30 Ekim 2009

Hiç düşündün mü, acaba onlarla yüzleştiğinde neler mümkün olacak?

Zaman zaman düşündüğün olur mu hiç?
Hayatında, başka insanların görmesini istemediğin için sakladıklarını?
Peki en çok hangi yalanları söylersin onları saklamak için kendine yada başkalarına?
Yoksa hiç düşünmez misin onları?
Karanlık tarafında gizlediklerini yok farz edenlerden misin yoksa sen de?
Onları sürekli bastırmaya çalışanlardan... Kontrolünü kaybettiğin anlarda ortaya saçıldıklarında, ortalığı nasıl toparlayacağını şaşıranlardan!
Kolay değil, değil mi insanın ruhunda -ona doğduğu günden itibaren öğretilenlere göre- kabul edilemez olduğunu düşündüğü şeylerle yüzleşmesi? Can yakıcı, utanç verici ve uygunsuz bulduğu duygu ve dürtüleri sahiplenebilmesi.
En zoruda sanırım, onlar hiç olmamış gibi davranarak, için öfkeyle kavrulurken hiç bir şey yapamamak.

Sence nereye kadar sürebilir ki bu garip oyun?
İnsan, nefret ettiği şeyler sanki onda hiç yokmuş gibi davranarak nereye kadar kaçabilir kendi hakkındaki esas gerçekle yüzleşmekten?
Neden böylesine zor gelir insana, kendinden utanmamak, kendini olduğu gibi kucaklamak.
Neden bu kadar zorlar insanı, aydınlık tarafıyla yüzleşirken gösterdiği cesareti, karanlık tarafına da gösterebilmek.

Oysa insan, gerçek özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu; hiç bir tarafını dışarıda bırakmadan, bütünlüğünü kucakladığında, duygu doğasına saygı duyduğunda fark etmez mi?
Hayat, insanın beyninde oluşturulmuş, yargılara, kurallara, görüş ve düşüncelere kendini kaptırmadan içindeki tutkulara ve isteklere kulak vermeyi öğrendiğinde keyiflenmez mi?
İnsan kendini, arzuladığı, hayal ettiği, kendi uydurduğu mükemmellikle karşılaştırmadan, kendine direnmeden, kendini anlayıp, kendini olduğu haliyle sevebildiğinde gerçek özgürlüğü de keşfetmez mi?

30 Ekim 2009
Haşim Arıkan

29 Ekim 2009

Sanki bir yere yaklaşır gibi göğsü artan bir heyecanla kalkıp iniyordu.

Nutuk’un kaleme alındığı günlerde Atatürk sofrada imkan buldukça okurdu onu etrafındakilere, okuduğu yerlerde zaman zaman heyecanlanır, coşardı. Tabii hepsini tek başına sonuna kadar okumasına imkan yoktu. Birkaç gün sonra Kâtib-i Umumi’sine, köşk mensuplarına ve yakınlarına okutuyordu. Günlerce sürdü bu okuma. Sonuna doğru gelirken Kâtib-i Umumi’sine “Ver buraları ben okuyacağım” dedi. Sanki bir yere yaklaşır gibi göğsü artan bir heyecanla kalkıp iniyordu. O nereye geleceğini biliyordu. Sofrada olanlar adeta soluk almıyor, O’nun o görülesi halini heyecanla izliyordu. Bir anda sesi değişti, yüzü kıpkırmızı oldu. Coşkulu ama şiirsel bir ifade ile bağırarak, “Ey Türk Gençliği Birinci Vazifen” diye başlaması ile gözlerinin dolması ve yaşların damla damla süzülmesi bir oldu. Bir yandan o vakur sesiyle okuyor, bir yandan da ağlıyordu. Tabii oradakilerin hepsi de, hepimiz de ağlamaya başladık.

Sen Türk Milleti için ne büyük bir şanstın Atam. Sen herşeyinle, çok, çok farklıydın. Seni unutabilmek, bizim için yaptıklarını inkar edebilmek mümkün mü?

