30 Ekim 2008

Herşey mükemmel!

“Bir iş seyahatinden uçakla İstanbul’a dönüyorum. Bir anda önce karımın o muhteşem kokusunu hatırladım. Sonra da oğlumun 3’e kadar saymayı her başardığın da nasıl sevinçle havalara zıpladığı aklıma geldi ve titreyerek ağlamaya başladım. Bir müddet sonra yanımda oturan kişi dayanamadı ve bana dönüp “herşey yolunda mı?” diye sormak ihtiyacı hissetti. “Herşey mükemmel” dedim. Yüzünde beliren şaşkın bir ifadeyle başını tekrar önüne çevirdi. “Sanırım aşkı, sevgiyi hiç bu kadar yoğun yaşamamış olduğu için beni anlayamadı.“

Aklımda kaldığı kadarıyla yazmaya çalıştığım bu sözler, Geçen yıl ki Perakende Günleri ‘de harika bir sunumla elde etmiş olduğu büyük başarıların sırlarını bizlerle paylaşan Num Num’ın ortağı Mehmet Gürs’e ait.

Ona göre; ister iş, ister aşk hangi alanda olursa olsun başarının sırrı “yüzdeyüz” de saklı. Gerçek aşka ulaşmak istiyorsan onu yüzdeyüz yaşamalısın. Kendini herşeyden arındırıp çırılçıplak bir vaziyette kollarını havaya kaldırıp ona tamamen teslim olmalısın.

Hayatı, duyguları yüzdeyüz yaşayabilmek.

Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Hayatı, dibine kadar, iliklerine kemiklerine kadar emerek yaşayabilmek. Hadi. Kapatın gözlerinizi. Aşkı yüzdeyüz yaşadığınızı düşünün. Ona dokunduğunuzda, ona sarıldığınızda, onu öptüğünüzde, onun elleri bedeninizde gezinirken, ona olan sevginizi kulağına fısıldarken neler hissedeceğinizi bir düşünün. Düşünmeyin hatta, hissetmeye çalışın. Hayal etmek bile insanın aklını başından alıyor değil mi?

O kadar çok alışmışız ki hayatı bir ayağımız sürekli frende yaşamaya. Az biraz şiddetlenmeye görsün duygularımız hemen asılıyoruz pedala. Bütün ömrü boyunca atıl kapasite ile çalışan makinalar gibiyiz. Hayatı, içimizde barındırdığımız duyguları yüzdeyüz yaşadığımızda, neler hissedebileceğimizi, nerelere kadar ulaşabileceğimizi, hangi zirvelere çıkabileceğimizi bilmeden bir ömrü tüketiyoruz. Belki de bir çoğunu bir kere bile deneyimlemeden yolun sonuna ulaşıyoruz.

Peki sebep?
Korkuyoruz.
Acı çekmekten, mutsuz olmaktan, çok mutlu olmaktan, kullanılmaktan, kandırılmaktan, aldatılmaktan, red edilmekten, komik duruma düşmekten, rezil olmaktan, ona teslim olmaktan,............ korkuyoruz.
Korkusuzca yaşamaktan korkuyoruz.
Aklımız sürekli bir adım sonrasında.
Geçmiş deneyimlerle sınırladığımız beynimizin, oluşturduğu yenieski düşüncelerimizden korkuyoruz.
Beynimizi geçmiş deneyimlerle, onaylanmış düşüncelerle sınırlayıp, sonra da tekrar eden bir geçmişi yaşamaktan korkuyoruz.
Sırf bu korkularımız yüzünden de kendimizi yüzdeyüz yaşamaktan mahrum bırakıyoruz.
En beteri ise, bunu birbirimize bulaştırıyoruz.
Kendimiz yüzdeyüz yaşayamadığımız yetmezmiş gibi başkalarının da duygularını yüzdeyüz yaşamasına engel oluyoruz.
Üstelik bunu onun iyiliği için yaptığımıza inanıyoruz.

29 Ekim 2008
Haşim A.

29 Ekim 2008

Yok ki!

Sevmek için hiç bir korkuya ihtiyacım yok ki.
İyi bir insan olabilmek için tehdit edilmeme gerek yok ki.
Hayal kurabilmek için var olanları bilmeme gerek yok ki.
Doğrularımı başkalarında aramama gerek yok ki.
Şükredebilmek için benden daha kötü olanları bilmeme gerek yok ki.
Arzuladığım şeyleri yaşayabilmek için belli sonuçlara, beklentilere ihtiyacım yok ki.
Yaşamımın nasıl olduğuna karar verebilmem için, yaşamımda neler olduğunun bir önemi yok ki.

29 Ekim 2008
Haşim A.

Hayatımızda ki flashback’ler!

Seninle bir ömür boyu yaşayacak,
O günden sonraki geleceğini etkileyen,
Beyninde ki algılama kanallarını değiştiren,
Retinana düşen görüntülere o günden sonra tamamen farklı anlam yükleyen,
Bir deneyim’in oldu mu hiç?

Ya da başka bir değişle, senin de gözlerinle değil, iç görünle görmeye başladığın bir flashback’in var mı?

