27 Mayıs 2009

Aynı hatayı daha soylu işlemen neyi değiştirir ki?


O haksız olduğunu bildiği için, düşünmek istemiyor.
Sen ise kötü olduğuna inandığın düşünceleri sürekli kafandan kovuyorsun.
O sürekli sorumluluklarından kaçıyor.
Sen ise bütün sorumlulukları hiç düşünmeden üzerine alıyorsun.
O hiç bir zorluğa tahammül etmek istemiyor.
Sen ise her şeye tahammül etmeye hazırsın.
O duygularına ne pahasına olursa olsun pay tanıyor.
Sen ise duygularını her yaşadığın sorunda feda etmekten kaçınmıyorsun.

Aslında onunla aynı hatayı paylaştığını görmüyor musun?
Sen de onun gibi "asıl gerçeği görmeyi red ediyorsun"

Neden kendine, kendini onu sevdiğin kadar sevme izni vermiyorsun?
Yoksa, ne kadarına tahammül edebileceğinin, sınırını mı görmek istiyorsun?

27 Mayıs 2009
Haşim Arıkan

23 Mayıs 2009

Artık bir karar vermelisin...

Acıdan kaçarak mutluluğa ulaşamazsın.
Karanlıktan kaçarak aydınlığa.
İstediklerine ulaşmanın yolu negatiflerinden kaçmak değildir.

Artık bir karar vermelisin.

Acıdan mı kaçmak istiyorsun?
Mutluluğa mı ulaşmak istiyorsun?
Sürekli lanetlediğin bir yaşamdan mı kaçmaya çalışıyorsun?
Hayatını dileğin gibi yaşamak mı istiyorsun?

Var oluşa negatiflerden kaçarak ulaşamazsın.

23 Mayıs 2009



22 Mayıs 2009

Sevilmek, örnek gösterilmek mutlu olmak için yeterli miydi?

Uzun zamandır kendini yorgun ve huzursuz hissediyordu. En sonunda bir Pazar gününü, izin günü ilan ederek kendini boğazın kenarındaki çay bahçelerinden birine attı. İnsanlar sokaklara akmaya, sözcükleri havada uçuşmaya başlamadan , sessizliğin ve yalnızlığın lüksünü yaşamak, muhteşem üçlü adını verdiği, simit-peynir-çaydan oluşan kahvaltısının tadını çıkarmak istiyordu.

Bugün, kendisi dışındaki hiç bir yükünü, ruhuna yüklemeden sadece kendi varlığını hissetmek istiyordu. Beyninin içinde bir süredir dolanan, bugüne kadar anlamlı cümlelere dönüşmelerine izin vermediği o doğum sancısı çeken düşünceleri hiç düşünmeden. Korkuyordu bu düşüncelerden. Onlara izin verdiğinde beyninde oluşturacakları cümlelerden. Öte yandan ise tuhaf bir şekilde onları duymak için de sabırsızlanıyordu. Tam daha bu düşüncelere yeni dalmışken, beyninin orta yerine gelip saplanan bir soru cümlesi, onu biranda koparıp aldı bu düşüncelerinden.

Mutlu muydu?

Ne kadar anlamsız bir soruydu bu! Tabi ki mutluydu. Herşey mükemmeldi onun hayatında, mükemmel bir eşti, mükemmel bir anneydi, mükemmel bir evlattı, mükemmel bir dosttu. O herkes tarafından çok seviliyordu.

Ama verdiği bu cevaplarla, soru cümlesi ortadan kaybolmamış. Hala beyninin içinde yankılanıp duruyordu.
Mutlu muydu?

Bu sefer daha farklı cevaplarla ikna etmeye çalıştı kendini. O, etrafında her zaman takdir edilen, örnek gösterilen biriydi. Nerede nasıl davranılmasını bilir, hiç bir zaman kimseyi düşkırıklığına uğratmazdı. Etrafındaki herkes onun fedakar, yardım sever, candan bir dost olduğunu söylerdi. Ona sonsuz güvenirdi. Mutluydu tabi ki de. Bir insan bunlardan başka daha ne isterdi mutlu olmak için.

Ama beyni bir türlü ikna olmuyordu bu cevaplarla. Bozuk bir plak gibi soruyu üçüncü kez tekrarladı.
Mutlu muydu?