10 Kasım 2009

Atatürk'le ilgili diğer bloglarıma ulaşmak için aşağıdaki tarihlere tıklayabilirsiniz


Alıntı (Kaynak):Bütün Dünya Dergisi / Çağdaş Yayınları

28 Ekim 2009

Bugün yalan söyle bana, inan çok ihtiyacım var buna…

Bugün sebepsizce gelip yanına, sana sokulduğumda.
O an içinden gelmese de sımsıkı sarıl bana.
Bugün çok ihtiyacım var kollarının beni sarmasına, parmaklarının bana dokunmasına.
Sanki senin bir parçanmışım gibi yaşamaya.

Bugün gözlerine baktığımda, susma ne olur bir şeyler söyle bana.
O an içinden gelmese de beni sevdiğini fısılda kulağıma.
Varsın yalan olsun.
Bugün çok ihtiyacım var bu yalanı senden duymaya.
Senin için değerliymişim gibi yaşamaya.

28 Ekim 2009
Haşim Arıkan

Bugün sabah işe gelirken otobüs durağında gördüğüm gözyaşlarını gizli gizli elindeki mendile silmekte olan bayana ithaf olunmuştur...

22 Ekim 2009

Onu sevmek o kadar kolaydı ki onun için...

 
Artık yaşlandığını düşündüğü, vücudunu tanıyamadığı dönemde çıkmıştı karşısına. Erkeklerin ona baktığında yada bakmadığında kendini tanıyamadığı, sanki kendini bir yerlerde unutmuş, bir türlü bulamadığı, bulsa da artık o bulduğu kişi olmak istemediği, kendine dair bir şeyler yapma ve hayattan keyif alma yeteneğini yitirdiği dönemde.

O dönem, kendini bir parçası olarak hissettiği şeylerden kopuş döneminin de başıydı aslında. Annelikten, evlatlıktan,……….


Perdenin o daracık aralığından sinsice içeri süzülen sabah güneşi, tam gözlerine hedef aldığında, güneşe hedef şaşırtmak için yavaşça yatağın sağ tarafına, ona doğru döndü. Sağ eli yine onun göğsünde yüzü koyun bir vaziyette keyifle uyuyordu yanında. Vücudunun küçücük bir noktası dahi olsa bir tarafının mutlaka ona dokunması gerekiyordu. Yoksa rahat bir uyku uyuyamıyordu. Alışmıştı onun bu huyuna. Hatta hoşuna bile gidiyordu bu huyu. Elini onu uyandırmamak için göğsünden yavaşça kaldırdı ve usul usul öptü.

O elin her seferinde vücudunda, nasıl, sanki onunla ilk defa tanışıyormuş, sanki onu ilk defa keşfediyormuş gibi yavaş yavaş, arzuyla dolaştığını hatırladı. Düşüncelerin arkasından önüne geçip, içindeki duyguları dilediğince yaşayabilmenin nasıl bir şey olduğunu sadece onunlayken tatmıştı.

Onu sevmek o kadar kolaydı ki onun için.

Onu gördüğünde beynindeki herşey siliniyor, hatta bazen nerede olduğunu, oraya niye gittiğini bile unutuyordu. O anda içinde beklenmedik bir neşe ortaya çıkıyor. Diğer tüm duygular bir anda geride hiç bir iz bırakmadan darmadağın oluyor, geriye bir tek o kalıyordu. Direnilmesi ve yönlendirilmesi için insana asla fırsat vermeyen bir duyguydu bu yaşadığı.

Çok mutluydu onunla. Onun hayatını değiştirmesine izin veriyordu. İçinde büyümekte olan şeyin özgürce büyümesine izin veriyordu. Geleceğini şekillendiren düşüncelerinin kaynağının bir başkası olmasından ilk defa rahatsız olmuyordu.

Bu kadar yoğun duygular içerisinde yüzerken bile, içinde yaşayan geçmişin şeytanları her zamanki gibi yine onu bir türlü rahat bırakmıyordu. Yaşanmış hikayelerin beynine kazıdığı o “korkması gerektiği düşüncesi” ni bir türlü unutamıyordu. Hatta o düşünceye yenik düştüğü bir anda dayanamayıp ona şu soruyu sormuştu “Ya bir gün, ben yine herşeyi mahvedersem?”
Zamanın onlara neler getireceğini, bundan sonrası için hayatına girmek için beklemekte olan başka biri var mıydı bilmiyordu. Şu anda hissettiği, bildiği tek bir şey vardı. O da zaman ona neyi getirirse getirsin, bu ilişkiden elinde kalacak olan her ne varsa hepsini her zaman seveceği onları asla değiştirmek istemeyeceğiydi. Onunla bu yaşadıklarının, bundan sonra olabilecek en kötü zamanlarının can simitleri olacağını, en mutsuz olduğu anlarda hep onlara tutunacağını hissediyordu.

