28 Ocak 2009

Hadi gel bugün seninle...


Hadi gel, kanıksanmış dünyanın, heyecansız insanı olmayı bir kenara bırakalım bugün seninle.
Hep aynı şeyleri yapmaktan, hayatın tek düzeliğinden şikayet etmeyelim.
Mazeret değil, çözüm olalım bugün.
Elimizde hep var olan, ama kullanmadığımız o şansı kullanmayı seçelim.
Hayatımızı renklendirip, farklı bir şey yapmayı deneyelim.
Hayat bir keşif yolculuğu ise,
Yeni bir yol, yeni bir yer daha keşfedelim.
Olurda hiç bir şey yapamasak bile,
Evimize farklı bir yoldan yürüyelim,
Ya da yemeğimizi farklı bir yerde yiyelim.
Bu bile ayrı bir renk katmaz mı sence de günümüze?
Hadi gel, kanıksanmış dünyanın, heyecanını yitirmiş insanı olmayı red edelim bugün seninle.
Hayattan farklı bir keyif alalım, biraz heyecanlanalım,
Soluklanmak için yeni duraklar bulalım bugün kendimize.

27 Ocak 2009
Haşim Arıkan

27 Ocak 2009

Ya da bunun adına “ben” yaşamak diyorum!

Bakıyorum ama görmüyorum.
Dinliyorum ama duymuyorum.
Konuşuyorum ama anlatamıyorum.
Düşünüyorum.
Var mıyım?
Yoksa.
Yok muyum?
Varsam kimim?
Yoksam nerdeyim?
Bir düş müyüm yoksa gerçek miyim?
Bilmiyorum.

Anlamaya çalıştığım bir bilinmezi yaşıyorum.
Ya da bunun adına “ben” yaşamak diyorum.
Bir yerlere mi koşuyorum.
Bir şeylerden mi kaçıyorum.
Koştukça nelerden uzaklaşıyorum.
Kaçtıkça nelere yaklaşıyorum.
Dünya mı beni yaratıyor.
Yoksa dünyayı düşüncelerimle ben mi yaratıyorum.
Sonuç muyum?
Yoksa sebep miyim?
Bilmiyorum.
Her gün biraz daha çözdüğümü sandığım bir denklemi yaşıyorum.
Ya da bunun adına “ben” yaşamak diyorum.

30 Eylül 2007 - 26 Ocak 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: The Bourne Ultimatum

26 Ocak 2009

Hani değişiyorum diyorsun ya !


Hani değişiyorum diyorsun ya!
Söyler misin?
Neler hissediyorsun değişirken?
Mutlu musun?
Yoksa huzursuz mu?
Değiştikçe, bir daha eskisi gibi olamamak korkutuyor mu seni?
Özlüyor musun, önceki seni?
Yoksa yeni seni, daha mı çok seviyorsun?
Daha çok mu sen oluyorsun değiştikçe?
Yoksa her gün kendine biraz daha mı yabancılaşıyorsun?
İyileşiyor mu o kabuk tutmuş yaraların?
Yoksa bilmediğin yeni yaralar mı keşfediyorsun?
Hangi taraf daha çok büyüyor her geçen gün biraz daha içinde?
Keşfettiklerinle mi güçleniyorsun?
Gördüklerine mi öfkeleniyorsun?
Daha önce fark etmediğin neleri keşfediyorsun?
Bugüne kadar sımsıkı tuttuğun neleri artık serbest bırakabiliyorsun? Hangilerini affedebiliyor?Hangilerini sevgiyle uğurluyorsun?
Yoksa ardında bıraktığın, açmadığın, açamadığın kapılarda mı hala gözlerin?
Kapatmadığın, kapatamadığın eski kapıları mı kapatmaya çalışıyorsun?
Dökmediğin, dökemediğin göz yaşların için mi akıyor gözyaşların,
Yoksa yaşarken atmadığın kahkahaları şimdi mi atıyorsun?

Neler fark ediyorsun içinde, gün be gün yaptığın bu değişim yolculuğunda?
Oradaki cenneti keşfedip, ona doğru mu yürüyorsun?
Yoksa farkına varamadığın, elindeki cennetini mi bırakıyorsun?

25 Ocak 2009
Haşim Arıkan

25 Ocak 2009

Figüran mısın, yoksa esas oğlan mı?

Beyoğlu İstiklal caddesinde tabelalardan yola dökülen ışıkların altında yürüyordu genç adam. Gecenin bu saatinde hava yeterince soğuktu onun için. Şu an da tek amacı vardı. O da bir an önce Odakule’nin arkasındaki kat otopark’a bıraktığı arabasına ulaşmak. Az önce ayrıldığı arkadaşının sorduğu o soru, beyninin içinde sürekli dönüp duruyordu. “ Bu dünyada kendine uygun gördüğün rol hangisi? Figüran mısın, yoksa esas oğlan mı?”

Böyle bir soruyu bu akşama kadar kendisine ne sormuş, ne de cevabı hakkında bilinçli olarak düşünmüştü. Ama şu an, kendini sorguluyor, doğru cevabı bulmaya çalışıyordu.

Bugüne kadar kendi doğrularını, kendi gerçeklerini, kendi üslubu ile yaratmayı gerçekten başarabilmiş miydi? Bunu gerçekleştirebilmek için kendini yeterince güçlendirebilmiş yada yeterince güçlü hissedebilmiş miydi? Düşündükleri için kendini yeterli görebilmiş miydi? Dışarıdan gelecek motivasyonlara, onaylamalara ihtiyaç duymadan kendi kendini buna motive edebilmiş miydi? Hepsinin sonucunda da, kendini harekete geçirip, kendini gerçeklerini, kendi doğrularını, kendi üslubuyla yaratmayı başarabilmiş miydi?

Yoksa...

Bugüne kadar aradığı tüm doğrularını, gerçeklerini hep başkalarının içinde mi keşfetmişti? Düşünceleri, hayalleri hep, deneyimlenmiş, onaylanmış ortalıkta var olan düşüncelerin bir kopyası, bir benzeri miydi? İçinde rol almak için doğduğu, bu harika düzenle her konuda her zaman hep hemfikir miydi? Başkalarının onayını alamadığında, onların beğenisini kazanamadığında kendini hep çok yalnız mı hissetmişti?

