23 Şubat 2010

Her an, sana sadece bir sonraki anın seçeneklerini gösterirken, sen daha sonraki anlarında neler olabileceğini nasıl bilebiliyorsun?

Genellikle nerende oluyor?
Seni suçlayıp, sana kızarken.
Sana, yine yapamadığın, mükemmel olanı yine gerçekleştiremediğin için avaz avaz bağırırken.
Seni bir kez daha, seni üzen, endişelendiren, sana acı veren o an’a tekrar geri iterken.

Ne tuhaf değil mi?
Sadece senin duyabildiğin, aynı bedeni giydiğin, o sesin sana hissettirdikleri! Sende yarattığı bu etki!

Ona ne kadar kızsan da, onu ne kadar acımasız bulsan da, kendini yine de her seferinde onun sözlerine kaptırıyorsun değil mi?
Sana avaz avaz bağırarak söylediği o sözlerle birlikte ruhun, geri dönüp değiştiremeyeceğin, artık düzeltemeyeceğin şeylerin acısıyla, üzüntüsüyle tekrar tekrar yanıp kavruluyor değil mi?

Düşündün mü hiç?
Bugüne kadar onun sana yanlış, hatalısın dediği şeyler gerçekten de senin için hep yanlış ve hatalı mıydı?
Yaptığın yada yapamadığın şeylerden dolayı, yanlış yada hatalı olduğunu gösteren kesin, tartışmasız bir kanıt ortada gerçekten var mıydı?
Yoksa o yaşadıkların zaman içinde senin için farklı anlamlar mı kazandı?

Ne garip değil mi?
İnsan o sese kendini kaptırdığında bir anda yaşamdan nasıl da uzaklaşıyor.
Onun kurduğu o hain “olması gereken” tuzağına düştüğünde, olmakta olandan nasıl da kopuveriyor?
Olması gerekene dair düşüncelere kendini kaptırdığında, yaşadığı bedenden, bulunduğu andan uzaklaşıp, sırf göremediği için önünden kimbilir ne çok fırsatı ıskalıyor.

Acaba insan, kendini onun o acımasız sözlerinin etkisine kaptırmışken, yaşananların aslında kime ne fark ettirdiğini ne kadar görebiliyor?
Yaşananların kimin üzerinde nasıl bir uyanma yarattığını gerçekte ne kadar fark edebiliyor?

Acaba insan, yapamadıkları, değiştiremedikleri, pişman oldukları için sürekli kendine kızıp, bağırıp, olmadığı şey olmaya çalıştığında mı, yoksa tamamen olduğu şey haline geldiğinde, içindeki acıyan yaraları, onu bu kadar duyusal yapan o hassas noktaları yaratan düşüncelerini fark edip, onları kabul ettiğinde mi yaşamında gerçek bir farklılık yaratabiliyor?

22 Şubat 2010


16 Şubat 2010

Ne tuhaf değil mi? İnsanı bu noktaya bugüne dek yaşadıklarının getirmiş olması. Hayatında gerçekleşmeyen şeylerin onu en sonunda bu noktaya taşıması!


Ne zor bir şey değil mi? İnsanın mantığı, ona doğru olanın unutmak olduğunu söylerken, yaşadıklarını içinde saklamak için şiddetli bir arzu hissetmesi. Eğer benim fikrimi merak ediyorsan; sana mantığının sesini dinlemeni tavsiye ederim. Bence de doğru olan, yaşadıklarını en kısa zamanda unutman. Unutman ve hepsini geçmişte bırakman.

Biliyor musun? Aslında o kadar da kötü bir şey değildir unutmak. İnsan o zaman hiç bir şeyi hatırlamak, hiç bir şey için tekrar tekrar savaşmak zorunda kalmaz. Unuttuğunda hiçbirinin onun için bir anlamı kalmaz.

Şu anda senden kilometrelerce uzakta olsam da, cevabını sanki duyuyorum. Yapamam diyorsun. Unutamam. Hissettiklerimi hiç hissetmemiş gibi davranamam. Yaşadıklarımı, sırf bundan sonraki hayatıma kaldığı yerden, sorunsuzca devam edebilmek için hiç yaşanmamış varsayamam.

Bazen insanın yaşadıkları, yıllardır doğru diye bildiği herşeyi bir anda savurup götürebiliyor işte böyle. Bunda yaşlandıkça hafifleyen korkularımızın payını da gözardı etmemeliyiz tabi ki.

Yıllar sonra alışkanlıklar üzerine kurulu bir hayatın biraz dışına taşıp, yeni bir şey yaşadığında, insan işte böyle ne yapacağını şaşırıp kalıyor. Ne yaşadığına sahip çıkacak cesareti tam kendinde bulabiliyor, ne de yaşadıklarından vazgeçebiliyor. İşin en tuhaf tarafı da ne biliyor musun? İnsanı o noktaya o güne dek yaşadıklarının getirmiş olması. Hayatında gerçekleşen yada gerçekleşmeyen her şeyin onu en sonunda o noktaya taşıması!

