ne gitsin’ diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci Garı’ndayım, ama kafam öyle karışık ki gitsem mi, kalsam mı orada ben unutulur muyum, para yollarlar mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim, döndüm. O sırada bir müvezzi ismimi çağırdı:
“‘Mahmut Sadi, Mahmut Sadi, bir telgrafın var.’
“Telgrafı açtım aynen şunlar yazıyordu:
“‘Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz.’
“Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hesap edebilen bir lider, dünya lideri olmasın da ne olsun! Yıl 1923, biz evimizde bir çocuğumuzun huyunu değiştiremiyoruz, bir huyunu. Tüm ülkenin huyu değişiyor. Bununla uğraşan bir insan, yolladığı 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hissedebiliyor.”
Mahmut Sadi devam ediyor:
“Gel de şimdi gitme, git de orada çalışma, dön de bu ülke için canını verme!” diyor.

Atatürk, yurdumuzu ziyaret etmekte olan Yugoslav Kralı Aleksandr ile, İstanbul'da Dolmabahçe Sarayında konuşurken, konuk kral:
'Ekselans' dedi. 'Biz Türkler'i çok severiz. O kadar çok ki, zamanında Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Lloyd George Batı Anadolu'yu Yunanistan'a önermeden önce bize önermişti. Fakat biz Yugoslavlar, Türkler'i çok sevdiğimiz için Lloyd George'un bu önerisini kabul edip Anadolu seferine çıkmadık.'
Atatürk, kralın bu sözlerine şu yanıtı verdi:
'Haşmetmaap, önce bize karşı olan sevginize teşekkür ederiz. Sonra, büyük geçmiş olsun…

Atatürk Çankaya’da hemen her akşam fikir ziyafetleri düzenler ve bu ziyafetlerde de leziz tartışmalar açarak söyler, söyletir, çevresindekilerin aynı konudaki çeşitli düşüncelerini öğrenmeye pek çok önem verirdi.
Kişiliği, ender ve olgun düşüncelerin yaratıcı kaynağı halinde parıldayan Atatürk’ün bu hususta gösterdiği dikkat ve özen, eski ve samimi arkadaşının merakını, biraz da hayretini çeker. Kalkıp sorar:
“Sanki ihtiyacınız varmış gibi, herkesin düşüncesini bu kadar gayretle sorup anlamanızdaki amaç nedir?.. Size ne yararı olabilir yani...”
Arkadaşının sorusuna Atatürk gülerek şu yanıtı verdi:
“Ne düşündüklerini anlamaya çalıştığım kimselerin düşünceleri, benimkilerin aynı ise ala... Düşündüklerim daha güç kazanmış olur. Yok eğer benimkinin aynı değil de farklı ise gene mükemmel, fena mı? Ben de çeşitli fikirler elde etmiş olurum, aynı zamanda kendimi her iki durumda da kazançlı kabul ediyorum. Dikkat ettim. Bazen hiç olmadık adamlardan, ben çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir kanıyı küçük görmemek gereklidir. En sonunda kendi düşüncemi uygulasam bile, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.

İzmir’deki suikast girişiminden sonra Atatürk, kendisini öldürmeye kalkışan iki kişiden birini, sorgusu tamamlandıktan sonra yanına çağırdı. Odada kimse yoktu. Atatürk adama sordu:
– Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?
– Evet.
– Mustafa Kemal ne yapmış ki onu öldürecektin?
– Fena bir adammış... Memlekete çok kötülük yapmış... Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
– Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
– Hayır
– O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldüreceksin?
– Geçerken işaret edecekler, “Mustafa Kemal işte budur” diyeceklerdi... Ben de ateş edip, öldürecektim.
Atatürk birden cebinden tabancasını çıkartarak adama uzattı:
– Mustafa Kemal benim! İşte şu anda da karşında duruyorum. Haydi, al eline tabancayı ve öldür beni!...
Adam bu yanıtı alınca bir süre şaşkın şaşkın Ata’nın yüzüne baktı baktı, sonra kendini yüzüstü yere attı ve... Yüksek sesle, içini çeke çeke ağlamaya başladı.

