31 Mart 2009

En son ne zaman kendinle başbaşa kaldın?

Hatırlıyor musun?
En son ne zaman kendinle başbaşa kaldın?
En son ne zaman kendi içinde bir yolculuğa çıktın?
Sadece sen, aklın ve sana ait duyguların.
Bugüne kadar hiç kimseye söyleyemediklerin, belki de hiç bir zaman söyleyemeyeceklerin.
Yalnız senin görebildiklerin, yalnız senin hissedebildiklerin, yalnız senin şahit oldukların.
İçinde sakladığın, yoksulların, zorbaların, toplum dışına atılmışlıkların.
Suçluluk duyguların, kendine acımaların…

Söyler misin?
Daha ne kadar, onların, adları konulmadığında, seslendirilmediğinde senin için sorun olmayacağına inanacaksın?
Daha ne kadar, onları hiç kimseye söylemeyerek yok edebileceğine inanacaksın?
Daha ne kadar, seni hiç bir yere ulaştırmayan, bu ezbere bildiğin, risksiz çözümlerin kısır döngüsünde yaşayacaksın.
Daha ne kadar, birilerinin seni incittiğine, veya sana felaket getirdiğine inanacaksın?
Daha ne kadar, hayattan şikayet edecek, dünyayı suçlayacaksın?
Daha ne kadar, kadere sığınacaksın?

Sence;
Sen yaşamındaki olayları göğüsleme biçimini değiştirmeden, yaptığın seçimlerin farkında olmadan, davranışlarının, kararlarının sorumluluğunu almadan, farklılaşacak mı yaptığın bu içsel yolculukların da gördüklerin, şahit oldukların? Bitecek mi, sürekli yaşadığın tekrarların?

Ne zaman, kendine acımanın bir sonuç değil, yaşadıklarının başlangıcı olduğunu kabul edeceksin?
Ne zaman, öğrenilmiş çaresizliklerle, yeni bir gelecek yaratılamayacağını keşfedeceksin?
Ne zaman, yaşamımızın kalitesini, başımıza gelenlerin değil, onlara nasıl tepki verdiğimizin belirlediğini fark edeceksin?
Ne zaman, yaşadıklarına tepki vermediğini, kendini onların içinde tamamen kaybettiğini göreceksin?
Ne zaman senin, hayatında nelerin olacağının değil, hayatının nasıl olduğunun kararını verebildiğini fark edeceksin?

Eğer evrenin sana sunduklarına karşı, senin cevabın duyguysa, evrene cevap olarak bu duyguları mı vereceksin?

10 Aralık 2007 – 31 Mart 2009
Haşim A.

28 Mart 2009

Doğrularmış.....!

Doğrularmış...

Söyler misin bana doğru nedir?
Bu konuda en son sözü söyleyecek olan kimdir?
Sen şimdi hayatını bu şekilde yaşayarak, inandığın ilkeler uğruna mücadele ettiğini mi zannediyorsun?
Kabul et. Bu senin içinde barındırdığın kibirden başka hiç bir şey değil.
Böyle davranıyor olmanın esas sebebi;
Senin egoist olman. Sanki çok önemliymiş gibi her zaman haklı olmaya çalışman.
Haklı yada haksız olmanın bir önemi var mı ki?
Kimin için neyin doğru olduğunu sen nasıl bilebilirsin ki?
Kabul et. Bu yalnızca kendi egonu tatmin etmeye yönelik basit, ilkel bir düşünce şekli.
İçindeki o bir türlü bastıramadığın, daha üstün olduğunu başkalarına göstererek onları incitme isteği.
Doğruluk kavramının insan varlığı ile ne alakası var ki?
Sen sadece bir insansın. Etrafındaki tüm herkes gibi.
Onların hiç birinden hiç bir farkın yok senin.
Artık bu saçma, mükemmel olma hayalinden vazgeç.
Diğer insanlarla iyi geçinmeyi öğren.
Kimse artık hiç kimseden mükemmel olmasını beklemiyor.
Haklı yada haksız olmak diye bir şey yok.
Bizler sadece insanız.
Ve hepimiz yeryüzüne egemen olan, bizlerin bir arada sorunsuz yaşamamızı sağlayan o kollektif beyinin birer neferleriyiz. Ancak bu şekilde düşünerek birlikte, mutlu ve sorunsuz yaşayabiliriz.
Boşyere her zaman haklı olduğunu kanıtlamaya çalışma. Bu şekilde davranarak hiç bir şey kazanamazsın.

Sen başkalarına ödün verirsen, başkaları da sana ödün verir.
Sen başkalarına senden istediklerini verirsen, onlarda senin durmalarını istediğin yerde durur.
Yaşat ki sende yaşayabilesin.
Ver ki, alabilesin.
Direnme, ehlileşip, itaat et ki, bu düzenin içinde var olabilesin. Kendine bir yer bulabilesin.
İnan. Kabul et.
Emin ol hepimiz için en ideal düşünce şekli bu.

28 Mart 2009
Haşim A.

26 Mart 2009

Rüzgar ve dalgalar her zaman denizcilerin yanındadır...

Bir deniz kenarındayım. Uzun süredir devam eden yoğun tempodan dolayı yorgunum ve artık ruhum ve bedenimi buluşturup, biraz olsun soluklanmak, kendimle başbaşa kalmak istiyorum. Son dönemde yaşadığım bu yoğunluğun ve hayatın üzerine düşünüyorum. Ama gözümü, sanki benim de hayat hakkında söylemek istediklerim var diye çırpınan denizden, bir türlü alamıyorum.

Deniz bugün biraz hırçın ve dalgalı. Dalgalar büyük bir şiddetle kayalıklara çarpıp yavaşça geri çekiliyor, sonra çok daha kuvvetli bir şekilde tekrar geri dönüyor. Sağ tarafımdaki o heybetli sarp kayalığın, dalgaların ona her çarpışında çıkardığı, o isyankar uğultusunu dinliyorum. Sol tarafımdaki o gösterişsiz küçük kayalığın bu hırçın dalgalar karşısındaki sükunetine ise hayran oluyorum. Deniz bu, sağı solu pek belli olmuyor. Ne kimseye bugün nasıl olmamı istersin diye soruyor. Ne de kimsenin ona müdahale etmesine izin veriyor. Ne sürekli sakin kalabiliyor, ne de sürekli hırçın ve dalgalı. Bugün kayalıkları döven bu dalgalar, yarın sanki yaptıklarından pişman olup kayalıklara sevgiyle yanaşmaya, onları sarıp sarmalamaya çalışıyor. Onlar sürekli bu dalgalara isyan etseler de, aslında bu dalgalar yıllar içinde onları şekillendiriyor. Birbirinden farklılaştırıyor, onları özgünleştiriyor.