Şimdi söyleyeceğim sözleri eminim ki sen de çok iyi hatırlayacaksın, çünkü ilk defa evlendiğin gün söylemiştim sana onları. Kabul etsekte, etmesekte, hepimiz yaptığımız seçimlerin bir ürünüyüz. Bir kadın evlenmeyi seçtiğinde, çocuk doğurduğunda, asıl yaşamı o zaman başlar, ama aynı zamanda da durur. Kendine ayrıntılardan bir hayat kurarken, aynı zamanda da çocuklarının hayatlarını kurmak için çabalar. Güçlü olmak zorundadır. Ama bir gün çocukları hayatından çıkıp gittiğinde, tüm ayrıntıları da yanlarında götürürler.Yaşamına devam etmesi gerekir ama, onu yaşamda ilerleten esas şeyi çoktan unutmuştur. Hiç kimse anımsamaz onu. Kendisi bile...

Biliyorum böyle bir aşkın tekrar karşına çıkacağı sen de beklemiyordun. Ama o saf ve mutlak gizemi ile aşk yıllar sonra gelip yine buldu seni. Hazırlıksız yakaladı. Hoş sana haber verseydi hazırlık mı yapardın, yoksa kendini ondan uzak mı tutardın, bilmiyorum!

Umarım en kısa zamanda kendin için en doğru olanı seçersin. Ve umarım tüm bir hayatı, yeni bir hayat başlatmak için yok etmezsin.

Bilmelisin ki insanın yeryüzünü sevdiklerinden ayrı ve anlaşılmadan terk etmesi gerçekten çok hüzünlü…

15 Şubat 2010
Haşim Arıkan


Bazı filmler var ki onları ne zaman seyretsem yazmak için kucağıma böyle bir dolu kelime bırakıyor.

3 Şubat 2010

Yoksa tek amacı beni öldürmek olan bir oyunu mu oynuyorum...

Yalnız olduğum geceleri düşünüyorum
Sadece kalp atışlarımın sahitliğinde, ruhumun derinliklerinde hissettiklerimi.
O anlarda kendime sorduğum sayısız soruyu.
Her sorunun, bir sonraki soruyu doğuran cevabını.
Bildiğimi düşündüğüm şeyleri nasıl bilebildiğimi.
Karşıma çıkan herhangi bir şeye nasıl inandığımı.

Hayatın anlamına düşünüyorum.
Bir hayat nasıl yaşanırsa layıkıyla yaşanmış sayılacağını.
Hayatın keşke ile başlayan cümlelere hiç ihtiyaç duymadan nasıl yaşanacağını.
Yaşamın her anında ister istemez yapmak zorunda olduğum seçimleri.
Hangi seçimlerin amaçlarımı gerçekleştirmeme yardım ettiğini , hangi seçimlerin beni amaçlarımdan uzaklaştırdığını.
Benim onları neden seçtiğimi.

Duyguları düşünüyorum.
Nasıl tatmin edilebileceklerini.
Sevginin nasıl yaşanacağını.
Korkuların nasıl kabullenileceğini.
Acının, yalnızlığın, nasıl sahiplenileceğini.
Acıdan, yalnızlıktan hiç pişmanlık duymadan nasıl ayrılınabileceğini.
Yüreğinde ince bir sızı duymadan onlarla nasıl vedalaşılabileceğini.
Yapabileceklerini gerçekleştirememenin korkusunu.
Yeterince çabalamıyor olmanın korkusuyla insanın nasıl da olmak istemediği bir insana dönüştüğünü.

Sevgime engel olan beklentileri aklımdan silebildiğim an’ı düşünüyorum.
Kendimi, kendimden utanmadan kucaklayabildiğim an’ı
İnsana yaşamaktan daha büyük nasıl bir ödülün verilebileceğini.
Yaşamla ödüllendirilmiş olmanın unutulan coşkusunu.
Zamanın benden çaldığı, keşkelerin, belkilerin acabaların altına gömerek benden sakladığı şeyi hatırlamaya çalışıyorum.
İçimde benimle birlikte doğan yalnızca bana ait olan, ne öğretilir, ne de öğrenilebilir olan şeyi.

Tek amacı beni öldürmek olan oynadığım bu oyunu ille de kazanmam gerekip gerekmediğini düşünüyorum.
Kaybettim sanılsa bile, aslında kaybedilenin sadece oynanan oyunun kendisi olduğunu.
Kazananın daima ben olduğumu...

03 Şubat 2010
Haşim Arıkan