Bir kere daha yokladı hafızasını. Biraz daha düşünürse istediği cevap için ona yardımcı olabilecek bir şeyler bulabileceğini umut etti.

Bugüne kadar hangi gerçekleştirdiği düşünce daha önce başkalarından duymadığı bir düşünceydi?
Ya da hangi görüşü, hangi düşünceyi başkalarından öğrendiği halinden daha da ileriye taşıyabilmişti?
Bugüne kadar hayata verdiği hangi cevap, bireysel beyninin özgün eseriydi?

Düşündü... düşündü...düşündü...

Bir türlü karar veremedi.
Bu dünya için kendine hangi rolü seçmiş olduğunu söyleyemedi.
Ne figüranım diyebildi, ne de esas oğlan olduğunu iddia edebildi.
Her zaman yaptığı gibi bu seçimin sorumluluğunu da üzerine almak istemedi.

25 Ocak 2009
Haşim Arıkan

24 Ocak 2009

Mutlu muyuz, yoksa bizde mi ..

Mutluluk!
Onun hakkında ne çok konuşuyoruz değil mi?
Etrafımızdakilere yol göstermek, yardım edebilmek için ne çok şey anlatıyoruz mutluluk üzerine.
Peki “biz”?
Başkalarına yardım etmek için yol gösteren, akıl veren “biz”!
“Biz” mutlu muyuz?
Yürekten kopuk gelen, dürüst bir “evet” mi, cevabımız.
Neden o zaman anlatmaya çalışmak yerine, mutlu olduğumuzu açıkca onlara göstermiyoruz?
Mutlu olmayı bizim başardığımızı onlara göstererek, onları da başarabilmeleri için heveslendirmiyoruz?
Neden mutluluğun gerçekten mümkün olabileceğini onlara hissettirerek, onları da kendi mutlulukları için cesaretlendirmiyoruz?
Onların esas ihtiyaçları olan şey bu değil mi?

Yoksa aslında, biz de mi...?

24 Ocak 2009
Haşim Arıkan

23 Ocak 2009

Neden bütün bunlar, Yoksa ben defolu mu üretildim?

“Görgü, ahlak, örf, adet, töre, kanun” ne hissettiriyor size bütün bu kelimeler?
Bu kadar çok kural, gerçekten gerekli mi “iyi bir insan” olabilmek için?
Bu kadar çok kurala uymam gerekirken, sizce ben gerçek ben olabilir miyim?
Hem bu kuralların hepsine uyup hem de kendi tercihlerimi, sevdiklerimi, hissettiklerimi, istediklerimi, düşüncelerimi yaşayabilir miyim?

Sürekli kulağımıza fısıldanan o moda düşünceler beni ikna edemezken, kollektif beyin yerine, bireysel beynimi kullanmakta inatla ısrar ederken, bir takım etiketler altında üretilmiş hazır doğrular yerine, kendi hislerime, kendi doğrularıma inanırken, benden once oluşturulmuş düşüncelerin son noktasında durmayı red ederken, hayatı içinden geldiği gibi, kaynağı sadece ben olan duygularla yaşamaya çalışırken, sizce ben "iyi bir insan" olabilir miyim?

"İyi ve örnek bir insan" olabilmek için;
Bütün bu kurallara uymayı seçip, dürüst olmaktan ve kendi doğrularımı aramaktan vaz mı geçmeliyim? Kendimi bu kuralların içinde özgürmüş gibi hissetmeyi mi ögrenmeliyim?

Sizce;
Onlara uymadığım takdirde, asla kimseyi, hiçbirşeyi sayıp, sevmeyi beceremez miyim?
Bana ezberletilmeye çalışılan metinler yerine, rolümü doğaçlama oynasam, dünyanın ucundan aşağı düşer miyim?

22 Ocak 2009
Haşim A.

22 Ocak 2009

Dejavu!

Tavan arasındaki gizemli odanın kapısını yavaşça aralayıp, sessizce içeriye süzülüyorum. Kapıyı usulca kapatıp, sırtımı kapıya dayıyor ve etrafı sessizce kolaçan ediyorum. Rahatlayınca da sakin bir şekilde incelemeye başlıyorum odayı . Entresan hisler uyandırıyor insanın içinde. Dışarıdan insana kendini küçükmüş gibi hissettiriyor ama içine girince düşündüğünden çok daha büyük olduğunu fark ediyor insan. Her tarafta bır yığın çekmece var, bir bankanın kiralık kasalar bölümü sanki. Birden içimi garip bir his kaplıyor. Ürperiyorum. Sanki bu odayı ben hatırlıyorum! Yok, yok kesinlikle ben bu odayı tanıyorum. Sanki bu odaya daha önce de bir çok kez girdim ben. Ama, ne zaman, niçin, neden, kaç kere yaptım bunu tuhaf bir şekilde hatırlayamıyorum.

Çekmecelere doğru yürüyorum. Karşımdaki en temiz çekmeceyi yavaşça çekiyorum. Hiç zorlanmadan açılıyor. Yağ gibi kayıyor sanki kenar raylarının üzerinde. Açılması ile birlikte gözlerimin önünde harika bir görüntü canlanıyor. İzlerken yüzümü mutluluk bulutları kaplıyor, ardından da gözlerim buğulanıyor. Oğlummm, canım benim, küçük kuzum. Bu onun doğduğu, onu ilk kez kucağıma aldığım, kokusunu ilk kez ciğerlerime doldurduğum gün. Aşkımla birlikte döktüğümüz mutluluk gözyaşlarımızı tekrar izliyorum. Onun o muhteşem bebek kokusu çalınıyor bir kez daha burnuma. Buram, buram. O kırmızı pamuk gibi yanaklarını, o boğum boğum minicik parmaklarını hatırlıyorum. Yüzümdeki o mutlu gülümsemeyle istemeden de olsa yavaşça kapatıyorum bu çekmeceyi. Diğer çekmeceler de gözlerim. Onların içlerindekileri merak ediyorum.