Sonunda o da pes etti. Gerçeği kabul etti. Bu soruyu kendine tekrar tekrar sorma sebebinin, beyninin içinde doğum sancısı çeken o düşünceler olduğunu, o da hissediyordu. Uzun zamandır direniyor olsa da artık onlarla yüzleşmenin zamanı gelmişti. Sustu, onlara istedikleri cümleleri kurmaları için izin verdi. İzin vermesi ile birlikte kendini, tuhaf bir şekilde sanki yıllardır kör bir kuyunun dibine çökmüş duran bir şeyleri, uzun süredir kullanılmadığı için zorlukla çalışan eski bir çıkrığın yardımıyla yeniden gün ışığına çıkarıyormuş gibi hissetti.

Düşündü ve sustu. Beyninde ilk defa oluşan cümleleri onun için dile getirmek için konuşmaya başlayan o sesi, sessizce dinledi. “Bunca zamandır mutluyum derken, hep kendi varlığın yerine etrafındaki insanlara tutundun. Onlardan gelen onaylamaların motivasyonu ile mutluyum diyerek kendini kandırıp durdun. Yaptığının aslında kendini silme hareketi olduğunu fark bile edemeden. Onların senin efendin olmalarına, sen izin verdin. Kendini onların değerlerine göre nasıl olması gerekiyorsa, sanki öyleymişcesine yaşamaya sen mahkum ettin. Onların beklediği gibi biri olduğunda, sana biçtikleri o rolleri başarıyla oynadıkça onlar tarafından sevildiğini hissedip, hep mutluyum dedin. Dönüp de kendi içine, arzularına bakmadan. Ama mutluyum diyerek kendine karşı sürdürdüğün bu yalan için ödediği bedel, kişisel arzularının, kişisel mutluluğunun tamamen yok oluşu oldu. Şimdi son kez soruyorum sana, lütfen sadece kendi varlığını hissederek bu soruma cevabını ver. Gerçekten mutlu musun?”

Kararlı ve net bir şekilde, “Mutluyum” dedi. Ruhunun, ona göre henüz hazır olmadığı bir zamanda ışığı yanan bu karanlık odasının, ışığını yeniden kapatıp, hızla dışarıya çıkarken. Odadan dışarıya çıkmasıyla birlikte, o eski çıkrık da hızla boşalmış, ipin ucundaki kovanın içindekiler yeniden kör kuyunun dibine dökülmüşlerdi.

Birden kendini kimsesiz ve yapayalnız, değersiz hissetti. Eşini ve çocuklarını özledi. Hesabı hızla ödeyip kendini çay bahçesinden dışarıya attı. Bir an önce evine, ailesine geri dönmek istiyordu. Bir yandan da içinde hissetmekte olduğu huzursuzluğunu yenebilmek için, kendi kendine telkinde bulunuyordu. “ Evet kabul ediyorum. Bu hayat benim seçtiğim, kabullendiğim bir hayat. Burada neyi deneyimlemem gerekiyorsa ben onu deneyimliyorum. Yaşadıklarım da, tercihlerimde hatalı ve yanlış olan hiç bir şey yok. Zaten bu dünyada hata diye bir şey yok, sadece deneyim var. (**)

Deneyim acaba yaşanmış tamamlanmış mıydı, yoksa...

21 Mayıs 2009
Haşim Arıkan


(**) Orjinal sözün sahibi Brajeshwari’ye sevgi, saygı ve teşekkürlerimle...

20 Mayıs 2009

Hoşçakal...


Amaç dolu bir ömür.
Esir alınamayan bir inanç.
Önüne çıkarılan bütün engellere rağmen asla vazgeçilmeyen bir kararlılık.
Başarıların dünyası.
Bir sembol.

Buradan kardelenlerle uğurlanırken,
Ben inanıyorum ki orada da alkışlarla karşılandın.
Kendine seçtiğin o zor rolü büyük bir başarı ile tamamlamış olmanın gururuyla.

Ruhun şad olsun.

20 Mayıs 2009

17 Mayıs 2009

Hiç acı yaşamadan, mutluluk için gerekli beceriye ulaşılabilirmiş gibi...

