Yoğun bir iş gününün bitimine
dakikalar kala kapıdan başını uzatıp yüzüne yerleştirdiği en şirin ifadesiyle “Bu
akşam için bir planın var mı?” diye soruyor. “ İstinye’ye sahile inip, biraz
deniz havası alıp, sohbet etmek ister misin benimle?” Ona nasıl hayır
diyebilirim ki? Onunla sohbet benim için bir lüks, seve seve kabul ediyorum.
Kendimizi deniz kenarındaki
bir kahveye atıp orta şekerli birer türk kahvesi söylüyoruz. Kahvesinden aldığı
o ilk yudumun midesine doğru yaptığı yolculuk devam ederken, o da elindeki
fincana bakarak başlıyor her zamanki gibi -her biri zihnimde yeni yeni pencereler
açan- cümlelerini sıralamaya. “Fincan” diyor “Hammaddesiyle, şekliyle belli bir
amaca hizmet eder. Ama içindeki boşluk özgürdür. O ancak fincanla bir bütün
olarak düşünülürse fincanın içinde sayılabilir. Bunun dışında o sadece
boşluktur. Biz de bir bedenimiz olduğu sürece bedenmiş gibi görünürüz. Bedenimiz
olmadığında ise bedenden ayrılmış değilizdir. Sadece “biz” izdir.
O kahvesinden bir yudum daha
almak için es verdiğinde, ben onun bu anlattıklarını sindirmeye çalışıyorum.
Bir süre sessizce kahvesini yudumlayıp, etrafımızdaki masalarda oturmakta olan
insanları izliyor.
"Biliyor musun? Adına dünya
dediğimiz bu sahne “ben bedenim” temel fikrinin ipine dizilmiş geçici haller
sinsilesinden başka hiç bir şey değil aslında."
Peki o zaman gerçek olan ne? diyorum.
İnsan kendisi hakkında esas gerçeği nasıl öğrenebilir?
"İnsana kendisi hakkındaki
gerçeği ne bedeni, ne de zihni verebilir. Beden onu sınırlar, zihin ise herşeyi
anıya dönüştürüp biriktirir ve onu bir tutsağa çevirir!
Kendimiz hakkındaki asıl
gerçeği bilmek ve onunla birlikte gelen büyük huzuru yaşamak istiyorsak bir tek
bir yeri, kendi içimizi kazmamız gerekir. Bize gerçekten yardımcı olabilecek en
büyük guru, kendi iç benliğimizdir.
O, bedenin ardındaki güç,
gözün ardındaki göz, zihnin ardındaki zihindir..."
26 Aralık 2011
Haşim Arıkan
Haşim Arıkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder