3 Aralık 2012

Eski aşkların olumsuzlamalarıyla, yeni aşklara yelken açmak...



Çarşamba günü duruşması vardı. İkinci evliliği de iki gün sonra artık kağıt üstünde de son buluyordu. Evlilik konusunda neden bir türlü başarılı olamadığını düşündü. Daha önce bir çok defa can simidi olarak sarıldığı“Hayatta başarısızlık diye bir şey yoktur sadece deneyim vardır.”cümlesi bu defa işe yaramadı.

Hayat -yaşarken farkında olmasa da-seçimleri neticesinde ulaştığı her yeni gerçeklikle insanı bir yerlere doğru çekiyordu. Belki de hayatın çekim gücü, her yeni deneyimle insanı onun için en doğru olana doğru yaklaştırıyordu. Eğer attığı sayısız adımın sadece sonuncusu insanı asıl hedefine ulaştırıyorsa, onu o hedefe yaklaştıran ondan önce adımlar nasıl başarısızlık olarak değerlendirilebilirdi ki? 

Başını oturduğu koltuğa dayayıp gözlerini kapadı.  Kapamasıyla birlikte zihninde oluşturduğu anılar koleksiyonunun, ilişkilerinin henüz yeni başlamış olduğu o ilk günlere ait nadide bir parçası, bir anda fırlayıp gözlerinin önüne düşüverdi. Yaşadığı o harika anların görüntülerinin yüreğinde yarattığı titreşimle gülümsedi.

İnsan her seferinde inatla,  zihninin onun için hazırladığı tuzağa düşüyordu. İlişkinin en başında hep birbirinin neleri sevdiğine odaklanırken, sonrasında karşısındakinin onu tedirgin eden davranışlarına odaklanmaya başlıyordu. Mutlu olmak, hayattan keyif almak, huzur içinde yaşamak arzusuyla başlayan o baş dönürücü deneyim bir süre sonra, sürekli itelenen, mücadele edilen bir hale dönüşüyordu. ”Aşk” adıyla başlayan o müthiş birliktelik, sessiz, umutsuz bir kader birliğine dönüşüyordu.

Tuhaf bir duyguydu aşk aslında, onu dolu dolu yaşayabilmen için önce aklını başından alıp sana kendini unutturuyor, kendini yeniden hatırlamaya, fark etmeye başladığındaysa sana artık tat vermiyordu.

Neydi acaba aşkı bu tuhaf döngüye hapseden şey;
Onu düşüncelerin yörüngesine oturtmaya çalışmak, zihnindeki düşüncelerin bağlarından kurtarıp onu özgür bırakamamak mıydı?
Karşındaki insanı daha tanımadan, onunla yaşayacaklarının kararını vermek miydi?
Onu zihninde yarattığın harika bir tablonun içine hapsetmek miydi?
Yoksa onu hiç bir şeyle karşılaştırmadan keşfedememek miydi?
Ya da onu sırf gereksinim duyduğun, bir fikre dayandırdığın için istemek miydi?

İnsan,  içsel hareketlerinin, dalgalanmalarının farkına varamadıkça,yüreğinden geçenleri,düşünce biçimini anlamadıkça galiba bu tuhaf  döngüyü ne yaparsa yapsın değiştiremiyordu!

Her bitiş sonrasında olduğu gibi, yine içindeki o büyük gücün harekete geçtiğini hissetti.  Bu sanki insanın hayatta kalmak için desteğe ihtiyacı olduğu zamanlar da içinde uyanan ilkel, vahşi bir şeydi. Yangınlar ormanları kül ettikten sonra açan vahşi çiçekler gibi. Bir çok insan korkup, onu kalplerinin derinliklerinde saklıyordu. “Özgürlük” dü bu büyük gücün adı.

İnsan hayatı boyunca hep gerçekten olduğu kişi olarak yaşamasına izin verilen yeri arıyordu. Hayatın anlamlı olduğunu hissedebileceği yeri. Yani özgür olduğu yeri.

Peki kendisi sürekli özgür olduğu yeri aramaya devam ederken, acaba yaşadığı ilişkilerde karşısındaki insanı ne kadar özgür bırakıyordu?
Aşkı hiç bir eksiği olmayan bir özgürlük olarak ne kadar yaşayabiliyordu, yaşatabiliyordu?

1 Aralık 2012
Haşim Arıkan

Hiç yorum yok: