10 Aralık 2012

Düşünce gölgeleri…


Düşündün mü hiç, acaba hangisi daha çok korkutuyor seni?

En zayıf yönlerinin başkaları tarafından fark edilmesi mi?
Yoksa tamamen olduğun gibi görünmek mi?
Aslında ikisi arasında pek de fark yok değil mi?

İnsan korkuları sayesinde, kendini imajların arkasına saklamakta zamanla nasıl da ustalaşıyor.

Tuhaf olan ise insanın bir taraftan mutlu olmayı, sevilmeyi arzulayıp, diğer taraftan korkuları yüzünden hayatı, hissedilmeden, el sürülmeden, sevgi ihtiyacını belli etmeden yaşamak istemesi.
Bir yandan düşleyip öte yandan bağımlı olmayı seçmesi.
Zaman içinde kendinin yargıcı, gardiyanı ve celladına dönüşmesi.

Bizi bu noktaya taşıyan ise, olduğumuz gibi göründüğümüzde sevilmeyeceğimiz, red edileceğimiz endişesi.
Neticede bizler aslında diğer insanların hakkımızda düşündükleriyiz değil mi!
Yeterince iyi olmadığımız için, asla almamalıyız gerçekte kim olduğumuzu belli ederek yaşama riskini!

Söyler misin? Seninde kendini bildiğin günden başlayarak, beynine itinayla bu düşünceler yerleştirilmedi mi?
Hepimizin hayattaki en önemli rolünün uyum sağlamak olduğu, kabul görebilmek için birbirimize benzememiz gerektiği sana da sabırla öğretilmedi mi?
En anlaşılmaz tarafı ise bu düşünceleri beynimize yerleştirenlerin kimliği!

Hayatı böyle korkak ve kaçak yaşamak çözüyor mu acaba herşeyi?
Böyle olunca hiç incinmiyor mu insanın duyguları, benliği?
İnsana hiç zarar vermiyor mu bu korkaklığı, cesaretsizliği?

Yoksa insanın esas kalkanı kendi saflığı ve sevgisi değil mi?

Ne olur acaba korkularımızı yaratan düşüncelerimize bu kadar esir düşmesek.
Sürekli tedbirli hareket edip hayatı masanın altında, kendimizi saklayarak yaşamak yerine, pencerenin önüne dikilip payımıza düşen her ne varsa hepsini kabullenerek yaşamak istesek.
Sevgi isteğimizi, en insani yönlerimizi saklamaya çalışmadan sergilesek.
Duygu doğamıza, otantik benliğimize saygı göstersek. Onları özgür bırakmayı denesek.

Ne olur güven duygusuna, belli sonuçlara ihtiyaç hissetmesek?
Herşeyimizle yaşanan anda olabilsek,
Kırılsak, incinsek, yaralansak.Yanlış yapsak, yanılsak. Red edilsek.
Sonra yeniden denesek.
Her seferinde yine yeniden sevsek.

Farkına varamaz mıyız?
Geriye dönüp baktığımızda yaptıklarımızdan daha çok yapamadıklarımız için pişmanlık hissettiğimizi.
Kaçtığımızı sandıklarımızdan aslında kaçamadığımızı, onların her seferinde farklı maskeler takarak bize geri geldiğini.
Bu şekilde yaşayarak sadece kendimizi yalnızlığa mahkum ettiğimizi,

Farkına varamaz mıyız?
Böyle yaşarken aslında ne çok şey biriktirdiğimizi, ne çok şey keşfettiğimizi.
Yaşadıklarımızın özündeki, büyümemizi sağlayan o mükemmelliği.
Ön yargılarımızdan, yanlı tutumlarımızdan kurtulduğumuzda çevremizdeki herşeyin nasıl olağanüstü derecede ilginç ve canlı hale geldiğini,
Hayata beynimizdeki düşüncelerin gölgesinden bakmadığımızda, hayatla aramızda oluşan o sıradışı ilişkiyi,

Fark edebilir miyiz acaba?

10 Kasım 2010
Haşim Arıkan

Fotograf: The Burning Plain

7 yorum:

ali zafer sapci dedi ki...

Genellikle farkına vardığımızda geç kalmış oluyoruz değil mi!
Güzel bir paylaşım, teşekkürler.

oz dedi ki...

Nefis bir yazı, saygılarımla...

y. dedi ki...

en çok kendisi kokrutmuyor mu insanı... tamamen anlaşılmak güzel olduğu kadar tehlikeli de. açıkken kapılar sandığımız kadar güzel miyiz. kimse mükemmel değil, en azından ben değilim, insanın eksikliklerine rağmen bırakıp emliyet subabının yerini bişey yaşaması mümkün mü?
mümkün ama ancak yaşadıkları için üzülmeyi bırakıp yaşayamadıkları için üzülmeye başladığı zaman.
ama ne diyordu beckett,
hep denedin
hep yenildin
yine dene
yine yenil
daha iyi yenil.

teşekkürler..

Brajeshwari dedi ki...

birkaç kez okumak istedim... o yüzden bu sayfada kalacagim biraz daha...harika bir paylasimdi.

Sis dedi ki...

O yalnızlığa mahkum etmek korunma sağlıyorsa eğer kişiye?

MeaCulpa dedi ki...

O zaman inandığımız masallar farklı demektir:)

novella / विश्व dedi ki...

ego açtır, bir kere düştün mü tuzağına beslemek gerek her defasında. bu yüzden korkar insan ondan sıyırılıp çıplak kalmaya...
çıplak kalıp kendine teslim olmaya.