Toz içindeki, sık açılmadığı her halinden belli başka bir çekmeceye takılıyor gözüm ona yöneliyorum bu sefer. Çekiyorum ama açılmıyor ilk denememde. Bir kez daha zorluyorum açmak için. Büyük bir gacırtı ile açılıyor bu sefer. Açılması ile birlikte başka bir güne ait görüntü canlanıyor yine gözlerimin önünde. Baba…. Tıpkı o günkü gibi hıçkırıklarım boğazımda düğümlenip kalıyor. Başlıyor her zamanki gibi içimdeki yıllardır susmayan o ses söylenmeye yine. “Neden daha çok sarılmadın ona? Neden onu daha çok öpmedin ki?” diye. Babam benim. Canım. Varlığına doyamadığım insan. Yüreğimin eksik tarafı. Bu onun ölüm günü. Evde benim dışımda herkes ağlıyor. Benimse gözyaşlarım direniyor bir türlü akmıyor. İlk düğüm bir çözülse belki hepsi boşalacak ama olmuyor. Olamıyor. Oda biraz serinliyor sanki. Üşümeye başlıyorum. Seni o kadar çok özledim ki baba. Açtığım gibi zor kapatıyorum bu çekmeceyi.

Kendimi biraz yorgun hissediyorum. Çıkmak istiyorum bu içine ilk defa girdiğimi zannettiğim ama yıllardır tanıyıp bildiğim odadan. Çıkmadan önce sırtımı bir kez daha kapıya dayayıp, son bir kez daha etrafımdaki çekmecelere bakıyorum. Kimileri az önce açtığım gibi toz içinde. Kimileri ise ilk açtığım gibi, tertemiz, pırıl pırıl. Kimileri ise saklıyor adeta kendini. Sanki henüz açılma vakti gelmemiş gibi. Acaba kendileri biliyormu ki içlerinde sakladıkları o gizemleri. Kimilerinin ise sallanıyor kulplarına bağlanmış iplerin ucundaki kırmızı mühürleri. Her ne ise mühürlenme sebebi?

Dışarıya çıkıp, kapıyı yavaşça kapatırken, düşünüyorum odanın karanlık tarafında kalan gitmeye cesaret edemediğim bölümdeki, belki de özellikle unutulmak için gizlenmiş çekmeceleri. Kapıyı önüne yavaşça çömeliyorum. Bir yığın soru uçuşmaya başlıyor aklımda yine her zaman olduğu gibi.

Acaba ne kadar sıklıkla açıyoruz ki, çatı katında, kapısında “beyin” yazan, o meşhur odadaki çekmecelerimizi? Bugüne kadar açtığımız, içinde ne olduğunu bildiğimiz kaç çekmecemiz var? Henüz zamanı gelmemiş, açılmamış olan kaç tane var geride? Acaba en çok açtıklarımız hangileri? Açıpta gördüklerimizden hoşlanmayıp kapattıklarımız kaç tane? Bilipte açmaya cesaret edemediklerimiz, bantladıklarımız, mühürlediklerimiz, unutmak için karanlık ışık görmez bölgeye gizlediklerimiz kaç tane?

Soruyorum kendime.
İnsanın çok çekmecesi olması mı iyi, yoksa sayısı ne olursa olsun, rastgele elini atıp, hiç pişmanlık yada eksiklik duymadan, hepsini sevgiyle, gururla açabilmesi mi?

21 Şubat 2007
Haşim Arıkan

20 Ocak 2009

Ben sana ne istiyorsan onu verdim!

Genç kadın tam kapıdan dışarı çıkmak üzereyken durdu. Döndü ve arkasından ona bakmakta olan genç adama buruk bir ifadeyle baktı.

“Farkında mısın, bilmiyorum?” dedi. “Benden aynan olmamı sen istedin. Aslında çokta yalnız değilsin bu konuda! Bugünler de kim çevresinde aynadan başka bir şey istiyor ki? Herkesin tek isteği karşısındakinin kendisine, kendisini yansıtması. O da, başkalarını, başkalarına yansıtırken. Yansımaların yansımaları. Yankıların yankıları. Ne bir başı var, ne bir sonu. Ne de bir amacı. Kabul etmelisin ki, ben sana ne istiyorsan onu verdim. Sen neysen, ben de o oldum. Tam benden istediğin gibi. Ama şimdi...! ”

Boğazında oluşan düğüm, ona sözlerini bitirmesi için izin vermedi. Kendini kapının dışına atıp kapıyı çekti. Merdivenleri koşar adımlarla inip, sokaktaki kalabalığın içine karıştı. Kalabalık onu nereye sürüklediyse, karşı koymaksızın o tarafa doğru yürüdü, bir süre. Kalabalıklardan kurtulduğunda ise yeni yağmaya başlayan yağmurun onu nasıl da rahatlattığını hissetti. Sırf bu yüzden nereye yürüdüğünü hiç umursamadan yürümeye devam etti. Adımları en sonunda onu bir parka ulaştırdı. Üstü kapalı bir bank bulup oturdu. Bir süre etrafını izledi. Yer yer oluşmuş küçük su birikintilerini, kızıla çalan kurumuş sarı yaprakları. Koskoca parkta, hızını gitgide artıran yağmur yüzünden, birtek o vardı.