Gözüm, açıklarda birer kelebek gibi dolaşan yelkenlilere takılıyor. Rüzgar hepsi için aynı yönden, aynı şiddette esiyor ama kimi sağ tarafa doğru yol alırken, kimi sol tarafa gidiyor. Herkes onların hangi yöne doğru gideceklerini esen rüzgarın belirlediği yanılgısına düşse de, sanırım bunu asla esen rüzgar değil, her zaman onların yelkenleri belirliyor. Bir kısmı kıyıdan uzaklaşmaya bir türlü cesaret edemiyor, hep kıyılarda dolanıyor. Bir kısmı ise korkusuzca kıyıdan uzaklaşıp açık denizlere yelken açıyor. Okyanusları keşfediyor.

Güneş denizin ardına düşüyor ve gözden kayboluyor. Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor. Bakışlarım tekrar kayalıklara dönüş yapıyor. Kimisi altında bir bakışta kimsenin göremeyeceği muhteşem mağaralar saklıyor. Kiminin üzerinde ise büyük bir deniz feneri, yaydığı kuvvetli ışıkla, karanlıkta kaybolmak üzere olanlara, yönlerini şaşıranlara doğru yönlerini bulabilmeleri için yardımcı oluyor. İnsan ancak dikkatlice baktığında fark ediyor, asla hiçbiri diğerine benzemiyor. Bu muhteşem denizin kimi zaman hırçınlaşan, kimi zaman sevgiyle sarıp sarmalayan bu dalgaları onları özenle işliyor, farklılaştırıyor ve herbirini eşsiz ve özel yapıyor.

Başımı eğip birazda kendime, bunca yıldır yaşamın dalgalarının beni nasıl işlediklerine bakıyorum. Dünya üzerinde yaşamakta olan herkes gibi benim de özel ve tek olduğumu bir kere daha fark ederek, kendime sevgiyle gülümsüyorum. Yeni bitirdiğim bir kağıt gemiye daha, yüreğimden bir tutam sevgi katıp, onu usulca saat 22:00 civarında serin sulara bırakıyorum.

26 Eylül 2007
Haşim A.

25 Mart 2009

İnsan kendinden kaçarak, kurtulabilir mi? (Kendimle sohbet)

Biliyor musun? Sen, beni duymuyormuş gibi davransan da, senin beni aslında her zaman duyduğunu çok iyi biliyorum. Öte yandan bunu biliyor olsam da, bana böyle davranmanın sebebini bir türlü çözemiyorum. Hele dışarıda aradığın tüm cevapların bende olduğunu bilirken. Zaman zaman düşünüyorum. Acaba korkutuyor muyum seni diye? Gerçekten benimle karşı karşıya gelmekten, benimle yüzleşmekten korkuyor musun? Belki de böyle davranmanın sebebi diğer insanlar. Belki de etrafın onlarla bu kadar doluyken, bana ihtiyaç duymuyorsun. Peki söylesene, neden beni değil de, onları tercih ediyorsun? Onlar benden daha doğrusunu mu öğretiyor sana? En azından sen böyle olduğunu düşünüyorsun değil mi?

Sana “kimse sana hiç bir şey öğretemez” desem, ne düşündürebilir ki bu cümle sana? Büyük olasılıkla her zaman yaptığın gibi yine öfkelenirsin bana. Ama inan bana, başkaları sana sadece, amaçların için, yol, yöntem gösterebilir, sana araç verebilir. Peki ya amaç? Amaç, her zaman sadece senindir. Yaşadığın herşey, verdiğin her karar, yaptığın her seçim gibi...

Seni kızdırma ihtimalinin çok yüksek olmasına rağmen yeri gelmişken sana bir şey itiraf etmek istiyorum. Çoğu zaman sana baktığımda ne hissediyorum biliyor musun? Hem çok şey var sen de, hem de bir şey eksik. Ne bileyim sanki bir bütünlük, bir anafikir, bir amaç…! Senden tek bir cümle istesem. Sadece tek bir cümle… Düşündüğünde içini kıpır kıpır yapan, seni heyecanlandıran, tek bir cümle… Senin için hayatı, yaptığın seçimleri, hayattaki amacını anlamlandıran, seninle bütünleşmiş bir cümle… Neyse boşver, unut gitsin bütün bu söylediklerimi. Belki de henüz zamanı gelmedi seninle bunları konuşmanın. Söz konusu şey hayat olduğunda, insan ögrenmeye hazır olduğunda okul onun ayağına gelirmiş.

Peki son bir şey sormak için izin verir misin bana? Belli mi olur! Belki de bu son soru sen de gerçekleşmesini istediğin o değişimin fitilini ateşleyiveren küçük bir kıvılcım olur. Biliyor musun? Değişim insan olduğu şey haline geldiğinde gerçekleşirmiş, olmadığı şey olmaya çalıştığında değil.

Sana sormak istediğim son soru şu! Bugüne kadar hiç düşündün mü? Hep senin bir şeyler beklediğin hayat var ya, acaba onun da senden beklediği bir şey olabilir mi diye. Benimde hayata vermek istediğim bir yanıtım var mı diye? Hakikaten düşündün mü hiç bunu? Kimbilir belki düşündün, belki de bugüne kadar aklına bile gelmedi. Ama bence birgün gelecek, bu soru senin de beynine düşecek ve o gün sen; Ya, hayata vereceğin o yanıtı, ona bunu ifade etmek için sana lazım olan tüm kelimeleri bulmuş olacaksın. Ya da...

Neyse… Biliyorum yine çok konuştum. Artık susuyorum. Madem bana karşı evde yoku oynamaya inatla devam ediyorsun. O zaman ben de artık susuyorum. Ama şunu unutma. “Hayatta ki en kötü düşünce, düşünmeyi red etmektir.” Eğer bir gün kendin hakkındaki doğruları bulabilmek için gerçekten düşünmeye karar verirsen, ben burada, her zaman olduğu gibi yine senin yanında ve sana yardımcı olmak için hazır olacağım.

20 Mart 2008
Haşim A.

Acımdan vazgeçmek neden bu kadar zor benim için?

Acımdan vazgeçmek neden bu kadar zor benim için?

Bu soruyu sordunuz mu hiç kendinize?
Yoksa siz acılarınızla yaşamaktan, yıllar geçse de onları hala hissediyor olmaktan hoşnut musunuz? O acıları hissetmediğiniz de, o yaşanmışlıklara dair deneyiminizi de yitireceğinizden mi korkuyorsunuz?

Sahi;
Neden üzerlerinden yıllar geçip gitse de, geçmiş deneyimlerimizle kavga ederiz?
Neden hala eskinin acılarının, yüreğimizi acıtmasına izin veririz?
Neden eskiden olduğumuz kişi yüzünden hala kendimizi suçlarız?
Çoktan tamamlanmış hikayelerin, ihtimal hesaplarını yapmaktan neden vazgeçemeyiz?
Neden getirilerinin acı olduğunu bile bile bazı hesapları inatla açık tutarız?

Acaba neyi bekleriz onları kapatmak için?

O yaşanmışlıklarımız bir gün bize tekrar geri dönerek, içimizde ona dair eksik, yarım kalanları tamamlayabilmemiz için bize bir şans daha vermesini mi?
Yoksa canımızı yakanların, hatalarını anlayıp gelip bizden özür dilemesini mi?
Ya da birilerinin, haklılığımız nedeniyle gelip bizi ödüllendirmesini yada haksızlığa uğradığımız için bize bir tazminat ödemesini mi?

Neden bir türlü fark edemiyoruz acaba?

Vazgeçemediğimiz bu acılar yüzünden sadece kendimizi huzursuz ve mutsuz ettiğimizi...
Affetmeyerek en büyük cezayı kendimize verdiğimizi...
Gözlerimizi yüzümüze kapanan o kapılardan bir türlü ayıramadığımız için açılan yeni kapıları göremediğimizi...
Sırf bu acılar yüzünden, kendimizi nelerden mahrum ettiğimizi...

Yaşadıklarımıza tepki vermeyi bırakıp, onlara yanıt vermeyi denemek gerçekten bu kadar zor mu?
Yoksa kabullenmediğimiz bağımlılığımız mı, acılarımızdan bir türlü vazgeçememizin esas sebebi?

01 Temmuz 2008
Haşim Arıkan

24 Mart 2009

Zamansız zaman...

Zamansız bir zamandı yaşanan.
Ne kadar tutmaya çalışırsan çalış, parmaklarının arasından sessizce kayan.
Ne bir başlangıcı, ne de bir sonu olan.
Bazen çaresiz kalakalıyor insan.
Donup kalsın istiyor hayat.
Yaşanmayacaksa eğer hiç başlamadan.
Sana doğru mu yaklaşıyor, yoksa senden mi uzaklaşıyor hiç anlamadan.

Zamansız bir zamandı yaşanan.
Gücünü ne geçmişten alan.
Ne de gelecek hayallerinde kendine bir yer bulan.
Bazen çaresiz kalakalıyor insan.
Donup kalsın istiyor hayat.
Onun bir kalp çarpıntısı mı, yoksa ince, derin bir sızı mı olduğunu hiç anlamadan.
İçine hiç düşmeden, içinden çıkmak için bir çıkış kapısı bulmaya çalışmadan.

Zamansız bir zamandı yaşanan.
Ne bir adı olan, ne de hiç yaşanmamış varsayılan.
Bilinmezin çekiciliğinde, ulaşılmazın mükemmelliğinde olan.
Ne “biz” denilebilecek kadar çok, ne de “ben” diyebilecek kadar yalnız olan.
Bugüne kadar yaşananların hiç birine uymayan, sadece sana ait olan.

05.02.2008
Haşim A.

Var mısın benimle...

Ne tuhaf değil mi?
O günlerde ne sen, ne de ben “neler oluyor bize“ diye bir kere bile sormadık kendimize?
Sanki ikimizde ayrılık için çabaladık, birlikte.
Ben artık o günleri unuttum deme ne olur bana.
Biliyorum ki bütün o yaşadıklarımız senin de ben gibi, hep hatırında.
Ne inatçı günlerdi değil mi o günler…
Senin aklında bir türlü gerçekleşmeyen beklentilerin.
Benim aklımda değiştirmemek için inatla direndiğim kendi gerçeklerim.
Senin elinde sımsıkı tuttuğun bir “biz”.
Benim elimde ihmal ettiğimi yıllar sonra fark ettiğim bir “ben”.
Düşünüyorum da o günlerde ikimizde artık konuşacak bir şey kalmadı diye susmaya başlayınca, hep sessizlik kazanır olmuştu.
Hep sessizlik kazanmaya başladığında ise, "ayrılık" artık bizim için kaçınılmaz bir son du.
Sen artık biz’siz bir hayatın yeni yolcusu.
Ben de ise daha mutlu olacağımı inandığım, garip bir yalnızlık tutkusu.
Ayrılık düşüncesi yeter ki bir kere düşmeye görsün, zamanla zehirli bir sarmaşık gibi sarıyor insanın beynini.
Engel olamıyor insan beynine düşen o düşüncenin, denemek için sabırsızlandığı karşı konulamaz bir arzuya dönüşmesine.
Denediğinde ise...
Ya artık yeni bir yolun yolcusu oluyor, yeni oyuncularla, yeni bir hikayeye merhaba diyor.
Ya da pişman olup kaybettiğinin değerini anlıyor.
Ne tuhaf değil mi?
Bir süre sonra iki tarafta aslında deliler gibi pişmanken, hep ilk adımı karşı tarafın atmasını bekliyor.
Oysa hızla geçen zaman, saati acımasızca kumla dolduruyor.
Düşünüyorum ayrılık acaba gerçekten kimin tercihiydi.
Bunu ilk dile getiren senin mi?
Yoksa seni o noktaya getiren benim mi?
Son gün birbirimize “hoşçakal” derken...
Bu cümle yüreklerimizden mi çıkmıştı acaba gerçekten.
Peki ya sonraki günler?
Ben, yanlızlığın sıcak zannettiğim buz gibi kollarında.
Sen, aşkın her zaman ilk günlerdeki gibi kalamayacağının geç gelen farkındalığında.
Bugün...
Sen ve ben yani “biz” yeniden yan yana.

"Var mısın benimle herşeye sıfırdan başlamaya?"

16 Temmuz 2007
Haşim Arıkan

İnandığım masallar (Toplumsal rüya, esasen gerçek olan ne ki?)

Hepimiz: Hoşgeldiniz. Size nasıl yardımcı olabiliriz?
Anne-Baba: Yeni doğan bebeğimiz için geldik. Onun da genel anlaşmaya dahil olmasını, herkesin gördüğü toplumsal rüyayı onun da görebilmesini, bizler gibi mutlu!, ruhsal açıdan sağlıklı! bir birey olmasını istiyoruz.
Hepimiz: Harikasınız. Böyle bilinçli anne, babalarla karşılaşınca inanın çok mutlu oluyoruz. Demek yeni bir üyemiz daha oluyor. Yalnız sizde çok iyi biliyorsunuz ki bu rüya milyonlarca bireysel rüyanın birleşiminden oluşan kollektif bir rüya. Tüm toplumsal kuralları, inançları, yasaları, dini içinde barındırıyor. Bunun için de eğer yüzdeyüz başarı istiyorsanız kesinlikle hep birlikte, koordineli bir şekilde çalışmamız şart.
Anne-Baba: Biz anne ve babası olarak elimizden gelen herşeyi yapmaya hazırız. Yanlız aklımıza takılan bazı sorular var. Öncelikle bunları aydınlatabilmemiz için bize biraz yardımcı olursanız çok seviniriz.? Bu bizim ilk çocuğumuz. Bu konuda çok fazla tecrübeli değiliz. Uygulanan yöntem hakkında biraz bilgi verebilir misiniz Acaba nasıl bir eğitim modelini uyguluyorsunuz?
Hepimiz: İki aşamalı bir yöntem bu. Birinci aşama ehlileştirme süreci.İkincisi yani sonuç aşaması ise genel anlaşmaya katılarak baş eğme. Ehlileştirme sürecine onların normal eğilimlerini ortadan kaldırarak başlıyoruz. Bireysel özgürlük gibi yanlış bir düşünceyi tamamen devre dışı bıraktırıyoruz. Sonra nasıl yaşamaları gerektiğini, nasıl bir rüya görmelerini; toplumsal rüyadan onların içsel rüyalarına aktarımlar yapmak suretiyle onlara öğretiyoruz. Beyinlerin de bizlerle yüzdeyüz uyumlu bir inanç sistemi yaratıyoruz. Ve sonunda da bu inanç sistemi sayesinden genel anlaşmaya katılarak tamamen baş eğmelerini sağlıyoruz.
Anne-Baba: Peki başarılı olmalarını nasıl sağlıyorsunuz? Bunun için ne tip yaptırımlarınız var?
Hepimiz: İyi ve kötüye dayalı ceza-ödül sistemimizle. İstenildiği gibi davrandığı zaman onlara iyi kız, iyi erkek diyoruz. İstediklerimizi yapmadıkları zaman kötü kız, kötü çocuk oluyorlar. Eğitimin sonunda tamamen ehlileştiklerinde artık hepsi kendi kendilerini iyi ve kötü olarak değerlendirip cezalandırıp ödüllendirmeye başlıyorlar. Yani kendi ehlileştiricileri artık kendileri oluyorlar. Onlara öğrettiğimiz inanç sistemi zihinlerini yönetmeye başlıyor. İnanç sistemlerinde varolan herşeyi artık hiç sorgulamadan kendi gerçekleri olarak kabul ediyorlar.
Anne-Baba: Bu aldıkları eğitim onların kişilikleri üzerine olumsuz bir etki yaratabiliyor mu? Dediğimiz gibi o bizim ilk çocuğumuz. Onun için her şeyin en iyisini, en güzelini istiyoruz.
Hepimiz: Bu konuda yüreğinizi kesinlikle ferah tutun. Olumsuz bir durum söz konusu bile olamaz. Eğitimin sonunda kendileri ve dünyayla ilgili öğrendikleri herşeyi, zihinlerindeki tüm kavramları, kendi kişilikleri olarak görmeye başlıyorlar. Onları “ben” sanıyorlar. Hepimiz gibi onlarda mutlu ve sağlıklı bireyler olarak toplumsal rüyamıza katılıyorlar.
Anne-Baba: İnanın bizi çok rahatlattınız. Sizi gerçekten tebrik ediyoruz. Kendi içinde mükemmel, kusursuz işleyen bir sistem yaratmışsınız. Kayıt için nereye başvurmamız gerekiyor?


25 Kasım 2007
Haşim A.


Esin kaynağı: Don Miguel Ruiz – Dört Anlaşma

Hoşçakal...


Tek bir kelimedir aslında iki dudağın arasından çıkacak olan.
“Hoşçakal"
Dilin dönmez,bir türlü söyleyemezsin.
Arkanı dönüpte, bir türlü yürüyemezsin.
Tercihlerin seni ısrarla çağırır.
Vazgeçişlerin ise bırakma bizi diye sana yalvarır.
Kalakalırsın eşikte öylece.
Ne içeriye girebilirsin.
Ne de kapıyı çekip gidebilirsin.
Ne kazanırsın.
Ne kaybedersin.
Zaman akıp gider sessizce.
Sen, ben yaşıyorum sanırsın.

19 Eylül 2007
Haşim Arıkan

23 Mart 2009

Belki farkında olarak, belki de hiç farkına varmadan...


Dışarıda hava, tam bir bahar havası kıvamında ve günlerden pazar. Günü aydınlatan, ısıtan muhteşem güneş, insanı adeta sokaklara davet ediyor. Oğlumu -çekilmemiş çilesinin bir kısmını daha çekmesi için- OKS kursuna bırakıp, kursun yakınındaki çay bahçesine doğru uzanıyorum. Güneşin baştan çıkarıcı davetine kanan herkes, ben gibi atmış kendisini bu küçük çay bahçesine. Boş masa neredeyse yok gibi. Bir yandan kendime bir yer bulmaya çalışıyor, bir yandan da göz ucuyla masalar da oturan insanlara bakıyorum. Kimi belli ki sevgilisi ile gelmiş. Elele, dizdize, gözgöze, oturuyor. Eller birbirlerine sürekli temas halinde. Aşkın o tutkulu, arzulu evresindeler. Bazıları ise, belli ki aşkın bu evresini çoktan geçmiş, ilişkileri artık alışkanlığa terfi etmiş. Adamın elinde günlük bir gazete, gözleri dünkü maçın kritiğinde, kadın ise kendi havasında, gözleri etraftaki insanları incelemenin peşinde. Birlikte ama yalnızı oynuyorlar.

Kendime uygun bir masa bulup oturuyorum. Garson civa gibi maşallah. Hiç vakit kaybetmeden tavşan kanı çayımı getirip bırakıyor masamın üzerine. Bir yudum alınca, keyfim daha da yerine geliyor. Güneş dışımı, taze demlenmiş çay içimi ısıtıyor. Kitabım masanın üzerinden bana göz kırpıyor ama canım şu an da onu okumak istemiyor. Havada, masalardan yükselen, benim için çok daha dikkat çekici cümleler uçuşuyor. Bu yüzden de çayımdan bir yudum daha alıp, kulaklarımı etraftaki masalara konsomasyona çıkarmak bana daha cazip geliyor.

Oğlunu kolundan yakalamış sıkan bir annenin sözleri karşılıyor ilk masada kulağımı. “Neden diğer çocuklar gibi davranmıyorsun, neden olman gerektiği gibi olmuyorsun çocuğum sen.”
“Olman gerektiği gibi olmak!” ezbere başlanmış demek ki çoktan. Keşke yaptığımız bir yağlı boya tablo olsaydı onlar, istediğimiz renklere boyasaydık onları ne güzel olurdu değil mi o zaman!

Bir başka masada ise, orta yaşlı bir babanın, artık delikanlılığa terfi etmiş yakışıklı oğluna nasihatı yarenlik etmeye başlıyor kulağıma. “Arkadaş olarak seçtiğin kişiler ve onların hayatın üzerindeki etkilerini asla küçümseme, onların üzerinde bıraktıkları etkilere çok dikkat etmelisin.” diyor orta yaşlı baba, sevgi dolu gözlerle bakarken oğluna. “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” diye boşuna söylememiş değil mi Atalarımız?