Yoğun geçen bir günün akşamında daha, ağır adımlarla iskeleye doğru yürürken, her akşam yaptığı gibi, bir yandan da fark ettirmeden sağından, solundan geçip gitmekte olan insanların yüzlerini inceliyordu.

Bir çoğunun bakışları yorgun ve acı dolu, yüzlerin de ise bu acıların nedenlerini bilmekten kaçınma ifadesi vardı. Sanki kendilerine acı veren bir role soyunmuş ve bunu inkar ediyorlardı. Yaşadıklarının içindeki esas gerçeği yok sayarak, onları hiç yaşanmamış kılmayı arzuluyorlardı. Yaşadıkları acıya ismini koymaları, ona katlanmak zorunda olup olmadıklarını sorgulamaları sanki yasakmış, hiç acı deneyimlemeden, mutluluk için gerekli beceriye ulaşılabilirmiş gibi. Aralarında sürekli konuşuyorlar ama birbirlerine hep aynı ızdırap yüklü cümleleri tekrarlıyorlardı, o cümlelerin her tekrar edilişinde kendilerini daha da sıkı bağlayan kalın zincirlere dönüştüklerini fark edemeden. Yorgundu hep yüzleri bir çoğunun. Sanki seçmedikleri yükleri taşıyormuş, hak etmedikleri cezaları çekiyormuş, ruhlarına bu ağır işkenceyi yaşatmaları oynadıkları oyunun değişmez bir kuralıymış, yaşadıkları sanki onlara, duygularında ve düşüncelerinde neyi desteklediklerini gösterebilmeleri için bir fırsat yaratmıyormuş gibi.

Bir an “Uyanın artık bu hipnotik uykudan!” diyerek tek tek tutup sarsmak istedi onları. Sonra düşündü. Acaba uyanmak isterler miydi? Neden acaba kendilerini bilinçlendirmeyerek, yaşadıkları acılara dair esas gerçekleri öğrenmeden, gerçek dışı bir rüyada yaşamayı seçiyorlardı?

Bir insan, başkaları tarafından kurban edildiğinde hepsi tepki gösterirken, neden kendilerini kendi iradeleriyle kurban ediyorlar, gönüllü bir kurban olmayı seçiyorlardı?

Üstelik hayatın bütün armağanları gözlerinin önünde böylesine seriliyken...

16 Mayıs 2009
Haşim Arıkan

15 Mayıs 2009

Ya o doğru kişi değilse!

Yüreğimdeki bir yığın enkazın altında sıkışmış bir duygu, yıllar sonra yeniden baş veriyor. Bunca yıldan sonra, birini düşündüğümde ilk defa bir gelecek hissediyorum. Düşüncelerim, duygularım birbirinden ayrılmıyor. Bedenim yıllar sonra ruhumun üzerinden bir ipek gibi yavaşça kayıyor. Yıllardır özenle içinde sakladığı ruhu çırılçıplak ortada bırakıyor. Ruhum yıllar sonra yeniden huzurla tanışıyor.

Ve ben… Bu defa geçmişe ait hiç bir acının onu yaşamama engel olmasına izin vermiyorum. Bu defa sonunda beni neyin beklediğini sorgulamıyorum. Bu defa yaşayacaklarımdan korkmuyor, sonuna kadar gitmek istiyorum. İlk defa sonu bugüne kadar yaşadıklarımdan farklı olmasa bile, bütün yaşadıklarımı seveceğimi, onları asla değiştirmek istemeyeceğimi hissediyorum.

Bu paragrafın ardından gözleri okuduğu kitabın satır arasına takıldı kaldı. Yanaklarından süzülmeye başlayan gözyaşlarını eliyle yavaşça sildi. Okuduğu bu satırların, ruhunun karanlık odasındaki yaktığı ışığı, bu defa hemen söndürmedi. Aydınlanan odada bir süre, etrafa saçılmış darmadağın duran geçmiş zaman kırıklarına baktı.

Ne kadar uzun zaman olmuştu. Birine “seni seviyorum” demeyeli. Bu sözü kullanmaktan hala nasıl da korkuyordu. Ne zaman niyetlense, aklına hemen “Ya o doğru kişi değilse?” sorusu gelip takılıyordu. Ya o doğru kişi değilse! Ardından da bu sefer içine bir kuşku düşüyor. “Ya doğru kişi tam önümde duruyor ve ben yine de ona söyleyemiyorsam?” diye endişeleniyordu?