Yalnızlığını fark etmesi ve biraz olsun rahatlayıp, sakinleşmesiyle birlikte, beyninde yine her zaman olduğu gibi bir sürü soru cümlesi uçuşmaya başlamıştı. Aklına takılan ilk soru “Neden çıkmadan önce ona o sözleri söyleme ihtiyacı hissettin?” oldu. Sahi neden o sözleri ona söyleme ihtiyacı hissetmişti ki? Bunları söyleyerek ona neyi kanıtlamaya çalışmıştı? Onun kendisinden aynası olmasını istemiş olması neyi ispat ederdi? Başkaları, insana vereceği kararlar için sadece seçenek sunardı. Kararı ise insan, her zaman kendisi verirdi. O da ondan bunu isteyerek, ona sadece bir seçenek daha göstermişti. Yaptığı seçim, kendi seçimi değil miydi? Diğer alternatifler yollar yerine onun istediği yolu kendisi seçmemiş miydi? Kendini bu son noktaya, bireysel tercihleri getirmemiş miydi? Kendini tamamen ona teslim eden, içindeki benden vazgeçen kendisi değil miydi? Kişisel arzularından onun için vazgeçen, aşkı için benliğini feda eden kendisi değil miydi? Bu soruları karşısında daha fazla dayanamadı kendisinin bile zor duyabileceği bir sesle “Sadece beni her zaman sevsin istemiştim...” diyebildi. Bu cümlenin ardından aklına takılan son soru, belki de onun bu deneyimi yaşamasının esas nedeniydi!

Bir insanın sevilmek için mutlaka bir şeyler yapması gerekli miydi?

20 Ocak 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: Rabbit hole

18 Ocak 2009

Tamamen özgürsün artık!



Susuyordu... Susuyor ve son dönemde yaşadıklarını düşünüyordu. O susunca da, her zaman olduğu gibi içindeki ses bu fırsatı değerlendirip konuşmaya başlıyordu. “Daha ne istiyorsun ki?” dedi. “Ne güzel işte! Tamamen özgürsün artık. Bundan sonra ne yetişmen gereken bir şey, ne de hesap vermen gereken biri var. Hem ne biliyorsun ki belki de, daha mutludur masalının bundan sonrası.” Onun bu alaycı, bu sözlerinin ardından yüzünde acıyla karışık yarım bir gülümseme belirdi. Tam o anda da geçmişten gelen bir cümle beynine bir hancer gibi saplanıverdi. “Birlikte olmamızı gerçekten çok istiyorsan,önce beynindeki bazı peşin hükümleri yıkman gerekiyor. Yoksa bir gün onlar bizim ilişkimizi yıkacak.”

Geçmiş ve yaşanmış deneyimler, geçmişten üzerine yapışan, bir türlü kopamadığın duygular, korkular, öfkeler, endişeler, meraklar, şüpheler ... , en sonunda ise yıkılıp giden ilişkiler.

İçindeki ses tekrar konuşmaya başlayarak onu bu düşüncelerinden tekrar kopardı. “ Senin sorunun ne biliyor musun?” dedi. “Yaşadığın her şey yarım ya da eksik, hiç biri tam değil. Duygularını sürekli bastırıyor, onları sonuna kadar yaşamak için kendine fırsat tanımıyorsun. Bunun içinde sürekli korkularınla mücadele etmek zorunda kalıyorsun. Acıdan korkuyorsun, üzüntüden korkuyorsun, sevginin narinliğinden korkuyorsun. Oysa kendini duygularının tam ortasına bırakabilmeyi öğrenebilsen, onların içine dalıp onlarla yıkanabilsen. Bu duygularla ilgili olarak içinde eksik, yarım, tamamlanmamış hiç bir şey kalmayacak. Onları büyük bir keyifle kabullenmeye, sahiplenmeye ve en önemlisi gerektiğinde onlardan hiç zorlanmadan kopmaya başlayacaksın. O zaman kopmanın yaşadığın deneyimi unutmak olmadığını, tam tersine deneyimin iliklerine kadar nüfus etmesi için kendine izin vermek olduğunu anlayacaksın. Kendini bu, sürekli tekrar eden bir geçmiş korkusunun, mahkumu olmaktan kurtaracaksın.

Bu arada, bir süre için hayatı paylaştığın insanları, öğrenilmiş çaresizlikler ya da senin geleceğini oluşturacak yeni birer geçmiş olarak görmekten de artık vazgeç. Yıllar önce okuduğun o kitaptaki satırları hatırla;

Öteki insanlarla tüm karşılaşmalar deneyimdirler ve tüm deneyimler sonsuza dek sürecek bağlantılardır. Gerçek insanlar her deneyimin çemberini kapatır. Eğer yüreğinde başka insanlara kötü duygularla yürüyüp gidersen ve bu çember kapanmamışsa bu yaşamının farklı anlarında yinelenecektir. Bir kez değil dersini alana kadar defalarca acı çekersin. İncelemek öğrenmek ve olanlardan ders alarak bilgelik kazanmak iyidir. Minnet duymak, senin deyiminle kutsamak ve huzur içinde yürüyüp gitmek iyidir. (a)

18 Ocak 2009
Haşim Arıkan



(a) Bir çift yürek – Marlo Morgan

14 Ocak 2009

Yeter artık dayanamıyorum. Yeter… Yeter… Yeter…

Namlusu çekilmiş silah elinde, işaret parmağı ise tetikteydi, tir, tir titriyor ve yalvarıyordu. “Ne olur bırak beni. Yeter artık dayanamıyorum…. Yeter…. Yeter…. Yeter…….” Sinirleri tamamen boşalmış, her yeter de, sesi biraz daha titriyor, biraz daha kısılıyordu. Sonunda gözyaşları pınarlarından taşıp yanaklarından aşağıya doğru süzülmeye başladı. “Ne olur” dedi. ” Ne olur rahat bırak beni. Sus artık. Konuşma! Bana hiç bir şey söyleme. Tahammül edemiyorum ben sana! Seninle birlikte yaşamaya. Ne zaman heyecanla yeni bir şeyler yapmayı hayal etsem, onları gerçekleştirmek için harekete geçmek istesem, hemen sözlerinle bana kendimi bu istediğimi gerçekleştirebilmek için güçsüz ve yetersizmişim gibi hissettiriyorsun. Her seferinde beni sabote edip, bütün heyecanımı, isteğimi, inancımı yok ediyorsun. Hele beni pes ettirdikten sonra, karşıma geçip “Ben sana dememiş miydim!” diyerek kendini haklı çıkarman yok mu? Dayanamıyorum artık. Ne olur bırak, terket beni. Ne olur… Ne olur… Ne olur…”

Kendini tutamayıp hıçkırıklara boğulmasıyla birlikte konuşma sırası artık ona geçmişti. “ Biliyor musun? Seni, bütün bu söylediklerini şaşkınlık içinde dinliyorum.” diyerek söze girdi. “ Ayrıca kendine neden bu eziyeti yaşatmayı seçiyorsun onu da hiç anlamıyorum! Demek seni terk etmemin asla mümkün olmadığını, bensiz yaşayamayacağını, bile bile benden seni terk etmemi istiyorsun. Bu yaşadıklarının tek sorumlu benim! Öyle mi? Yani senin bunda hiç bir suçun yok?