Bir diğer masada oturan genç kızın, annesine sinirlenip, sesinin tonundaki kontrolünü bir an kaybetmesiyle, bende baba oğulun bu güzel diyaloğundan kopuyorum. “Bir zamanlar sizlerden daha farklı olduğumu düşünerek davrandığımı biliyorum. Sizden daha iyi olduğumu düşünerek falan. Ama artık değiştim. Artık o, ben değilim. Neden değiştiğimi bir türlü kabul etmiyorsun. Beni geçmişteki davranışlarım yüzünden daha ne kadar suçlayacaksın?” diyerek isyan ediyor annesine. Ardından da içinde kabaran öfkenin etkisiyle son darbeyi vuruyor. “Seninle uzlaşmaya çalışmaktan ben bıktım, yoruldum artık anne. Hasta olduğun için beni suçlu hissettiremeyeceksin.” En sonunda da bir hışımla masadan kalkıp çay bahçesini terk ediyor. Bakmaya çalışıyorum annenin yüzüne, acaba ne halde, kızının bu söyledikleri onda nasıl bir etki yarattı diye. Ama sırtı bana dönük olduğu için göremiyorum yüzünü.

Tam gürültünün içindeki sessizliği yakalayıp elimi masanın üzerinde duran kitabıma doğru uzatırken, kulağıma çalınan bir diyalog benim bu kararımı bir süre daha ertelememe neden oluyor. “Sen çok bencil birisin biliyor musun? Beni nasıl etkilediğini hiç düşünmeden sürekli olarak istediğini istemeye devam ediyorsun. Hiç olmazsa bir kere olsun değişiklik yapıp kendin yerine beni düşünmeyi denesene.” diyor sinirli bir şekil de genç kadın karşısında oturan genç adama. Adam , kadının aksine son derece sakin davranıyor. Belki de hissetmekte olduğu suçluluk duygusu onu bu şekilde davranmaya zorluyor. “Haklısın çoğu zaman ilk kendimi düşündüm. İlk başlarda kendimi sana sevdirmek için çok fazla uğraştım. Sonrada çoğu zaman, bana ne söylemek istediğini duymaya bile çalışmadım. Lütfen benim için biraz sabırlı ol. Çünkü ben artık, gerçekten deniyorum.” diyor kadını biraz olsun yatıştırmak için yanaklarını ellerinin arasına alıp onun gözlerinin içine, içine bakarak.

Bu bahardan kalma pazar günün de, bu küçücük çay bahçesinde de herkes, herhangi bir günün, herhangi bir saatin de, bilinçli olarak yada bilinçsizce, her zaman yaptığı gibi, elindeki o görünmeyen çekici ile, örseleyerek kendi inandığı en doğru şekli vermeye çalışıyor birbirinin ruhuna. Çoğunlukla da, sırf empati göstermedikleri için, sırf karşı taraf için neyi temsil ettiklerini bilmedikleri için, sırf duyarsız oldukları için, karşısındaki insanın hayatında ciddi etkiler yaratıyorlar. Belki farkında olarak, belki farkında olmadan. Belki umursayarak, belki de umursamadan...

28 Şubat 2008
Haşim Arıkan

22 Mart 2009

Acaba yüzde kaçı yarattığı etkinin gerçekten farkındaydı?

Yine yoğun geçen bir günün akşamında, iş hayatında uzunca bir süredir devam eden yüksek tempodan artık yavaş yavaş yorgun düşmeye başlayan beynini biraz olsun dinlendirebilmek amacıyla, rastgele blogların arasında dolaşmaya başlamıştı. Bir blogdan, ötekine, bir yazıdan, diğerine. Hiçbirine yorum bırakmıyor, sadece okuyor, okuyor, okuyor du. Bazen okuduğu bir yazının en sonunda, bazen okuduğu bir cümlenin sonunda, duruyor, düşünüyor, sanki, yeni yada zaman içinde unuttuğu bir şeylerin farkına varıyor, onları hatırlıyor, özenle içine sindiriyordu.

Son okuduğu yazıyı bitirdiğinde durdu, başka bir yazıya geçmedi. İnternet üzerindeki, bugüne kadar keşfetmiş olduğu ve daha henüz keşfetmemiş olduğu binlerce blogu ve onların yazarlarını düşündü. Hergün bir sürü blog yayına veriliyordu. Bu blogları okuyan yüzlerce, binlerce kişi de, onları okuyup yorum bırakıyordu.

Acaba bu blogları yazanların yada onlara yorum bırakanların, yüzde kaçı yazdıklarının, onları okuyan kişiler üzerinde yarattığı etkinin gerçekten farkındaydı?

Sürekli; yazdıkları yazının belki tamamı, belki bir cümlesi, belki de bir paragrafı ile, isteyerek yada istemeyerek, bilerek yada bilmeyerek, hiç tanımadıkları belki de hiç bir zaman tanışmayacakları insanlara dokunuyorlardı. Belki anlık, belki de uzun süre iz bırakacak etkileriyle… Ve bu söz konusu bu etki doğal olarak okuyan kişinin duygusal alanlarında, duygusal bedenlerinde oluyordu. Okuyan kişi, yazan kişinin fikirlerini önemsiyor ve onları değerli buluyorsa yaratılan etki de kat kat artıyordu.

Düşündü… Acaba yüzde kaçı, yazdıklarının, ya insanların içindeki olumlu duyguları harekete geçirip bu duyguları coşturduğunun, yada tam tersine bu duyguları zehirleyip kuruttuğunun farkındaydı? Yüzde kaçı yazdıkları satırları okuyanların zihninde yeni pencereler açmak için, yüzde kaçı ise okuyanların zihnindeki, onu daraltan duvarları daha da sağlamlaştırmak için kullanıyordu? Yüzde kaçı yazdıklarını okuyan insanlar üzerinde yarattığı bu etkinin, sorumluluğunu bilinçli olarak üstlenebiliyordu?

Acaba bloglar için yazılmış olan bu satırlar, günlük hayatta ağzımızdan çıkan sözcükler için de bir anlam ifade ediyor muydu?

22 Mart 2009
Haşim A.

17 Mart 2009

Ne duymak isterdiniz onlardan?

İlk sevgili Dost Can Deniz’in bir yazısında okumuştum bu soruyu. Sonrasında da "Ayn Rand" in “Atlas Silkindi” isimli kitabını okuduğumda bir kez daha çıktı, doğal olarak karşıma. Şunu soruyordu Ayn Rand;

“Eğer öldüğünüzde, sizden önce yaşamış o bütün büyük insanlar, fark yaratmış büyük beyinler tarafından karşılansaydınız, ne duymak isterdiniz onlardan?”

Siz de bir düşünün isterseniz, Ayn Rand’in cevabını size söylemeden, onun verdiği cevap üzerine tartışmadan önce. Düşünün... Hayal edin... Atatürk, Freud, Nietzsche, Einstein, Fatih Sultan Mehmet, Mevlana, Newton, Edison, Mikao Usui, Eflatun, Socrates, Karl Marx , Osho, Büyük İskender, Hacı Bektaş Veli, .......... hepsi kapıda ve sizi karşılıyorlar. Onlardan ne duymak hoşunuza gider, size ne derlerse çok mutlu olursunuz?