Bazen çok sevdiğin birini yitirdiğinde gelip bulur seni,
Bazen şahit olduğun acı bir olayın içine gizler kendini,
Bazen büyük bir felaketin içinde durup bekler seni,
Bazen…..

Onu yaşadığın da fark edersin,
O çok önem verip, ruhunun en nadide raflarına dizdiğin objelerinin, değersizliğini.
Onu yaşadıktan sonra istersin,
Senin on da gördüklerini, onu yaşarken hissettiklerini, herkesin senin gözlerinle gördüğün gibi görebilmelerini, senin o anda yüreğinde hissettiğin gibi hissedebilmelerini.
Farkına vardıklarının hiç de, yıllardır sana ve sana onu öyle aktaran insanlara göründüğü gibi olmadığını, bunu onların da fark edebilmelerini.

Ona sahip olabilmen için bekler önce senin kendini ona tamamen teslim etmeni.
Onu red etmekten vazgeçmeni.
Ona karşı yıllardır kullandığın savunma kalkanlarını aşağıya indirmeni.
Onu içine alabilmek, kendine katabilmek için iç görünü harekete geçirmeni.

Herkesin red etmek, yok saymak için elinden geleni yaptığı felaketin içinde, hayatının en harika deneyimi gelip bulur bir gün seni.
Onu yaşadığın günden sonra da artık hiç bir şey senin için olmaz eskisi gibi.

29 Ekim 2008
Haşim A.

Atatürk'ten hatıralar

Bugün 85. yıldönümünü kutladığımız Cumhuriyet'imizi bize armağan eden büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün anısına, onun büyüklüğünü, farklılığını bir kez daha anlayabilmek için ondan bize kalmış bir kaç küçük hatıra.

Atatürk'e birgün, renkli olarak çizilmiş, devlet arması için biçimler getirmişlerdi. Bunlarda egemen olan öğe ya kurt başı ya da ay-yıldızdı. Ressamlarımızın bulduğu bu armaların hiçbirini, Atatürk, kurduğu devletin Cumhuriyet arması olarak kabul etmedi. Bu armalara, düşünerek defalarca baktı.
Sonunda “Bunların hiçbiri bugünkü dünyamızın içinde kurulan yeni bir devletin arması olamaz. Devlet armasını, simgesel bir insan başı temsil etmeli” dedi.
Bu konuda yaptığı açıklama şöyleydi:
“Bu dünyada herşey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade edemeyeceği hiçbir şey düşünemiyorum.”
Böylece o zaman, Atatürk’ün onayından geçmiş bir Cumhuriyet devleti armamız yapılamadı.

Bir gün Atatürk, tarihle ilgili kalın bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken, Devlet Başkanının kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olacak ki, Atatürk’e şöyle dediğini duydum: Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma. 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın. Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu çok samimi yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi: Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım.

Bir gün vatandaşın biri kasaba ya da köy kahvesinde gazete kağıdına sararak hazırladığı bir sigarayı içerken, fena kokusundan şikayet ediyor ve bütün iyilik ve kötülükleri en başta bulunana atfetmek itiyadı ile Atatürk aleyhinde ağzına geleni söylüyor. Kahvede bulunanlar zabıt tutuyorlar. İş hükümete intikal ediyor. Cumhurbaşkanına karşı işlenen suçlardan dolayı takibatta bulunmak O’nun müsaade ve muvafakatına bağlı olduğu için ilgili vekil meseleyi kendisine arz ediyor, takibat için müsaadelerini istiyor.
Atatürk vekile soruyor:
“Sen hiç gazete kağıdı ile sarılmış sigara içtin mi?”
Vekil “Hayır efendim” diye cevap veriyor.
Atatürk, “Ben içtim” diyor, “O kadar berbat bir şeydir ki... Adam haklıdır, ben de olsam aynı şeyi yapardım. Takibata lüzum yoktur. Zavallıyı serbest bırakınız.”

Bir ögrenci anlatıyor, Mahmut Sadi: “Yıl 1923... İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. ‘Avrupa’ya talebe yollanacaktır.’ ‘Allah Allah’ diyorum, ülke yıkık dökük yıl 1923... Avrupa’ya talebe! Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk ‘Berlin Üniversitesi’ne gitsin’ diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci Garı’ndayım, ama kafam öyle karışık ki gitsem mi, kalsam mı orada ben unutulur muyum, para yollarlar mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim, döndüm. O sırada bir müvezzi ismimi çağırdı:
“‘Mahmut Sadi, Mahmut Sadi, bir telgrafın var.’
“Telgrafı açtım aynen şunlar yazıyordu:
“‘Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz.’
“Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hesap edebilen bir lider, dünya lideri olmasın da ne olsun! Yıl 1923, biz evimizde bir çocuğumuzun huyunu değiştiremiyoruz, bir huyunu. Tüm ülkenin huyu değişiyor. Bununla uğraşan bir insan, yolladığı 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hissedebiliyor.”
Mahmut Sadi devam ediyor:
“Gel de şimdi gitme, git de orada çalışma, dön de bu ülke için canını verme!” diyor.

Sene 1938, 10 Kasım... İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir Alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer: “Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?” “Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.” İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak “Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki” der.


Cumhuriyet'imizin 85. yıldönümü hepimize kutlu olsun. Onu bize armağan eden büyük önderimiz, Atatürk'ümüzün ruhu şad olsun.

29 Ekim 2008
Haşim A.

Atatürk'le ilgili diğer bloglarıma ulaşmak için aşağıdaki tarihlere tıklayabilirsiniz

10 Kasım 2009

Alıntı (Kaynak): Bütün Dünya Dergisi

23 Ekim 2008

İlk, fabrika ayarlarına geri dönmek ister misin ?

Sana ilk fabrika ayarlarına geri dönmek ister misin diye sorsam?
Sahi dönmek ister misin annenden doğduğun o ilk, en orjinal haline?
Yoksa o günden beri sürekli törpülediğin, kategorize ettiğin, senden beklentilere göre kafanda oluşturduğun imajların arkasına gizlediğin bugünkü halin mi daha cazip geliyor sana?
Gerçekten o ilk orjinal haline dönebilsen, zaman içinde yitirdiğin, törpülediğin hangi özelliklerine yeniden sahip olmak şaşırtırdı seni bugün acaba?

Etrafındaki insanların senin için ne düşündüğünü/düşüneceğini hiç önemsemeden hareket edebilmek, konuşabilmek çok mu cesur hissettirirdi kendini sana?
Ya da hiç bir sınır olmaksızın düşlemek ve o düşlediklerine gerçekten inanmak, küçücük şeylerden mutlu olup, uluorta neşeli kahkahalar atmak çok mu aptalca gelirdi sana?
İçinden geldiği an da etrafındaki hiç kimseyi umursamadan hüngür hüngür ağlayabilmek, ağlarken bir anda ağlamayı kesip kırkırdayabilmek, sana yapılanları çabucak unutabilmek, onları hiç kaydetmemek, biriktirmemek kendini deli gibi mi hissettirirdi sana?
Etrafındaki insanlarla ilgili hissettiklerini, gizlemeye, saklamaya ihtiyaç duymadan bütün saflığınla, iyi niyetinle dile getirmek çok mu patavatsızca gelirdi sana?
Ya o içindeki bitmek bilmeyen çoşku? Zor mu gelirdi bugün onu taşıyabilmek ruhunda?
Kendine ait beyninde hiç bir imaj oluşturmadan, dostlarını da kafanda oluşturduğun imajlara uygun adaylar arasından seçmeye çalışmadan, herkesle hemen kaynaşıp dost olabilmek, kusursuz olmanın ne olduğunu bilmeden, karşındaki insanlardan da kusursuz olmalarını beklemeden yaşayabilmek bugün çok mu ütopik gelirdi sana?

Ne düşünüyorsun?
Çocukça mı geldi bütün bu anlattıklarım sana?
Kendini yıllardır törpüleye törpüleye nasıl yok ettiğinin hala farkında değilsin yoksa?
Başkalarının senden beklediği davranışları sergilemek.
Kurallarını senden önce yaşamış olan insanların koyduğu, kategorize bir dünya ya gönüllü olarak boyun eğmek.
Olmaktan vazgeçip, senden olman bekleneni olmaya çabalamak.
Kısacası elden düşme bir hayata razı olmak.

Bu mu gerçekten de yaşamak istediğin hayat?
Hadi söyle itiraf et, en azından kendine söyle.
Yoksa ilk fabrika ayarlarına tekrar geri dönmeyi mi istersin?
Şunu kabul etmelisin ki,
Ne kadar mazeret üretirsen üret.
Şu anda neyi yaşıyor olursan ol, hepsi tamamen senin kendi tercihin.
Çünkü öyle yaşamayı sen kendin tercih ettin.
Ve hala öyle yaşamayı sen kendin tercih etmektesin…

22 Ekim 2008
Haşim A.

19 Ekim 2008

Hangisi benim yolum, ben hangi yolun yolcusuyum...