Nutuk’un kaleme alındığı günlerde Atatürk sofrada imkan buldukça okurdu onu etrafındakilere, okuduğu yerlerde zaman zaman heyecanlanır, coşardı. Tabii hepsini tek başına sonuna kadar okumasına imkan yoktu. Birkaç gün sonra Kâtib-i Umumi’sine, köşk mensuplarına ve yakınlarına okutuyordu. Günlerce sürdü bu okuma. Sonuna doğru gelirken Kâtib-i Umumi’sine “Ver buraları ben okuyacağım” dedi. Sanki bir yere yaklaşır gibi göğsü artan bir heyecanla kalkıp iniyordu. O nereye geleceğini biliyordu. Sofrada olanlar adeta soluk almıyor, O’nun o görülesi halini heyecanla izliyordu. Bir anda sesi değişti, yüzü kıpkırmızı oldu. Coşkulu ama şiirsel bir ifade ile bağırarak, “Ey Türk Gençliği Birinci Vazifen” diye başlaması ile gözlerinin dolması ve yaşların damla damla süzülmesi bir oldu. Bir yandan o vakur sesiyle okuyor, bir yandan da ağlıyordu. Tabii oradakilerin hepsi de, hepimiz de ağlamaya başladık.

Sene 1938, 10 Kasım... İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir Alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer: “Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?” “Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.” İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak “Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki” der.


29 Ekim 2008
Haşim Arıkan

Alıntı (Kaynak): Bütün Dünya Dergisi

29 Ekim 2012

Bugün, mevcudiyetini sağlayan hakikatlerin farkındalığıyla...

“Bir insan kendi haysiyetini sokağa atarsa, kabahat onun üzerine basıp geçende midir? Yoksa onu sokağa atanda mıdır?” diye bir soru sorsam, ne cevap verirdiniz bana?

Eğer insan kendi onuruna sahip çıkmıyorsa, başkaları onun yerine sahip çıkabilir mi?

Peki milletler açısından bakınca farklı mıdır durum?

"Türkiye Cumhuriyeti" nin sonsuza kadar var olması, sahip olduğu değerlerin korunması ve yükseltilmesi için Türk milleti kendisi bir şey yapmazsa, başkaları onların yerine yapar mı?

Düşünüyorum, acaba bizler;

“Türkiye Cumhuriyeti’nin, Demokratik bir Cumhuriyet olarak ilelebet payidar kalmasını sağlamak için -en azından kendimize- dürüstçe bir söz verebiliyor muyuz! Vereceğimiz bu sözün altına, "bugün bu ülkede mevcudiyetimizi sağlayan hakikatlerin farkındalığıyla" bütün inancımızla,  imzamızı atabiliyor muyuz?

3 Kasım 2009 - 27 Ekim 2012
Haşim Arıkan 

19 Ekim 2012

Hayatı aynı anda hem yaşayıp, hem anlayamadım...


Önce gördüklerim, duyduklarım, hissettiklerimle, dünyaya dair zihnimde şablonlar yarattım.
Sonra öğrendiğim her yeni bilgiyi, geçmişle özdeşleştirip, bu şablonları bir kez daha doğrulattım.
Bir süre sonra düşünsel özgürlüğünü kaybedip, kendi yarattığı masalın içinde sıkışıp kalmış, bir tutsaktım.
Ne olduğumu unuttuğum için girdiğim bu hapishaneden, ne olduğumu hatırlayamadığım için çıkamadım.

Ulaşmaya çalıştığım gerçeklerden bir düşünce mesafesi uzaktaydım!
Ama zihnimde yarattığım o şablonlara ihtiyacım olmadığına kendimi bir türlü inandıramadım.
Düşüncelerin bağından kendimi kurtarıp, hayatı dilediğimce yaşayamadım.

Ben düşüncelerimle, hayatımın arasındaki ilişkinin farkına çok geç vardım.
Hayatı aynı anda hem yaşayıp, hem anlayamadım!

28 Haziran 2010
Haşim Arıkan


10 Ekim 2012

Başkayı görerek başkalaşan zihnimiz...