Ve bu yüzden hayatında ilk defa, içinde her gün biraz daha büyümekte olan o katıksız duyguyu doya doya yaşamak için kendine izin veriyordu…

22 Ekim 2009
Haşim Arıkan

14 Ekim 2009

Sonunda beni buldun!

Sonunda beni buldun işte!
Ne kadar zamandır “İnandığım Masalları” okuyorsun bilmiyorum?

Düşünüyorum...
Acaba okuduğun masallar, üzerlerinde düşünmek için sana bildiklerinden daha fazlasını verebildi mi?
Yoksa sana, senin bildiklerini tekrar etmekten öteye geçemedi mi?

Seninle karşılaşmamız hakkında hiç düşündün mü?
İnternette okunacak onca şey varken, bir blog okumak istemen ve onca blog arasından da gelipte “İnandığım Masalları” seçmen sence gerçekten basit bir tesadüf müydü?
Yoksa, yaşandığına göre seninle karşılaşmamız kaçınılmaz mıydı?

Kim bilir? O anlatılanlar doğruysa, belki de bu bedenlerimizi ruhlarımızın üzerine giymeden önce, bu karşılaşma için sözleşmiştik seninle, dünyaya inmeden önce olduğumuz yerde!
Eğer gerçekten böyleyse....
Acaba ne için anlaşmıştık seninle.
Birbirimize neyin farkına varması için yardım edecektik?

Peki hatırlıyor musun?
Seninle bugünkü hayatlarımızdan önce de, bir şekilde yaşamı hiç paylaşmış mıydık?
Düşünsek hatırlayabilir miyiz ki?
Bu masalı bize anlatanlara göre, kural öncekileri hatırlayamamaktı değil mi?

Sence karşılaşmamızın tesadüf ya da kaçınılmaz olmasının, yada hayatı seninle birlikte tekamül ediyor olmamızın farklı bir etkisi olabilir mi yaşadığımız deneyime?
Birbirimize düşündürdüklerimize...
Bu ayrıntılar bugün birbirimizin üzerinde yarattığımız etkiyi, birbirimize fark ettirdiklerimizi değiştirebilir mi?

İnandığım Masallar’ın sana dokunuşları sen de bir iz bırakıyor mu bilmiyorum.
İçindeki korkuları, endişeleri, düş kırıklıklarını, umutsuzlukları da bilmiyorum.

Ama acı çekmenin, özlem duymanın, söyleyememenin, isteyipte yapamamanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum.
Suçluluk ve pişmanlık duygularının nasıl bir şey olduğunu da.
Herkes tarafından her fırsatta sürekli kulağına fısıldanan “yapamazsın, mecbursun, kabullenmelisin, yeterince iyi değilsin” telkinlerine en sonunda inanıp, kendini düşüncelerinle ördüğün aslında var olmayan daracık duvarlar ardına hapsetmenin nasıl bir şey olduğunu iyi bildiğim gibi.

"İnandığım Masallar" da okuduğun bir çok şey gibi belki hiç bir iz bırakmadan akıp gidecek senin de beyninden, belki de onları zaman zaman hatırlayacak ve üzerlerinde düşüneceksin;

Benim, yıllarca herkes tarafından benim en doğrusu olduğu kulağıma fısıldanan o doğruları! ne olduklarını bile anlamadan kabullendikten sonra, bir gün, bir yerde, bir sebeple, karşıma çıkan, hiç tanımadığım yada hatırlayamadığım birinin, aslında aradığım, ihtiyacım olan herşeyin/doğruların benim içimde ve her zaman eksiksiz olarak var olduğunu, kendime yeterince değer verip, kendimi gerçekten sevebildiğim de onları kolaylıkla bulabileceğimi bana fark ettirdiği, o kaçınılmaz tesadüfleri zaman zaman keyifle anımsayıp üzerlerinde hala düşünmem gibi...