Tamam mı? Verdiniz mi kararınızı? Evet. Sözü daha fazla dolandırmadan açıklıyorum Ayn Rand’ın cevabını.

“Aferin evlat, iyi iş çıkardın!”

Nasıl bir cevap?
Beğendiniz mi bu cevabı?
Sizce tatmin edici mi?
Nasıl hissedersiniz kendinizi, onların ağzından bu cümleyi duyduğunuzda?
Gözleriniz mi dolar?
Duygulanır mısınız?
Çok mutlu olur musunuz?
Yoksa ne demek istediklerini anlayamaz mısınız o an?
Nedir ki “iyi iş çıkarmak”?
Var mı kafanızda oluşturmuş olduğunuz böyle bir tanım?

“İyi iş çıkarmak”???

Bu dünyada nasıl yaşarsanız, iyi bir iş çıkarmış olursunuz ki?
Ya da onların iyi bir iş tanımından ne anlıyorsunuz?
Bugün neleri bilinçli olarak, iyi iş oldukları için yapıyorsunuz?
Ya da tersi bir ifadeyle; bugün nelerden bilinçli olarak iyi iş olmadıkları için kaçıyorsunuz?
Yaşamınızda ki değerleriniz, prensipleriniz neler?
Şu an elinizden gelenin en iyisini yaptığına inanıyor musunuz?
Hadi, bugüne kadar yaşadığınız hayata bir kez daha göz atın, bir kez daha düşünün.
Gururla, göğsünüzü gere gere, gönül rahatlığıyla “ben iyi bir iş çıkarmışım arkadaş” diyebiliyor musunuz?
Yoksa, söz konusu olan şey yaşanmış bir hayatsa “iyi iş çıkarmak” tanımını, anlamsız ve gereksiz mi buluyorsunuz?

17 Mart 2009
Haşim A.

15 Mart 2009

Öyle yalanlar vardır ki, günahı, söyleyen ağızdan ziyade onu dinleyen kulaktadır...


Sence neden böyle?
Neden başkalarının yaptıkları, ne düşündükleri senin için bu kadar önemli?
Neden başkalarının söyledikleri gerçeğin yerini alıyor?
Neden herkes haklı oluyor da, sen haklı olamıyorsun?
Neden daha önce başkaları tarafından onaylanmamış hiç bir düşünceye inanamıyorsun?
Neden kendi düşüncelerine bir türlü sahip çıkamıyorsun?
Neden sanki dünyadaki tüm düşüncelerin en uç noktasındaymış gibi, sürekli başkalarınınkine inanarak yaşamayı seçiyorsun.

Hiç düşündün mü? Belki de yepyeni bir düşüncenin başlangıç noktasında sen duruyorsun.

Yaşamak istediğin hayat gerçekten bu mu senin?

Farkında değil misin?
Her saniye, attığın her adımla;
Kendini yaratıyor ve şekillendiriyorsun.
Yaptığın tercihlerle kim ve ne olduğuna karar veriyorsun.
Kendi anlamını, biçimini ve amacını bu şekilde düşünerek mi yaratmak istiyorsun?

İnsanın yaptığı her özgür seçim ya sevgi ya da korku düşüncesinden doğarmış!

Korkuyu -senin de bildiğin gibi- yıllardır deneyimliyorsun.
Neden artık yüreğindeki sevginin sesine kulak vermiyorsun?

Hadi
Bırak artık dünyayı bir gölge gibi izlemeyi.
Sana önerilen ikinci el bir hayatı deneyimlemeyi.
Kendine, içinden geldiği gibi özgürce bir yol seç.

Gelecekse dünya bir gölge gibi senin peşinden gelsin.

16 Mart 2008
Haşim Arıkan


11 Mart 2009

Sana geriye ne kalır?

Olan sadece olandır.
Senin düşüncelerin ona bir anlam kazandırır.

Tüm düşüncelerini elinden alsam, yaşadıklarından sana geriye ne kalır?

Sen sadece insansın.
Yaptıkların sana bir değer kazandırır.

Düşüncelerin ve yaptıkların, sana hayatı ya cennet ya da cehennem olarak yaşatır.

28 Kasım 2007
Haşim Arıkan

Fotograf: The Fountain

10 Mart 2009

Biliyor musun ne düşünüyorum?

Geçenlerde izlediğim bir filmde baş aktör, beynimizin çalışma sisteminin şehirlerarası yol sistemine benzediğinden bahsediyordu... Bu bakış açısıyla düşününce insanın aklına neler geliyor.

Bir düşünsenize, hayatımız boyunca sürekli bir noktadan diğerine koşuşturup duruyoruz, çoğu zaman da hep birşeylere yetişmenin telaşıyla... Bu noktaların arasında kalan diğer yerleri, yani otobanın dışındakileri, orada oldukları halde, yanı başlarından geçmemize rağmen fark edemeden. Nedeni de, sırf kendimizi algılamamaya koşullandırdığımız için.

Geçmiş deneyimlerimizden hareketle, farklı olabileceklerini düşünmediğimiz için. Hayatı hissederek yaşamak yerine, hükmen yaşamayı tercih ettiğimiz için.

İnsan düşünmeden duramıyor; hayatımız boyunca acaba nelerin önünden, yanından geçipte onları fark edemiyoruz. Aslında farklı olan neleri birbirine benzetip aynı zannediyoruz. Hangi sesleri, hangi görüntüleri ıskalıyoruz.
Bunlar hayatın içinde farkına varamadıklarımız. Peki ya kendi içimizdekiler? Bizim sahip olduklarımız...

Sizce onların ne kadarını görebiliyor, ne kadarını hissedebiliyoruz? İçimizde büyük hazinenin, özümüzün, ne kadarını fark edebiliyoruz. Düşünsenize, içimizdeki o muhteşem huzurun, o sonsuz bolluğun, o hiç bir yere sığmayan çoşkunun. Kalbimizdeki o koskocaman sevginin. Acaba ne kadarını gerçekten hissedebiliyoruz. Ne kadarını kabulleniyor, ne kadarını sahipleniyor, ne kadarını yaşıyoruz.

Sanırım er yada geç hepimiz bir gün onları fark ediyoruz. Ya hayattayken fark edip, sahip olduğumuz bu muhteşem hazinenin tadını çıkartıyoruz. Ya da bir gün.......

Onlara uzaktan bakıp. "Ben gerçekten bunlara mı sahiptim?" Diyerek. Büyüklükleri, muhteşemlikleri karşısında şaşırıyoruz.

Ben cevabını bulamıyorum siz biliyorsanız bana da söyler misin? Acaba varlık içinde kıtlık çekmeyi biz neden bu kadar çok seviyoruz?

Yoksa en büyük hatayı, yaşarken kendimizle iletişime geçmeyerek mi yapıyoruz...

10 Mart 2009
Haşim Arıkan

8 Mart 2009

Bir türlü anlamıyorsun değil mi?

Bir türlü anlamıyorsun değil mi? Bana sürekli aynı şeyleri anlatmanın, beni sana inanmam için zorlamanın, seni hiç bir zaman istediğin sonuçlara ulaştıramayacağını. Bu şekilde davranarak beni değiştiremeyeceğini... Bu arada en çok neyi merak ediyorum biliyor musun? Hani arada bana yönelttiğin sorular var ya, onların cevaplarını gerçekten duymayı istiyor musun? Sana cevap vermeye çalıştığımda beni gerçekten dinliyor musun.

Seninle düşüncelerimiz birbirinden ne kadar farklı değil mi?

Ve entresan bir şekilde ikimiz de kendi düşüncelerimizin doğru, tutarlı olduğuna iddia ediyoruz birbirimize. Hiç merak etmiyor musun nasıl oluyor da senden bu kadar farklı düşünebiliyorum diye? Nasıl oluyor da senin gördüklerini bir türlü göremiyorum diye? Acaba bana benim göremediğim neyi anlatmak istiyor olabilir diye düşünüyor musun hiç? Tartışmaların tek amacı karşımızdakine mesajımızı vermek, ona doğruyu göstermek midir? Karşı tarafı dinlediğimiz de onun inandığı masalı, iddia ettiği düşünceleri kabul etmiş mi oluruz sence?

Ne kötü değil mi?

İnsanların değişim sürecine girmeden önceki en önemli ihtiyacının duyulduğunu hissetmek olduğunu bilemememiz, bunu bir türlü fark edemememiz. Karşımızdaki insana kendisini ifade edebilme şansı verdiğimizde, ona gerçekten dinlendiğini hissettirebildiğimizde, onun da bizi can kulağı ile dinlemeye başladığını göremememiz. Böyle davrandığımızda da, çoğu zaman ortada tartışılacak herhangi bir sorun kalmadığını bir türlü deneyimleyemememiz.

Ne dersin?

Acaba bir gün, birbirimizi yargılamadan, birbirimize çözümler üretmeden, sadece merak ettiğimiz ve sadece birbirimize ne anlatmak istediğimizi öğrenmek için, birbirimizi dinleyebilir miyiz? Birbirimizi gerçekten dinlediğimizde, kendi düşüncelerimizin, inandığımız masalların da artık eskisi gibi olmadığını bir gün fark edebilir miyiz? Seninle...

08 Mart 2009
Haşim A.

4 Mart 2009

Keşke...

Silme şansın olsaydı, kaç kere silip yeniden başlardın hayata?
Kaç tane görmek bile istemediğin sen saklıyorsun hala içinde?
Değiştiremeyeceğini bile bile, neleri biriktiriyorsun yıllardır özenle?
Acaba hangi arzuların, gerçekleşmeyen birer hayal olarak hapis kaldı beyninde?
Sahibine teslim edilememiş hangi sevgilerin duruyor hala kalbinde?
Yeniden o an’a dönebilsen acaba kaç yol ayırımda seçerdin ki daha önce seçtiğin yolları yine?
“Keşke” değil mi?
“Keşke?”
Hadi…
Çekinme söyle.
O alışıldık, o bildik, kalıplaşmış cümleyle.
Başla geçmişe ait cümlene “keşke” ile.

Ya da…

Vazgeç artık.
Sana sadece acı veren bu alışkanlığından.
Ezbere bildiğin ama yıllardır seni hiç bir yere ulaştırmayan o ana caddeleri herkesle birlikte arşınlamaktan.
Henüz deneyimlemediğin mutluluklar yerine bildik, tanıdık acılara katlanmaktan
Kurtul artık.
Bu anlaşılmaz bağımlılığından.
İstifa et, pişmanlıklarla dolu, mutsuz ruhlar klübünün üyesi olmaktan.

Hadi.
Bir kez daha düşün.
Onların sana kazandırdıklarını fark et.
Yüzleş hepsinin tek tek nedenleriyle.
İtiraf et kendine.
Onları yaşamasaydın acaba gelebilir miydin bugünkü farkındalığınla, yine bugünlere?
Direnme.
Teslim ol seni sen yapan o harika geçmişe.
Sahip çık, kabullen.
Hepsinin içinde senin için mutlaka bir hayır olan tüm geçmişini sevgiyle.
Devam et yolculuğuna.
Yüreğindeki muhteşem sevginin gücüyle, keyifle.

Affet kendini.
Özgür bırak tüm geçmişi.
Bütün keşkelerin görevlerini başarıyla tamamlamış birer iyikilere dönüşüp, kalsınlar artık geride.
Senin sevginle birlikte.

13 Mart 2008 - 04 Mart 2009
Haşim Arıkan


3 Mart 2009

Ya rüyada ölürsün yada bir sabah rüyadan uyanırsın.


Doğarsın,
Adına hayat denilen tek yön yolda sen de yürümeye başlarsın.
İstesen de, istemesen de artık bir daha duramazsın.
Yürürsün daima ileriye.
Yürürsün, büyürsün.
Yürürsün, farkına varırsın.
Doğduğun gün dahil olduğun inanç sistemi hiç durmadan fısıldar durur kulağına, kim olman, nasıl yaşaman gerektiğini.
Bir süre sonra her tarafta çalmakta olan o klasik mutsuzluk yüklü ezgiyi sen de ezberlemeye başlarsın.
Kabul edersin sen de sonunda, diğerleri gibi bir kurbansın.
Sen de herkes gibi kaderi suçlamaya başlarsın.

Ama bir sabah uyanırsın herşey değişiktir ve gerçeklik ateşi sarar senin de içini.
Merak edersin.
Ararsın.
Ama nereye bakarsan bak "sen" den başka bir gerçek bulamazsın.
İnatla beyninin her köşesine bakarsın, bir yerlerde çok daha fazlasını, daha farklı bir şey bulacağını umarsın.
Ruhunun gizli sırrını açığa çıkartacak ve gölgeni aydınlatacak başka bir gerçek...
Ama ne yaparsan yap “sen”den başka bir gerçek bulamazsın.
Ya bu gerçekle yüzleşir, düşüncelerinle hayatın arasındaki ilişkinin farkına varıp, yaşamını düşüncelerinle senin yaratmakta olduğunu kabullenirsin.
Ya da tekrar rüyaya dalarsın...

02 Mart 2009
Haşim Arıkan

2 Mart 2009

Sorularım var...

Sorularım var zihnimde cevabını veremediğim.
Yıllar sonra bir ben daha keşfediyorum içimde, yine ben olduğunu bildiğim.
Bir türlü karar veremiyorum.
Yıllardır tanıdığım ben’e mi, yoksa yıllardır gölgemde yaşayan ben’e mi güveneyim.
Bilemiyorum.
Hangisi daha gerçek.
Hangisi daha BENİM.

01 Mart 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Defiance

1 Mart 2009

Her kapının ardında aşk vardı...