Nedense, izleyiciyiz hep.
Sadece izliyoruz,dinliyoruz olanları.
Hep dışındayız değil mi oynanmakta olan oyunun?
Bilerek, isteyerek oyunun dışında bırakıyoruz kendimizi.
Sadece gözlemliyoruz !

Kafa karışıklığımızı hep başkalarının söyledikleriyle bastırmaya çalışıyoruz!
Her şey sanki bir alışkanlıktan, aynı yalanın hep birlikte tekrarından ibaretmiş gibi.

Yaratıcı olma kapasitemiz, düşünsel özgürlüğümüzü koruma isteğimiz, hayattan keyif alma yeteneğimiz, bu yüzden mi azalıyor acaba sürekli? 

20 Nisan 2012
Haşim Arıkan

3 Ekim 2012

Gerçek eşit olarak herkes içindir, fakat onu kavrayabilmek için gerekli yeteneğe herkes eş zamanlı sahip değildir...



Kapısının önünden geçerken keyifsiz olduğunu görünce, toplantısının istediği gibi geçmediğini anlayıp sessizce odasına süzülüyorum. Başını hafifce kaldırıp da içeri girenin ben olduğumu fark edince , bir gülümseme yayılıyor yüzüne.“Ne iyi ettin de uğradın” diyor. "Biliyor musun, ne zor şey aynı anda, aynı düzlemde olmadığın birine bir şeyler anlatmaya çalışmak. Türkçe bilmeyen birine harika bir Orhan Veli şiiri okumak gibi. Ona okurken seni müthiş heyecanlandıran o harika şiir, o an onun için karmakarışık sesler kalabalığından başka hiç bir şey değil bence."

"Işığı görmüşsün işte, boşver filmi önemseme" demek geçiyor içimden ama nedense susup, ben de ona sadece gülümsüyorum...

2 Ekim 2012
Haşim Arıkan 

2 Ekim 2012

Hayatımı ben mi şekillendiriyorum, yoksa hayat mı beni?

Daha ne kadar sürecek bu;
Ne yaparsam yapayım içimdeki bir türlü doymayan açlık.
Neyi koyarsam koyayım bir türlü dolmayan boşluk.

Daha kaç kere tekrarlanacak bu,
Hakkımdaki fikirlerimle kendi önümü tıkayış.
Zihnimde kayıtlı düşünceleri terk ettiğimde, geriye bana kalan hiçliğimi, umutlarla, düşlerle kapatış.
En ufak bir kıvılcımda mutluluğun peşine takılıp, en küçük bir rüzgarda büyük bir acının içine batış.
En küçük bir kıvılcımla hayallere tutunup,ilk düşkırıklığında öfkeyle kavruluş.

Daha ne kadar sürecek bu;
Hayatın birbirine hep karşıt bir dizi arzular geçidi olduğunu unutup, onu tek bir kalıcı arzuya dönüştürmeye çabalıyış.
Sürekli tekrarlanan haz güvencesini mutluluk sanış.

Daha kaç kere tekrarlanacak bu,
Bir şeylerin peşine takılıp, ben’den sıyrılıp kaçıp, yolun sonunda ben’e yeniden kavuşuş.
Geçici olanın içinde tek kalıcı olana, gerçek olmayanın içinde tek gerçek olana her seferin de yeniden sımsıkı sarılış.

1 Ekim 2012 
Haşim Arıkan

7 Mayıs 2012

Yaşıyorum sanısı...

Seçmek.
Ama yapmamak.
Kaçmak.
Ama koşmamak.
Haykırmak.
Ama susarak.

Mutluluk.
Ama olduğunu sanarak.

7 Mayıs 2012
Haşim Arıkan

25 Mart 2012

Günahların da içtenlikli bir günahkara öğretecekleri var, tıpkı erdemlerin bir ermişe öğrettikleri gibi...


Hayat hayatla besleniyor, insan hayatla, yaşadığı ilişkilerle.
Gece gündüz gibi sürekli yer değiştiriyor herşey.
Bir kendini hatırlıyor insan, bir unutuyor.
Bir özgür bırakıyor, bir yargılıyor, tutsak alıyor.
Kimi zaman gerçeklere ulaşmaya çalışıyor.
Kimi zaman sahte olandan uzaklaşmaya.
Aslında sahte olandan uzaklaşırken gerçeklere de yaklaşıyor.
Gerçeklere ulaşmaya çalışırken de sahte olandan uzaklaşıyor.