Tren garının önünde acı bir fren çığlığı duyuldu. Herkes bir an da ne olduğunu anlamak için başını o yöne çevirirken, o, geçirdiği kısa süreli bir şaşkınlık sonrası elinde bavulu ile hızlı adımlarla gara doğru yürümeye devam etti. Freni yapan taksinin şoförünün sesi ardından yankılandı.
- Aşık mısın nesin? Önüne bak önüne. Canına mı susadın sen. Allahım neden hep beni bulur böyleleri?
Aldırmadı şoförün arkasından yaptığı bu canhıraş bağırışa. Koşar adımlarla yürümeye devam edip kendini Ankara tren garından içeri attı. Girer girmez direkt sağ taraftaki duvara doğru yöneldi. Duvarın önüne geldiğinde elindeki bavulu yere bırakarak iki elini yüzüne kapadı. Bir müddet bu şekilde kaldıktan sonra elleri ile yol boyunca yanaklarından süzülüp boynuna kadar ulaşan gözyaşlarını silmeye çalıştı. Üniversite eğitimi için, dört yıl önce büyük bir heyecanla geldiği, bu dört yıl boyunca da alışmak için sürekli çabaladığı bu şehirden bir kaç saat sonra artık kurtuluyordu. Çantasından çıkardığı büyük mandal tokası ile bu sıcak havada kendisini iyice daraltmaya başlayan uzun siyah saçlarını ensesinin üzerinde topladı. Bavullarını emanete bırakıp garın içindeki kafeye doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bir yandan sigarasını yakmaya çalışıyor, öte yandan da farkında olmadan, kafeden dışarıya doğru yayılan, o çok iyi bildiği müziğe doğru yaklaşıyordu. “Yağmur değer saçıma, içimde katran gibi biriken hüzünlerimi gözlerime döker. Biraz yağmur ağlarım ben, biraz gözyaşlarım yağar.” (1) Duyduğu bu müzik ister istemez aklına yine onu getirdi. Çünkü bu şarkı onun gitarıyla çalmayı en çok sevdiği şarkılardan biriydi. Onu hatırlamasıyla birlikte gözyaşları tekrar sağanağa dönüştü. Ardından boğazına düğümlenen hıçkırıklar bir anda bütün engellerden kurtuldu. Kafeye girdiğinde artık kendini tutamıyor hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kafedeki insanların bir kısmının ona tuhaf, tuhaf baktığını hissediyor, dönüp onlara avaz avaz bağırmak istiyordu.
- Tutamıyorum içimdekileri içimde işte. Nasıl görünüyorum sizce. Biliyor musunuz hiç umurumda değilsiniz. Her yerde ağlayabilirim ben. Sokakta, otobüste, kafede. Ağladığımdan da utanmam. Ama bakamam sizlerin yüzünüze böyle anlarda. Sessizliğimden pay alıp kendinize uzaklaşın isterim yanımdan. Gidin diyemem. Anlamanızı beklemekten başka bir şey yapamam.(2)
Beynindeki bu düşüncelerle boğuşurken çalan cep telefonu onu kendisine getirdi. Duvar kenarındaki kendisine en yakın masaya geçip oturdu.
- Alo
- Alo Hande! Nihayet en sonunda ulaşabildim sana. Aşk olsun valla. Cep numaranı değiştirmişsin arayıp da bir haber vermiyorsun. Numaram değişti diye. Onun yüzünden değiştirdin değil mi cep numaranı? Allahtan Aylin’de varmış yeni numaran. Ben de ondan aldım. Naber canım nasılsın? Seni çok merak ettim. İyi misin sen?
- Ne olur kusuruma bakma Aslıcım. İnan hep aklımdasın. Arayacaktım seni ama herşey o kadar hızlı gelişti, o kadar çok şey üst üste geldi ki. Gardayım şu an. Trenin kalkış saatini bekliyorum? Zonguldak’a dönüyorum bu akşam.
- Canım sesin hiç iyi gelmiyor. Ağlıyor musun sen yoksa? Konuşmak ister misin? İstersen atlar taksiye gelirim hemen gar’a. Ne yaptı, neler söyledi o adi herif sana, seni bu hale getirecek kadar?
- O ne yapmış olursa olsun sen yine de bence onun hakkında böyle konuşma. Biliyor musun? Hiç kızgın değilim ben ona. Neden böyle davrandığını anladığımı sanıyorum. Çünkü şimdi düşününce her şeyi daha net algılayabiliyorum. Sanırım o aslında beni değil, benim ona delicesine aşık olmamı sevdi. Onun için önemli olan aşık olmak değil, aşık olunmaktı. Başka birinin hayatının parçası olabilmek, başka biriyle hayatı paylaşmak, ona bir şeyler vermek galiba ona zor geldi. Aşık olursa güçsüz düşeceğini zannetti. Bu yüzden de ilk başlarda o çok hoşuna giden aşkımdan sonradan sıkıldı ve onu red etmeyi seçti. Bana başka bir şehire taşınacağını bu yüzden de artık görüşebilmemizin çok zor olacağını söyledi.
- Demek başka bir şehire taşınıyormuş beyefendi öyle mi? Demek bu kadar kolay ha. Başka şehire gideceğini söyleyerek, yaşanmış bunca şeyi kestirip atmak.
- Gözlerimin içine baka baka, ona çok yakın, banaysa çok uzak olan başka bir şehire gideceğini söyledi. Biliyor musun? Çoğu zaman tek başıma, ama iki kişilik yaşadığım bu oyunun çocukça güzelliği benim için hiç bir zaman değişmedi. Ama en çok ona bu kadar yakınken, bir o kadar da uzağında kalmış olmak tahmin edemeyeceğin kadar çok acı verdi bana. Biliyorsun sen de, ben de bu şehire geldim geleli pek alışamadım aslında. Kaldığım dört yıl boyunca ben bu şehirde yaşamaya değil, bu şehirle yaşamaya alıştım galiba. (3)
- Çok haklısın valla Handecim. Nerde değil mi bizim o toprak kokan güzel köylerimiz. Bıraktık onları, geldik üniversite sevdası yüzünden bu koca şehire. Gelmesine geldikte..... Şehirler işte böyle yalancı sevdalar sunuyor hep bizlere. Kimbilir ne yalancı sevdalar yaşanıyor kaç kez gönüllerde. Nerede bizim köyümüzün o güzel insanları.(4) Neyse bir başlarsam hiç susmam bu konuda konuşmaya. En iyisi biz şehirleri bir yana bırakalım. Zaten ne şehirler sever beni, ne ben şehirleri. Senin trenin kaçta kalkıyor du bu arada.
- Ooooo vakit gelmiş valla. Yarım saat sonra kalkıyor. Benim de kalkmam lazım.
- Tamam canım kapatıyorum ben şimdi. Ama Zonguldak’a varınca beni muhakkak ara. Merakta bırakma beni sonra. Canını da sakın onun için daha fazla sıkma. Her şeyde vardır bir hayır. Bir müddet sonra sende anlarsın bunun içindeki hayrı.
- Çok sağol bitanem. İnan çok iyi geldi seninle konuşmak. Ne iyi ettin de aradın beni. Biliyor musun ? Bu aralar diyorum ki kendime geldin işte yine, yeni bir yol ayırımına daha. Ama öte yandan, bundan sonrası için hangisi benim yolum, ben hangi yolun yolcusuyum inan ben de bilmiyorum.