Peki madem böyle düşünüyorsun, o zaman bu senaryoyu bir de şu şekilde hayal edebilir misin?
Benimle devamlı kavga ederek, kendine bu eziyeti yaşatmak yerine, sana neden böyle davrandığımı, sana ne anlatmaya çalıştığımı anlamayı deneyebilir misin?
Benden korkmak, bana kızmak yerine, bana sevgi ve şefkatle bakabilmeyi öğrenebilir misin?
Korkularınla beni uyandırıp, kendinle iletişime geçirttiğinde, beni duymazdan gelmek yerine, bana sakin bir şekilde “seni duyuyorum” diyebilir misin?
Beni dinleyip, bilincine dahil ederek, benimle yargısız bir ilişki kurmayı deneyebilir misin?
Benim aslında senin, yaşamını değiştirecek, ruhunu şekillendirip geliştirecek olumlu fırsatları hayatına davet etme korkun olduğumla yüzleşebilir misin?
Ya da başka bir deyişle benim, kendin ve hayal ettiklerin için sorumluluk almaktan duyduğun korkuları sana yansıtan bir aynadan başka bir şey olmadığımı fark edebilir misin?

Söyler misin? Bunları gerçekleştirdiğinde nasıl bir hayatın olur sence?
Bir de kendine zarar vermeden, lütfen şu silahı şakağından indirebilir misin?

İç sesinin sorularını ona yöneltip, suskunluğa gömülmesi ile birlikte şakağına dayadığı silahı yavaşça indirdi. Silahı masaya bıraktı ve iki eli ile yanaklarından akan göz yaşlarını sildi. Tam karşısındaki duvarda bulunan boy aynasına yansıyan görüntüsüne baktı. Kendisiyle gözgöze gelmesiyle birlikte yüzünde yavaş, yavaş beliren o biraz suçlu, biraz mahçup tebessüm, bir süre sonra barışçıl, keyifli, bir gülümsemeye dönüştü. “Haklısın” dedi. “Sanırım haklısın. Seninle ilişkimizi böyle değerlendirmeyi bugüne kadar gerçekten hiç düşünmedim. Sen, benim için hep, içimde yaşayan korkunç sabotajcıdan başka bir şey değildin. Hiç bir zaman seninle birlikte yaşamayı öğrenmeyi, varlığını olduğun gibi kabullenmeyi düşünmedim. Ben hep seni susturmayı başardığım günü hayal ettim! Sanırım bana bu söylediklerini deneyebilirim.”


13 Ocak 2009
Haşim A.

11 Ocak 2009

Bugün !

Bugün çağırmayın beni ne olur.
Bugün biraz kendimle başbaşa kalasım var.
Bugün başımı göğsüme yaslayıp, saçlarımı şefkatle okşayasım, kendime sımsıkı sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlayasım var.

Bugün ilgilenmeyin benimle ne olur.
Bugün kalabalıkların içinde yapayalnız kalasım var.
Bana bakan gözleri hissederken, başımı önüme eğesim, elimi omzuma atıp, kendimi sakin bir yerlere kaçırasım var.
Bugün kalender gözükmeyip, kendimle dertleşesim, anlatacaklarımı sonuna kadar sabırla, sessizce dinleyesim var.

Bugün hiç bir şey sormayın bana ne olur.
Bugün sesli sözcüklere izin verip, suskunluğumla başbaşa kalasım var.
Boşluklara bakıp, uzaklara dalıp gidesim, hüzün denizim de boğulasım var.
Bugün siyahlara bürünüp gözlerimden yağan yağmurda sırılsıklam ıslanasım,
Yağmurun ardından bir gökkuşağı gibi rengarenk doğasım var.

13 Ağustos 2007
Haşim Arıkan

10 Ocak 2009

İnsan sevilmek için, içindeki benden bile vazgeçebilir miydi?

Araba ile eve doğru seyrederken bir yandan da gün içinde yaşadıklarını düşünüyordu. Ansızın aklına geldi. “Sahi neden?” dedi. “Neden hayat inatla onları karşıma çıkarıyor? Neden böyle davranıyor bu insanlar? Hayat acaba bana bir şeyler mi anlatmaya çalışıyor?” Bu soruları kendine yöneltmesiyle birlikte, her zaman olduğu gibi, bildik tanıdık kelimeler çoktan bir sürü cümle oluşturmaya başlamıştı zihninde.

Bir insan;
Neden, sürekli karşısındaki insanın duyduğunda hoşuna gideceğine inandığı sözleri söylemek için çaba sarf ederdi?
Kendi özgür düşüncelerini, yüreğinde hissettiklerini cümlelere dönüştürmekten nasıl vazgeçebilirdi?
Böyle davranmak onu gerçekten mutlu edebilir miydi?
Doğal hislerini, düşüncelerini yansıtmayan sahte cümlelerle, karşısındakini kandırdığını ona doğal göründüğünü nasıl düşünebilirdi?

Yoksa bu davranış şekli, aslında sevgi açlığının bir belirtisi miydi?
Bu şekilde davrandığında daha çok sevileceğine inanıp, karşısındaki insanlardan daha mı çok sevgi beklerdi?
Peki karşısındaki insan, onun kendisi için ürettiği cümlelerin sahteliğini hissederken, onu onun arzuladığı kadar çok sevebilir miydi?

Bir insanın sevilmek için kendisi olmak dışında bir şey yapmasına gerek var mıydı?
İnsan sevilmek için içindeki benden bile vazgeçebilir miydi?