Geldiği her yol ayırımda bir tercih yapıyor - kah ipleri düne bağlı düşüncelere dalarak, kah hayalinde canlanan görüntülere bakarak- aynı zamanda da bir şeylerden vazgeçiyor.
Yürümeye başlıyor, seçtiği, girdiği yolda.
Ardından tereddütler,korkular, endişeler yeşermeye başlıyor beyninde, acaba bu yol doğru olan mı diye!
Varsayımlar, önyargılar -bulutların güneşi etkilemeksizin örtmesi gibi- gerçekleri yavaş yavaş kapatmaya başlıyor.
Yüreğinde çalan şarkılar bir süre sonra yerini çığlıklara bırakıyor.

Oysa yolun hiç bir önemi yok. Önemli olan sadece ileriye doğru yürümek.
Olmak zorunda olan her zaman olmaya devam ediyor.
Daima devinen, öğrenen, keşfeden, gelişen olmak insanın istese de vazgeçemeyeceği kaderi.
Yürüdüğü sayısız yolun sadece en sonuncusu onu hedefine ulaştırsa da, ondan önce yürüdüğün tüm yollar, onu varmak istediğin asıl hedefe biraz daha yaklaştırıyor.
İçten, dürüst, kararlı yürümeye devam etmek belki de tek koşul.
Yeni bir farkındalığa ulaştırdığı sürece neyi yaşadığının bir önemi var mı ki?

Günahların bile içtenlikli günahkara öğretecekleri var, tıpkı erdemlerin bir ermişe öğrettikleri gibi.

Yürüdüğü yolda gördüğü, işittiği, dokunduğu, hissettiği, düşündüğü, umduğu herşey tamamen öznel.
İsimsiz olanı isimlendiren, tanımsız olanı etiketleyen, şekilsiz olanı şekillendiren insanın yine kendisi.
Su nasıl içinde bulunduğu kap tarafından şekillendiriliyorsa.
Yaşananlar da tamamen zihin tarafından şekilleniyor, projekte ediliyor, kendi tarzında renklendiriliyor.
Herşey zihinde oluşmuş neyin gerçek olduğu kanısına bağlı.
İnsan aslında kendi iklimini kendisi yaratıyor.

Ne büyük tesadüf ki!
Bütün yollar sonunda insanı kendisine ulaştırıyor.
Her yolun sonunda insanı sadece kendisi bekliyor.
Yol insanın kendinden geçerek onu kendinden öteye götürüyor.

En sonunda birlikte yürümeye başlıyor insan yolları kendisiyle, kendinle arkadaş oluyor, birlikte yürümek hoşuna gitmeye başlıyor, kalbinde sevgiye yer açıyor.
Kendine güvendiğin de içinde darmadağan duran herşey yerli yerini buluyor.
İçeride herşey dingin olduğunda hayat da olağanüstü bir canlılık kazanıyor.
Sonunda gururundan değil, kendi ışığı kendine yettiği için kimseden bir şey beklememeye istememeye başlıyor.

Güzeli olan da hiç sahip olmadığını bulmaya çalışmak yerine, asla kaybetmemiş olduğunu, senden alınamaz olanı bulmak değil mi zaten?
Geçici olanın içinde kalıcı olanı, gerçek olmayanın içinde gerçek olanı “kendini” bulmak.

Kendini olduğun gibi kabullenmek, kendinin farkında olmak, bilgeliğin, anlamanın da başlangıcı sanki...

25 Mart 2012
Haşim Arıkan

Fotograf : Safe House

17 Ocak 2012

Kimiz biz?


Ne olduğumuzu bildiğimiz de kendimizi bildiğimizi sanıyoruz.
Bildiklerimizse kısıtlamalar ve sınırlar.
Bunlar mı gerçekten kim olduğumuz?

Kendimizi neden tarif ederek sınırlamaya çalışıyoruz ki?

Kimiz biz?
Yoksa sınırsızlığın sınırlarını biliyor muyuz?

16 Ocak 2012
Haşim Arıkan