19 Ekim 2008
Haşim Arıkan


Alıntılar yaptığım Milliyet Blog yazarları;
Kiminin cümlesini birebir aldım. Kimininkini üzerinde ufak tefek değişiklikler yaparak kullandım.
(1) Sahibi yazısını yayından çektiği için hatırlayamıyorum yazan kişiyi.
(2) Guguk kuşu.
(3) Beenmaya
(4) Yağmur zamanı

16 Ekim 2008

Biraz yağmur ağlarım ben, biraz gözyaşlarım yağar.

Camdan dışarıya, sağanak halinde yağan yağmura baktı. Ara ara çakan şimşek, sadece mum ışıklarının aydınlattığı odanın içini, gözlerini rahatsız edici bir şekilde aydınlatıyordu. Sigarasından derin bir nefes çekerek ciğerlerini tamamen doldurdu. İçine çektiği bu dumanı, içtiği bunca sigaraya rağmen hala kendince odaya hakim olma mücadelesi veren tütsü kokusunun içine doğru yavaş yavaş bırakırken, sehpanın üzerinde duran açtığı son kutu biraya uzandı. Dolu olup olmadığını anlamak için hafifçe çalkaladığında son birasınında artık bitmiş olduğunu anladı. Saatine baktı. Saat 00:45’i gösteriyordu. Baş ve işaret parmaklarının ucuyla tuttuğu, ateşi artık filtresine dayanmış sigarasından, son bir nefes daha çekip, izmaritlerle ağzına kadar dolup taşmış olan kül tablasında söndürdü.

Bugün sabahtan beri ruhunda süre gelen med cezirler, kendine olan kızgınlığı kabartmıştı şu an yine. “Sen kocaman bir aptalsın oğlum” dedi. Sahip olduğunun kıymetini ancak kaybettiğinde anlayabilecek kadar aptal. Onun gözlerinin, yüreğinin içinde hep kendini görmekten sıkılan, sürekli, seni düşünmesinden, seninle olmak istemesinden, rahatsız olup onu terk edecek kadar aptal. İlk başlarda o çok hoşuna giden, hatta onu bu aşkın içine daha da çok çeken, bu büyük aşktan daha sonra bunalması, bir an önce kurtulmaya çalışması, aslında kocaman bir saçmalıktı. Aklınca, artık ona boğucu gelen bu aşktan bir an önce kurtulmak için bir çözüm yolu bulmuş. Başka bir şehire taşınacağını söylemişti ona. Ama daha üzerinden çok kısa bir süre geçmesine rağmen anlıyordu ki aslında çok fazla alışmıştı onun varlığına. Onun kendisine karşı hissettiği o tutkulu aşka. Çok kısa bir süre öncesine kadar onu daraltan bu tutkulu aşktan kurtulduğunda, rahatlayacağını zannediyordu oysa.

Bugün kaç kere eline alıp, bıraktığını artık hatırlamadığı gitarını bir kez daha eline aldı. Çocukluğundan gelen o tanıdık ses sürekli kulağına “Erkekler ağlamaz” diye tekrarlasa da, onun yanaklarından yavaş yavaş aşağıya doğru süzülen gözyaşları, gitarının tellerinde nereye dokunacağını bilmeden kararsızca gezinen parmaklarının üzerine damlıyordu. Direnmekten vazgeçti ve kendini tamamen, yüreğindeki fırtınanın gittikçe dahada sert esmeye başlayan rüzgarına bıraktı. Bırakmasıyla birlikte dudaklarının arasından çıkan sözcükler, gitarın tellerinde dolaşan parmaklarıyla uyum içinde dans eden, şiirsel cümleler oluşturmaya başladı.