Bir insan bütün dünyanın sevgisini kazansa, ama bu arada kendi ruhunu kaybetse, bunun ona bir faydası olabilir miydi?

10 Ocak 2009
Haşim Arıkan

Yüzde kaç kendinizsiniz siz?

Benim diye etrafınıza gösterdikleriniz yüzde kaçınız sizin?
Bir türlü cesaret edipte gösteremediğiniz daha yüzde kaç var geride?
Sahi yüzde kaç kendinizsiniz siz?

Düşündünüz mü hiç?
Yüzeyüz kendiniz olamadığınız için, acaba;
Yüzde kaç mutlusunuz?
Yüzde kaç aşıksınız?
Yüzde kaç annesiniz, babasınız, dostsunuz, sevgilisiniz?
Yüzde kaç gerçeksiniz?

Hayal ettiniz mi hiç, yüzdeyüz kendiniz olabilmeyi?
Cesaret edip deneyemediniz mi, tüm çıplaklığınızla ortaya çıkıp, ben buyum işte diyebilmeyi?
Peki sizi hiç rahatsız etmiyor mu, üstünü örtüp, unutmaya çalıştığınız, yok saydığınız o duygular?
Kurtulmak için hiç bir istek duymuyor musunuz, yıllardır ruhunuza yerleştirdiğiniz sizi kısıtlayan o sınırlardan, kurallardan, yargılardan?

Neden çekiniyorsunuz yüzdeyüz kendiniz olarak yaşamaktan?
Reddedilmek, yeterince iyi olamamak mı korkutuyor sizi?
Yüzdeyüz kendiniz olarak yaşama riskini mi göze alamıyorsunuz?
Cesaretiniz mi yok, sizi teslim alan alışkanlıklarınıza, bağımlılıklarınıza meydan okumaya?
Gerçek olduğuna kendinizi inandırdığınız sahtelikleri kaybetme korkusu mu yoksa, böyle elinizi kolunuzu sımsıkı bağlayan, sizi basiretsiz kılan?

Olanla mücadele edebilmek için olması gerekene sığınmak,
Yüzdeyüz kendin olmak yerine olman istenen kişi olmaya çalışmak.
Kişisel arzular yerine hep dışarıdan gelecek motivasyonlara ihtiyaç duymak.
Beyninde oluşturduğun negatif düşüncelerin parmaklıkları arasında hapis kalmak.
Yüzdeyüz kendin olmak yerine, senden beklenenlere göre kendine sürekli yeni yeni imajlar oluşturmak.

Hadi!
Hiç olmazsa itiraf edin kendinize gerçeği.
Aslında bunun böyle olması gerekmediğini.
Bu kolay yolu kendinizin seçtiğini.
Bunları bilerek kabullendiğinizi.
Keşfedilmemiş yolları denemeye cesaretiniz olmadığı için bilinen, kalabalık ana yolları tercih ettiğinizi.

Alın artık üzerinize, yaptığınız seçimlerin, verdiğiniz kararların tüm sorumluluğunu.
Kabul edin artık, parmaklarınızın arasından akıp gidenin sizin kendi hayatınız olduğunu.

25 Kasım 2007
Haşim Arıkan

9 Ocak 2009

Kim inandırdı seni içeride kilitli kaldığına?

Hadi söyle bana?
Konu; sen ve inandıklarınsa!
Neden? “Yapamam”, “Mümkün değil”
Ne olur anlat bana.
Kim dikti bu aşılamaz duvarları senin etrafına?
Kim ikna etti seni, bu cesaretsizlik gettosunda yaşamaya?
Bulunduğun yerin anahtarı bile yokken, nasıl inandırdı seni içeride kilitli kaldığına?
İstesen de, inansan da, sebat etsen de, değişmeyi asla başaramayacağına?
Hadi söyle bana.
Kimin yaşamı var senin avuçlarında?
Kim var onun direksiyonun da?
Kim olduğunu, nasıl bir yaşamın olacağını sen belirlemiyor musun?
Yaşamının sınırlarını, kurallarını sen koymuyor musun?
Kendinle ilgili en son sözü sen söylemiyor musun?
Hadi o zaman söyle en son sözü, seç ama bilinçli olarak, birini.
Ya isteyip inandıklarını, ya da yapamamlarınla kendini mahkum ettiklerini.
Bir daha düşün, inançsızlığın ve cesaretsizliğin nedeniyle kendini mahrum ettiklerini.
Kandırma artık, hiç biri geçerli sebep olamayacak mazeretlerinle kendini.
Yüzleş yaptığın tercihin sana nasıl bir yaşam vereceğiyle.
Hadi itiraf et kendine dürüstçe, senin de çok iyi bildiğin o gerçekleri.

Yapamamın arkasına sığınırsan ancak şu anki yaşadığın hayatı yaşayabilirsin.
Ama istediğin inandığın şeylerin peşine düşer, sebat edersen, yaşamın gerçek anlamına ulaşabilirsin.
Tabi ki girdiğin yollarda kimi zaman düşüp, incinir, kimi zaman tekrar en başa dönebilirsin
Ama hiç bir zaman o yolun senin için yanlış bir yol olduğunu hissetmezsin
Her seferinde yine yeniden o yola girip, yürümeye devam edersin.
Bir an gelir, istediğin, inandığın şeylerin ruhuna yerleşmiş olduğunu hisseder, gülümsersin.
Ancak ölürsen yada vazgeçersen, istediğin, inandığın şeylere ulaşamayabilirsin.

08 Ocak 2009
Haşim A.

8 Ocak 2009

Neden affedilmeyi hak etmez ki?

Düşündünüz mü hiç?
Neden çevremize karşı bu kadar yargılayıcı ve tepkiseliz?
Gerçekten onların bize karşı olan davranışlarına, bize söyledikleri sözlere mi acaba bu tepkimiz?
Yoksa o davranışların, o sözlerin duygusal yaralarımıza, hassas bölgelerimize, incinmişliklerimize dokunması, canımızı yakmasına mı bu tepkimiz?

Neden duygusal yaralarımızla, incinmişliklerimizle yüzleşmek istemeyiz?
Neden onlar hakkındaki esas gerçeği bilmeyi, onu kabullenmeyi hep red ederiz?
Oysa kabulle, gerçekle yüzleşmekle, başlayıp, affetmekle son bulmaz mı bizim duygusal iyileşme sürecimiz?

Neden affedilmeyi hak etmez ki, bizim geçmişimiz?
Affetmek için tek başına bile yeterli değil midir kendimize olan sevgimiz?
Kendimizi yeterince sevemediğimiz için mi, geçmişi affetmeyerek, yaşadıklarımızın bedelini kendimize tekrar tekrar ödetiriz?

Yaşam bizden birşeyler almaya çalışırken neden ona teslim olmak yerine, onunla inatlaşmayı seçeriz?
Alıyormuş gibi görünse de, aslında hep bize kattığını, neden fark edemeyiz?
Onunla inatlaştıkça daha fazla yaralanıp, daha fazla incinmez mi duygusal bedenimiz?
Her gün oluşan yeni yaralarımızla, daha da artmaz mı çevremize tepkiselliğimiz?

Ne dersiniz?
Belki de esas sebep;
Geçmişi serbest bırakmanın, andan keyif almak olduğunu keşfedememiz!

07 Ocak 2009
Haşim A.

4 Ocak 2009

Seni seviyorum…

Önce elindeki okuduğu kitabı kapatıp yanındaki sehpanın üzerine bıraktı genç adam. Ardından da başını koltuğa yasladı ve gözlerini kapatıp okuduğu kitabın zihninde cesur sorular oluşturmasına izin verdi. Biliyordu ki kendine sorduğu her cesur soru, onu merak ettiği cevaplara biraz daha yaklaştıracaktı. İlk soru zihninde anında belirmişti.

Sahi neden korkuyorum?
Gerçekte kim olduğunu ifade ederek yaşamaktan?
Neden kendimi sürekli yetersiz hissediyorum?
Neden yeteri kadar iyi bulmuyorum kendimi?
Neden mükemmel olamadığım için kendimi red etmeyi seçiyorum?
Neden sürekli suçluyor, kendimi affedemiyorum?
Kendimi neden olduğum gibi sevemiyorum?

Acaba ben hep mi böyleydim?
Yoksa sonradan mı bu hale geldim?
Kimler beni bu hale getirdi?
Kimler beni bu yola çıkardı?
Kimler bugüne, bulunduğum bu noktaya taşıdı?

Nedenler, niçinler, nasıllar…

Artık bunların bir önemi var mıydı?
Şu anki gerçeği değiştirebilirler miydi?
Geçmişte bir yerlerde, birileri tarafından, bir şekilde, böyle düşünmesi gerektiğine, böyle olduğuna inandırılmıştı ama bugün şimdi neye inanıp, neye inanmayacağının kararını verebilecek, bunun seçimini özgürce yapabilecek durumdaydı.
Bu düşüncelere bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da inanarak yaşamaya devam etmek yada kendini her koşulda sevmeyi, her zaman affetmeyi, tamamen özgür bırakabilmeyi tercih etmek artık tamamen kendisinin bireysel kararıydı.
Belki neyi yaşayacağına karar veremiyordu ama nasıl yaşadığına/yaşayacağına her zaman o karar veriyordu.

Değişime sadece bir düşünce uzaklığındaydı. Değişim için ihtiyacı olan süre, sadece bir an'dı.

Oturduğu koltuktan kalktı ve banyoya doğru yürüdü. Banyoda ki aynanın karşısına geçip gözlerinin içine, en derinlerine, yüreğine ulaşmaya çalıştı. Ağzından az sonra dökülecek cümlelerin, benliğinde yarattığı o harika titreşimi önce yüreğinde hissetti. Kaynağı tamamen kendisi olan, içten gelen bir arzuyla aynaya bakıp gülümsedi.

“ Seni seviyorum. Seni affediyor ve tamamen özgür bırakıyorum”

04 Ocak 2009
Haşim Arıkan

Kimbilir belki bir gün... Bilmiyorum!

Bir gün bu yazdıklarımı senin yüzüne karşı da itiraf edebilir miyim bilmiyorum!
Kimbilir belki…
Belki...
Bir gün…
Bana bu aralar neler olduğunu pek bilemesem de, sana neler yaptığımı sanırım artık görebiliyorum.
Her zaman senden farklı, senden daha iyi olduğumu düşünerek hareket ettiğimi...
İçimdeki o karşı konulamaz her zaman en son sözü ben söylemeyeliyim, son noktayı hep ben koymalıyım arzusunu… Benimle tartıştığında nedense hemen öfkelenmeye başlıyorum.Senin fikrin olmaya hiç hakkın yokmuş gibi. En iyisini hep ben bilirmişim gibi. Senin için en son kararı hep ben vermeliymişim gibi…
Sana bunun aksini söylesem de her zaman ilk kendimi düşündüğümü de biliyorum. Seni sevmem bile sanırım bundan alacağım kişisel mutluluk için.
İsteklerimin seni nasıl etkilediğini hiç düşünmeden onları senden istemeye inatla devam ediyorum.
Benimle uzlaşmaya çalışmanın seni yorduğunun da farkındayım, ama seni suçlamazsam, suçun bana kalacağından korkuyorum.
Sana sorduğum soruların, senin bana cevaplarının, bana söylemek, anlatmak istediklerinin benim için çok fazla bir önemi yok. Bu yüzden de onları hiç bir zaman gerçekten duymaya çalışmıyorum.
Sen değişmeye çalışsan da, hatta değişmiş olsan da, ben daha once olduğun kişi yüzünden seni suçlamaktan vazgeçemiyorum. Vazgeçmeyi istiyor muyum? Bilmiyorum!
En başta da söylediğim gibi, yazdığım bu satırları bir gün sana verebilir miyim? Onu da bilmiyorum.
Aslında bu satırları kendime bile ilk defa itiraf ediyorum.
Belki de kendim hakkında ki gerçekleri öğreneceğim zaman bu zaman.
Belki de bu benim için bir başlangıç.
Belki bir gün…
Sana da…..
Bilmiyorum!

04 Ocak 2009
Haşim A.

3 Ocak 2009

Dedim ya, ben bir insanım!

Düşünüyorum. Öfkeleniyorum..
Düşünüyorum. Seviniyorum.
Düşünüyorum. Korkuyorum.
Düşünüyorum. Mutluyum.

İnsanım!
Bu yüzden de doğal olarak sürekli düşünüyorum.
Deneyimlerimi ancak düşüncelerimle tanımladıktan sonra zihnime kaydedebiliyorum.
Duygularımı, hissettiklerimi ancak düşüncelerimle tanımlayabiliyorum.

İnsanım!
Unutuyorum.
Duygularımı düşüncelerimle benim yarattığımı.

Ve kendi yarattığı canavara yenik düşen, ama bunun farkında olmayan bir kahramanı oynuyorum.

Düşünüyorum.Nefret ediyorum.
Düşünüyorum.Acı çekiyorum.
Düşünüyorum.Endişeleniyorum.
Düşünüyorum.Pişman oluyorum.

Neyim ben?
Sebep miyim?
Sonuç muyum?
Bulamıyorum.

Nasıl olduğumu düşüncelerimle ben mi belirliyorum?
Düşüncelerim mi benim nasıl olduğumu belirliyor?

Kendimin kurbanı mıyım, yoksa celladı mı?
Çözemiyorum!

Vade yavaş yavaş dolarken, ben durmadan yürüyorum.
Düşüncelerimi ilham kaynağı olan bilincime hiç bakmadan, bilincimde sürekli biriken çözümlenmemiş, silinmemiş, incinmeler ve yara izleri ile yürüyorum.
Sorgulamadığım, değiştirmeye çalışmadığım bilincim hep aynı düşünceleri oluşturmaya, aynı düşünceler beni hep aynı duyguları yaşatmaya devam ediyor ve ben durmadan yürüyorum.

Hep aynı duyguların hapsinde;
İsyan ediyorum.
Şikayet ediyorum.
Dünyayı ya da başkalarını suçluyorum.

Suçlu gerçekten onlar mı yoksa ben miyim?
Cevabını bulabilmek için,
Düşünüyorum.

03 Ocak 2009
Haşim Arıkan

2 Ocak 2009

Kolay mı sanıyorsun…!

Kolay mı sanıyorsun...?
Geçmişten ruhuna ve beynine saplanmış, zamanla sana kaynamış, seninle bir bütün haline gelmiş o kancalardan kurtulmayı denemek.
Seni her zaman süratle korkularına ulaştıran, şüphe ve endişelerine gülümseyerek sırt çevirebilmek.
Soğuk kanlı bir şekilde kabullendiğin korkularının, karşı konulamaz ızdıraplarından kolayca vazgeçebilmek.
Yıllardır biriktirdiğin, geçmişin o çok özel pişmanlıklarına bir kerede elveda diyebilmek.

Kolay mı sanıyorsun...?
Beynine sabit kalemle yazdığın, önyargılarını, sabit fikirlerini hiç bir iz kalmaksızın silebilmek.
Kendini içinde güvende hissediğin sınırları tamamen ortadan kaldırabilmek.
Düşlerinin yıllardır kırık kanatlarını iyileştirip, onlarla yeniden uçmaya cesaret edebilmek.
Beynindeki, kime ait bilemediğin onca parmak izini, fütursuzca temizleyebilmek.

Kolay mı sanıyorsun...?
Her tarafa dağılmış benliğini toplayıp yeniden birleştirmek. Onları tam ve bütün bir hale getirebilmek.
Onaylanmış düşünceler gettosundan, düşünce köleliğinden vazgeçebilmek.
Yeniden kendi kendinin efendisi olabilmek.
Hiç kimseye yaslanmadan, tek başına dimdik ayakta durabilmek.

Kolay mı sanıyorsun sen özgür olabilmek!
Bağımlılıklarından vazgeçebilmek!
Dilediğin gibi bir hayatı yaşayabilmek

02 Ocak 2009
Haşim A.

1 Ocak 2009

Bir kadın, bir kadeh şarap ve…

Sessizliğin hüküm sürmekte olduğu bir ev.
Evin içinde kalabalık bir yalnızlık,
Her tarafta geçmiş zaman kırıkları,
Bir kadın,
Ve...
Özlenen ama bir türlü gelmeyen.

Kadının;
Yüreğinde yolun sonuna gelipte bir türlü veda edememenin sancısı.
Beyninde bildik harflerin ürettiği o anarşist kelimeler.
Avuçlarında tükenmiş eski bir hikaye.
Aklında hikayeye dair, artık hiç bir anlamı olmayan ihtimaller.

Üzgün değil.
Pişman hiç değil.
Yorgun mu?
Hala tam farkında değil.

Kendini sokaklara atıp yürümek istiyor.
Sokakların kalabalığa dalıp, yalnızlığın sıradanlığı içinde kaybolmak.
Adımları onu en son nereye götürse oraya kadar, yürümek, yürümek, yürümek…

Hayat;
Bu gece, onun için hazırladığı o özel zarflardan birini daha vererek, ona sürpriz yapmak istiyor.

Küçük bir cafe;
Kadın binalardan sokağa dökülen ışıkların altında oturduğu masada, sıcak şarabından bir yudum alıp başını kaldırdığında, gözleri daha önce hiç görmediği bir çift gözle buluşuyor.
O anda içini ısıtan şeyin içtiği şarap mı yoksa…
Bilemiyor.
Yüreğinde uzun zamandır çalan o nihavent şarkı susmaya başlıyor.
İçinden yükselen, önleyemediği utangaç bir arzuyla gülümsüyor.

Umutsuz mu?
Değil!
Mutlu mu?
Olmayı çok istiyor...

01 Ocak 2009
Haşim Arıkan

Fotograf: The exploding girl