Korkuyordu.
Yorgundu ruhu.
Zaman zaman kaçmak istese de herşeyi bırakıp ardında.
Kaçamıyordu.
Terk etmişti bir yerlerde kendini, bulamıyordu. Aslında bulmak için yeniden o bıraktığı yere geri dönmeye, onunla yüzleşmeye de korkuyordu.

Korkuyordu.
Yeniden birine alışmaktan.
Bir kez daha yalnız kalmaktan.

Korkuyordu.
Mutlu olabilme cesaretini bir türlü gösteremiyordu...

14 Mayıs 2009
Haşim Arıkan

9 Mayıs 2009

Mutlu olma cesareti...

Senin gibiyim.
Sessiz görünsemde, düşüncelerim akmaya devam ediyor benim de beynimin içinde.
Bende artık hayattan hiç bir şey beklemiyorum.
Kendimi yalnız ve terk edilmiş gibi hissediyorum.

Aynı zamanda aynı mücadeleyi veren iki yalnız varlığız seninle.
İkimizinde sessizliğinde aynı itiraflar saklı.

Işığın yada karanlığın olmadığı anlamsız bir boşlukta.
Yok olmayan ama yerinde de durmayan tuhaf bir sisin ortasında.
İsteyerek sürdürülen bir sürgünün yalnızlığı bu yaşadığımız.

Sana benziyorum.
Ben de senin gibi içimdeki en güçlü duyguları ustaca sahteleştirip yok ediyorum.
Ben de aslında gerçek olmayan şeyleri gerçekleştirmek için mücadele ediyorum.
Ben de uzanıp alınmamış, tatmin edilmemiş duygular düzeyinde yaşıyorum.
Bende senin gibi iyileşmelerine izin vermediğim yaralarımı yorgun şefkat anlarımla tımarlıyorum.

Ben de suçluyum. Tıpkı senin gibi.
Yaşadığım bu çaresizlik duygusunun bana öğretilmesine izin verdiğim için,
Hissetmediğim bir hayatı sahte olarak yaşadığım ve buna razı olduğum için,
Elde edebileceğim yada yok edebileceğim tek mutluluğun, kendi mutluluğum olduğunu kabul etmediğim için,

Mutlu olma cesaretini bir türlü gösteremediğim için,

08 Mayıs 2009
Haşim Arıkan

5 Mayıs 2009

Dün, bugün, yarın...

 
“Dün, bugün, yarın” üçgeni içine sıkıştırdığımız zaman, bizi dünden uzaklaştırırken, aynı hızla da yarınlara doğru yaklaştırıyordu.
Yaşananlar, bugün olduğunda, birer anıya dönüşüp düne takılırken, yaşanmak istenenler hayallere asılı bugünden yarınlara doğru uçuşuyordu.
Dün bugünün korkusu, yarın bugünün umudu olmaya soyunduruldu.
Dünden bugüne sızan korku, yarının umutlarının arasına sessizce kuşkuyu saldı.
Kuşku, inancı boğdu, tüm zehirini an’a akıttı.
Zehirlenen an, umutlarını yitirip, telaşla, bugünü, düne ve yarına iyice bulaştırdı.
Dün, bugünü, eğer farklı bir şey yaparsa hiç bir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağıyla korkuttu. Yarın ise farklı bir şey yapmazsa herşeyin yine düne benzeyeceğiyle.
Korkunun iyice esiri olan bugün, telaş içinde yarınlardan aldığı “hayalleri” hızla öğütmeye, onları “asla olamayacaklar” listesine kaydetmeye başladı.
Yarının bilinmeyen mutlulukları, dünün bildik acılarına yenik düştü.
Seçilmiş yalnızlıklar, öğrenilmiş çaresizliklere dönüştü.
O gün geldi…
Zaman sıkıştığı “dün, bugün, yarın” üçgeninden kurtuldu, insan, olabileceklerin tümünü gördü.

Ama hiç biri olamamıştı….

05 Mayıs 2009
Haşim Arıkan