“Yağmur değer saçıma, içimde katran gibi biriken hüzünlerimi gözlerime döker.
Biraz yağmur ağlarım ben, biraz gözyaşlarım yağar.
Yağmur değer saçıma, ben sözcüklerimi hatırlarım.
Biraz hikayeler ağlarım ben, biraz masallarım yağar.” (1)

Devam etmedi, edemedi. Gitarını yine yanına koltuğun üzerine bırakıp bir sigara daha yaktı. Daha çok kısa bir süre geçmişti ayrılığın üzerinden ama keskin bir bıçak gibi saplanıyordu onun göğsüne, kendisinin tercihi olan bu ayrılığın acısı.Ne yanındaki eşsiz kalabalık, ne de içindeki derin yanlızlık hiç destek olmuyordu, ikisi de sanki biraz kızgındı ona. Bile bile kendisi yıkmıştı köprüleri, geçemezdi ki istese de şu an karşı kıyıya.

Onu düşündü. Onu, ona çok yakışan alev kırmızısı elbisesinin içinde düşündü. Çünkü vücudunu saran bu kırmızı elbise onun dolgun vücut hatlarını başdöndürücü bir şekilde ortaya koyuyordu. İşte bu yüzden, bu elbiseyi sadece onunlayken giymesini istiyordu. Bunu hiç bir zaman ona söylememişti sırf onu kıskandığını anlamasın diye. Geniş omuzlarına düşen o simsiyah saçları geldi aklına, onların arasında az mı dolaşmıştı bu parmakları. O muhteşem dolgun dudakları, baktığında her zaman kendini gördüğü o iri yeşil gözleri, o baygın bakışları, o uzun kirpikleri ve suratına ayrı bir anlam veren yanaklarındaki küçük gamzeleri. Herkes onu ilk gördüğünde hep Türkan Şoray’ın gençliğine benzetirdi.

Hayalinde canlandırdığı bu silüete çaresizce baktı. “Çağır beni dedi içinden, çağırda bitsin içimde daha şimdiden birikmeye başlayan yanlızlığım. Çağır ki yalnızlığın üzerime yüklediği bu sessizlik bitsin, boğmasın beni artık. Söyleme sakın bunu sen istedin diye ne olur, bak karanlığın tam ortasındayım çekip al beni. Sana çok ihtiyacım var. Sana gelmek istiyorum ama koşamıyorum. Çaresizlik o kadar bulaşmış ki bu sokaklara takılıp düşüyorum. Canım o kadar acıyor ki, artık bağırmak istiyorum sesimin yettiğince ne olur gel diye” (2)

Cep telefonunu eline aldı. Rehberden bul’u seçti. “Aşkım” diye yazınca, geldi hemen numarası ekrana. Aşkım diye kaydetmişti numarasını rehberine. Son dönemde ilk başlardaki kadar tutkulu söyleyemese de, aşkım diye hitap ederdi hep ona. Numara ekrandaydı ama içindeki suçluluk duygusu bir türlü elinin ara tuşuna basmasına izin vermiyor, cesaretini kırıyordu. Fırlattı elindeki telefonu tekrar koltuğa, kendine karşı gitgide artan kızgınlığıyla. Yanan sigarasını hiç fark etmeden bir sigara daha yaktı.

Ama hiç bir şeyi takmayan yüreğinin sesi, onun peşini asla bırakmıyordu. Ara diyordu sürekli ona. Hadi ara. Durma ara. Ara. Tekrar aldı telefonu eline. Bu sefer son derece kararlı bir şekilde, telefonunun ekranında “Aşkım” yazarken bastı ara tuşuna. Kısa bir süre sonra aradığınız kişiye ulaşılamıyor sesi duyuldu kulağında.

Aradığı kişiye artık ulaşılamıyordu.
Çünkü aradığı kişinin onun hayatında ki rolü artık sona ermiş, o, yeni başlayacak bir hikayede, kendisinin de bilmediği yeni rolüne doğru yürüyordu.....

22 Mayıs 2007
Haşim Arıkan

Yapmış olduğum alıntılar. Milliyet Blog yazarlarından.
(1) Sahibi yazısını yayından çektiği için hatırlayamıyorum yazan kişiyi.
(2) Çay güzeli.

14 Ekim 2008

Sizin hiç gerçek bir öğretmeniniz oldu mu?

Hiç gerçek bir öğretmeniniz oldu mu? Sizi saf ve yontulmamış bir mücevhermiş gibi görüp, bilgelikle onurlu bir bir ışıltıya dönüştürmek isteyen? Ölmekte olan bir dostunuz size bilmeniz gerekenleri anlatmaya çalışsaydı? Bu sohbet hiç bitsin ister miydiniz acaba?

Mitch Albom’um “Öğretmenim Mori’yle salı buluşmaları” isimli kitabı işte tam böyle bir şey. Yaşlı profesör Mori’nin hayatındaki son sınıfı, tek öğrencisi Mitch ile her salı kahvaltıdan sonra hayatın anlamı üzerine kişisel deneyimlerine dayanan derslerini anlatıyor. Bu ikisinin de son tezleri aslında. Yaşamakta olan adamın, birlikte hazırladıkları ilk tezin aksine, bu kez tezi bir an önce bitirmek gibi bir çabası yok. Bu tez hiç bitsin istemiyor.