Posta görevlisi elindeki küçük paketle apartmanın önüne geldiğinde hala söylenmeye devam ediyordu. “Ben böyle şansın ta içine tüküreyim. Sanki damlayacak başka yer yokmuş gibi gitmiş tam da daire numarasının üzerine damlamış hain.” Yeni takılmış olduğu için, hiç birinin üzerinde isim yazmayan kapı zillerini görünce daha da öfkelendi. “Geldi mi zaten nedense bütün aksilikler hep üst üste gelir. Tam da gününü bulmuşlar kapı zillerini değiştirecek.” Okuyamayacağını bile bile elindeki paketin üzerindeki kapı numarasına bir daha baktı ama mürekkepli kalemle yazılmış olan yazı tamamen dağılmıştı. Artık tek bir seçeneği vardı, katları dolaşıp, tek tek kapı zillerine bakarak paketin sahibine ulaşmak. İçindeki suçluluk duygusu ile yavaş yavaş birinci katın merdivenlerini tırmanmaya başladı.

Merdivenleri ağır ağır çıkan ayak sesleri tam kapının önünde durunca yataktan yavaşça doğruldu genç kadın. “ Ne olur sakın kapıyı çalma, şu an hiç misafir ağırlayacak durumda değilim.” Duvardaki saate baktı. Saat 12:12 yi gösteriyordu. Kapının önündeki ayak sesleri kapıdan uzaklaşıp yukarı kata çıkan merdivenlere yönelince rahatladı. Komodinin üzerinde duran sigara paketindeki son sigarayı çekip yaktı. Camın önünde duran koltuğa oturdu. Sigarasından derin bir nefes çekerken ona baktı. Yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle hala uyuyordu.

Az önce ciğerlerine doldurduğu dumanı tavana doğru üflerken her şeyin gün geçtikçe nasıl daha da zorlaştığını düşündü. İçindeki yabancılaşma duygusu artık her geçen gün biraz daha, biraz daha büyüyordu. Büyük bir tutkuyla başlayan bir ilişki de daha, kendini yine bir yabancının hayatına sinsice girmiş bir hırsız gibi hissediyordu. Tuhaf bir duyguydu bu hissettiği. Sessiz, sakin. Aynı zamanda da ciddi. Bir şeylerin toplamı. Hatırlasa da, hatırlamasa da bugüne kadar yaşadığı tüm duyguları içeriyordu. Gözü tekrar ona kaydı. Hiç bir ihtiras, zevk, arzu, içermeyen bir ilişkiydi artık yaşadıkları. Sanki hayatı paylaşmaya çalışan bir kadınla bir erkeğin aynı yatakta birlikte yatmaları, aynı evi paylaşmaları gerektiği onlara öğretilmiş olduğu için aynı yatağı ve aynı evi paylaşıyorlardı.

Sağ gözünden yavaşça yanağından aşağıya doğru süzülmeye çalışan o tek damla yaşı sildi. “Neden hep aynı son?” diye mırıldanarak oturduğu koltuktan yavaşça kalktı ve kahvaltıyı hazırlamak üzere mutfağa yöneldi.

O sırada posta görevlisi de ilk iki katta zarfın üzerinde yazılı isme rastlayamadığı için söylene söylene üçüncü kata doğru çıkmaktaydı.

Yaşlı kadın kapıya doğru yaklaşan ayak seslerini duyunca “Misafirimiz var galiba.” diyerek konuşmasını yarıda kesti. Hemen yanındaki koltukta anlattıklarını büyük bir keyifle dinlemekte olan genç kadın “Zili çalmadığına göre sanırım bize değil babaanne. Hadi ne olur devam et. Biliyor musun? Her seferinde ayrı bir keyif alıyorum senin bu anlattıklarından” Babaannesinin dedesi ile ilgili anlattıklarını dinlemek, yaşadıkları o büyük aşkın anılarına şahitlik etmek ona gerçekten büyük keyif veriyordu.

“O kadar güzeldi ki hayatı onunla paylaşmak, onunla birlikte yaşlanmak.” diyerek kaldığı yerden anlatmaya devam etmeye başladı yaşlı kadın. “O kadar çok zevk alırdık ki hayattan. Her günümüzü dolu dolu yaşardık onunla. Bir gün bile kırmadı beni, bir an bile ses tonu yükselmedi bana karşı. Her zaman birbirimizin hislerini dinleyerek, onları her zaman önemseyerek, sabırla devam ettik hayatı paylaşmaya. Aşkımızı, kutsal bir şeyi paylaşırmışcasına yaşadık onunla. İşi gereği çok seyahat etmek zorunda kalırdı. Her gittiği yere muhakkak beni de götürmek isterdi. Hiç ayrı kalamazdı benden. Birlikte çıktığımız tüm seyahatleri de hemen bir balayına dönüştürürdü her seferinde. Beni incitmekten imtina ederek, gözlerimin içine bakarak yaşadı hep. Ta ki artık bakamadığı güne kadar.”

Yaşlı kadının gözyaşları yaşadığı bu büyük aşkı her anlatışında olduğu gibi yine yanağından aşağıya yavaş yavaş süzülmeye başlamıştı.


Posta görevlisi de artık beşinci kata ulaşmıştı. “Bu iş gavur eziyetine döndü artık valla. Umarım son katta değildir.” diye hala söylenmeye devam ediyordu. Merdivenin tam karşısındaki kapıya yöneldi. Önce zildeki isme baktı, sonra elindeki paketin üzerinde yazılı isme baktı. Sonra tekrar zile bakıp zor da olsa sonunda hatasını telafi etmiş olmanın mutluluğuyla zili çaldı.

Zilin çaldığını duydu ama yerinden hiç kıpırdamadı. Çok uzun süredir yatağın üzerinde öylece yatıyordu. O nerede bıraktıysa onu, tam orada. Kendini içi boşalmış ve hafiflemiş hissediyordu. Ne uyumak, ne de yıkanmak istiyordu. Çünkü ne ömründe ilk defa tattığı bu harikulade yorgunluğu uyuyarak kaybetmeyi, ne de onun üzerine sinen teninin kokusunu yıkanarak yok etmeyi istiyordu. Bir an vücudunda dolaşan ellerini hatırladı. Soluklarının zevkten nasıl da tıkandığını. Sonunda ikisi de dayanması zor bir zevkle sarsılmışlardı. Bu dayanılmaz zevki birbirlerine onlar yaşatmışlardı.

Yanağından süzülen gözyaşlarını sildi ve “Ne tuhaf yaratıklarımız biz kadınlar, insan hiç hissettiği sevginin yoğunluğundan ağlar mı” diyerek gülümsedi.


Posta görevlisi elindeki paketle kapının açılmasını bir süre beklemiş. Açılmayınca da elindeki paketi kapıda asılı olan sepetin içine bırakarak, görevini başarıyla tamamlamış olmanın verdiği huzurla merdivenleri inmeye başlamıştı...

03 Haziran 2008
Haşim Arıkan

Esin kaynakları: Nermin Bezmen - Sır, Ayn Rand - Hayatın Kaynağı