İki dost, yaşam, aile, evlilik, toplum, merhamet, ölüm, korku, açgözlülük, yaşlanma ve anlamlı bir yaşam felsefesi üzerine içtenlikle konuşuyorlar.
İşte size onların, bu muhteşem kitaptaki, muhteşem sohbetlerinden küçük, küçük alıntılar.

Pişmanlıklar

“Mitch kültürümüz bizi ölüm anı gelmeden bu tür şeyler üzerine düşünmeye yüreklendirmiyor. Kariyer, aile, yeterince maddiyata sahip olmak, evin ipoteğini ödemek, yeni araba almak, kaloriferi tamir ettirmek gibi bencilce şeylerle öylesine sarılmış ki etrafımız. Hayatı sürdürebilmek için bir sürü ıvır zıvır ile uğraşmak zorundayız. Bu yüzden söyle bir geri çekilip hayatımıza bakarak ‘Bu mu yani? Hayattan istediğim her şey bu mu? Burada eksik olan bir şeyler yok mu?’ demek alışkanlığına sahip değiliz”

Ölüm

“Çünkü” diye devam etti Mori “Bir çoğumuz adeta uyurgezer gibi dolaşıyoruz etrafta. Yaşamı tam anlamıyla tanımıyoruz, çünkü hayatı uyur uyanık, yapmamız gerektiğini düşündüğümüz şeyleri otomatik olarak yaparak yaşıyoruz” Peki ölümle yüzleşmek bunu değiştiriyor mu? “Evet. Tüm bu şeylerden uzaklaşıp esas üzerine yoğunlaşıyorsun. Öleceğinin bilincine vardığında, her şeyi çok farklı bir gözle görüyorsun.” Mori iç çekti.” Ölmeyi öğren, nasıl yaşayacağını öğrenirsin.”

Aile

“ Günümüzde aile dışında, kişilerin üzerine basabileceği bir temel, güvenli bir zemin yok. Hastalandıktan sonra bunu çok açık anladım. Eğer ailenizden sevgi, ilgi ve destek görmüyorsanız, hayatta fazla bir şeyiniz yok demektir. Sevgi çok önemli. Ünlü şair Aude’in de söylediği gibi, ‘ Birbirinizi sevmezseniz yok olursunuz.”

Yaşlanma korkusu

Peki eğer yaşlılık bu kadar değerliyse niçin herkes “Keşke yeniden gençlik yıllarıma dönebilseydim“ diyor? Gülümsedi. “Bu söz neyi yansıtıyor dersin. Tatmin olmamış kişiler. Layıkıyla yaşanmamış hayatlar. Anlamı bulunamamış yaşamlar. Eğer hayatının anlamını bulduysan geriye gitmek istemezsin. İleri gitmek istersin. Daha da yapmak, daha da görmek istersin. Altmış beş yaşına dek bekleyemezsin.”

Para

“Ülkemizde sürüp giden bir beyin yıkamayla karşı karşıyayız” diye iç çekti Mori. “Beyin yıkamak nasıl gerçekleşir biliyor musun? Aynı şeyi bir insana defalarca tekrarlarsın ve biz de bu ülkede bunu yapıyoruz. Nesnelere sahip olmak iyidir. Daha fazla para iyidir. Daha fazla gayrimenkul iyidir. Daha fazla ticaretci yaklaşım iyidir. Daha fazla iyidir. Daha fazla iyidir. Bunu tekrarlar dururuz – ve bu defalarca bize tekrar edilir- ta ki insanlar farklı düşünmeyi aklından bile geçiremez hale gelinceye kadar. Ortalama sıradan insan sürekli dikte edilen tüm bu yalanlarla öylesine dolmuştur ki, gerçekte neyin önemli olduğuna ilişkin kendi bakış açısı diye bir şey kesinlikle kalmamıştır.”

“Mitch tepedekilere iyi görünmek istiyorsan, bunu unut. Ne yaparsan yap seni küçümseyeceklerdir. Eğer aşağıdakilere gösteri yapıyorsan, onu da unut. Onlar sadece sana gıpta edeceklerdir. Statü seni hiç bir yere götürmez. Sadece açık yüreklilik her insanla eşit düzeyde var olabilmeni sağlar”

Eğer bu muhteşem kitabı okumadıysanız, filmini de seyretmediyseniz okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. İçinde -Mori'nin yorumundan- hayata dair çok fazla şey bulacaksınız.

4 Temmuz 2007
Haşim Arıkan

11 Ekim 2008

Onun yüzünü düşün. Başka hiç bir şeye ihtiyacın kalmaz....

Ben resimdeki adamın gözlerinin içine bakıyorum. Resimdeki adam da benim gözlerimin içine. Bakışıyoruz onunla bir süre. Keşfetmeye çalışıyorum o bakışlarıyla bana neler anlatmaya çalıştığını. Onun arkasına neleri sakladığını. İnsanların, dile getiremedikleri, getirmek istemedikleri bazı şeyleri, belki bilinçli olarak, belki de farkında olmadan yüzleriyle bize yansıttıklarını düşünürüm. Denildiği gibi sadece gözler değil, bence yüzlerde yalan söylemez, söyleyemez. Denese de bunu pek beceremez. İnsanların yüzlerine bakarak onun hakkında bir çok bilgiye ulaşabilir insan, tabi yüzyılımızın salgın hastalığına yakalanıp, beynindeki görme noktasını bozmamışsa. En kötü körlükte bence budur. Gözlerini kaybeden insan görme kavramını hiç bir zaman unutmaz ama beynindeki görme noktası bozulan insan görsel gözlemin anısını bile hatırlamaz.

“Bence insan ruhunun da kendine göre bir üslubu vardır. Benimsediği genel tema. Bunun o insanın her düşüncesine, her hareketine,her isteğine yansıdığını görebilirsin. O yaşayan yaratığın tek salt ve amir varlığıdır. Bir insanı yıllarca incelesen göremezsin onu. Ama yüzü sana onu gösterir. Bir insanı anlatmak istersen ciltler dolusu yazı yazmak zorunda kalırsın. Oysa onun yüzünü düşün. Başka hiç bir şeye ihtiyacın kalmaz.” (1)

11 Ekim 2008
Haşim A.


(1) Ayn Rand - The Fountainhead

Ne kadar farkındaysan o kadar özgürsün...



Ne tuhaftır aslında;
Sırf istemediğin için, kendini ne çok şeyden mahrum bırakırsın.
İnatla karşındakini affetmez, kendine bitmek bilmeyen ne acılar yaşatırsın.
Sahiplenmezsin acını, kapanmaz, kanar durur sürekli yaraların.
Sadece tepki verirsin hayata, o ise cevap bekler senden, sense onu hep yanıtsız bırakırsın.

Sözün özü dostum, sen fark edebildiklerin kadarsın.

Kabul etsen de, etmesen de sen, kendinin hem yaratanı, hem de tutsağısın.
Her yeni deneyimini tanımlamak için düne dair düşüncelerine koşar, hayatı kendine düşünebildiğin kadar yaşatırsın.

11 Ekim 2008
Haşim Arıkan

6 Ekim 2008

When Nietzsche wept


- Siz de ölüm korkusu duyuyor olmalısınız?
- Elbette öleceğiz. Ama doğru zamanda ölmek. Ölüm sadece, insan yaşamını gerçekten tamamladıktan sonra gelirse taşıdığı dehşeti yitirir. Siz yaşamınızı tamamlayabildiniz mi?
- Bir çok şey başardım.
- Ama kendi hayatınızı yaşadınız mı? Yoksa hayat mı sizi yaşadı? Hayata bakarsın acı içinde. Bazı hayatlar senin içindir asla yaşayamadığın…
- Ben hayatımı seçmedim. Bir ailem var. Hastalarım. Öğrencilerim. Artık çok geç.
- Size nasıl farklı yaşayacağınızı söyleyemem. O zaman başka birinin tasarladığı bir yaşamı yaşıyor olurdunuz. Ama size belki bir hediye verebilirim Joseph. Düşüncelerimden bir tanesini. Karşına bir cin çıkmış olsaydı size şu anda ki yaşamınızı, geçmişteki yaşamınızı tekrar yaşayabileceğinizi hatta defalarca yaşayabileceğinizi söyleseydi, yine de yeni hiç bir şey olmazdı. Her acı, her mutluluk, her sözcüklerle ifade edilebilecek kadar küçük ya da büyük şeyler, hepsi size geri dönecekti. Aynı sıra, aynı düzenle. Tekrar, tekrar. Sürekli çalışan bir kum saati gibi. Sonsuzluğu hayal edin. Bir eylemi yapmayı seçtiğiniz zaman. Joseph, bunu aynı zamanda tüm hayatınız boyunca yapmayı seçmiş oluyorsunuz ve sonra da geriye içindeki o yaşanmamış hayat kalıyor. Yaşanmamış. Baştan aşağı ebedilik. Bu fikri sevdiniz mi? Yoksa nefret mi ettiniz? Hangisi?
- Nefret ettim.
- Neden.
- Şu an hayatımla ilgili seviyor olduğum tek şey, karıma ve çocuklarıma karşı görevlerimi yapmış olmam.
- Görev? Senin görevin “hile”. Bir perdenin arkasına saklanmak. Çocuklarını büyütebilmek için önce kendinizi büyütmeniz gerek. Karınız da sizinle bu hapishaneyi paylaşmadı mı? Ve bununla o da parçalandı.

“When Nietzsche wept” filminden, bir Friedrich Nietzsche, Joseph Breuer dialogu.

Bu filmi bulabilirseniz kesinlikle izleyin derim. Beyninize hiç olmazsa bir parmak Nietzsche çalınabilmesi, yüzbeş dakika gibi kısa bir süre de olsa Friedrich Nietzsche'yle zamanı paylaşabilmek için.

4 Ekim 2008
Haşim Arıkan