Peki sen ne düşünüyorsun. Seninle karşılaşmamız gerçekten bir tesadüf eseri miydi?

14 Ekim 2009

8 Ekim 2009

Sorsam sana !

Hani o...

Seni bir an bile rahat bırakmayan,
Her saniye içinde biraz daha büyümekte olan,
Ancak kendi tatmini ile doyan,
Sana aynı anda kendinden başka hiç bir duyguyu hissetme şansı tanımayan,

O en güçlü, katıksız duyguyu, sorsam sana...

Tamamen senin içindeki köklerden beslenen,
Yüz yıllardır tekrarlanan cümlelerden alınma olmayan ifadelerle,
Daha önce hiç düşünmediğin bir şekilde,
Beyninde o anda oluşan dizinlerle,
İlk defa kullandığın sözcüklerle,

Anlatabilir misin onu bana?

08 Ekim 2009

6 Ekim 2009

Hiç bir kadın hayatta hüznü keşfedemeyecek kadar duygusuz olamazdı...

Vapur halatlarını toplayıp bağlı olduğu iskeleye veda ederken, başını okuduğu gazeteden kaldırdı ve camdan uzaklaşmakta oldukları iskeleye doğru baktı. Bir süre baktıktan sonra gözü ister istemez cam kenarında oturmakta olan genç kadına takıldı. Genç kadının –her ne kadar kendince gizlemeye çalışsa da- hüzünlü ve yorgun bir hali vardı. “Acaba kafasının içinden neler geçiyor şu an da” diye düşündü. “Acaba şu anda beyninin içinde yankılanmakta olan hangi sesi susturamıyor ne kadar uğraşsa da...” Ona göre hiç bir kadın hayatta hüznü keşfedemeyecek kadar duygusuz olamazdı...

Karşısına oturan genç adamın bir süredir ona yönelmiş olan bakışlarından rahatsız olmuştu genç kadın. Tükenmiş olan gücünün artakalan kırıntılarıyla, son bir hamlede bulunarak kendini iyice cama doğru çevirdi ve başını tamamen önüne eğdi. Ve sonunda dayanamayıp, o an sanki bir cenaze evindeymişcesine gözyaşlarının yanaklarından aşağıya doğru süzülmelerine izin verdi. Keşke o an da yanında acı çektiğini görmesi için izin verebileceği bir dostu, bir arkadaşı olabilseydi. O anı, ne kadar savunmasız bir halde olduğunu hiç çekinmeden, ona göstererek özgürce yaşayabilseydi. Canının ne kadar çok yanmakta olduğunu ona anlatabilseydi. Başını ona doğru yaslayıp, birazcık sakinleşebilseydi.

Günlerdir kaçtığını zannettiği duygular, ansızın saplanan bir bıçak gibi gelip bulmuştu onu işte. Artık ne kaçış, ne de anestezi şansı kalmamıştı. Ve acıdan başka hiç bir şey hissetmiyordu. Çığlık çığlığa bağıran, sınırı olmayan, tarifsiz bir acı. Kaynağının düşünceleri mi, yoksa bedeni mi olduğunu fark edemediği derin bir acı.

Hoşçakal derken ona başka hiç bir seçenek bırakmamıştı. Hayatından onun için en değerli parça kopup giderken, ne sesini çıkarabilmiş, ne bir çıkış yolu arayabilmiş ne de –bencilce de olsa- kendini düşünebilmişti. Sanki bu ayrılığa elleri arkasından bağlı olarak itilmişti. Hayatından önemli bir bölüm kopartılıp alınırken, bundan sonra artık bir sakat gibi yaşamak zorunda kalacağından ona asla söz edilmemişti.

İçinde acı bir yalnızlık hissetti. Daha önce hiç hissetmediği türden bir yanlızlık. Vapurun yanaştığı iskeleyle kucaklaşması onu içine düştüğü bu yalnızlıktan uzaklaştırıp kendine getirdi. Oturduğu koltuktan kalkarken aklına gelen son kelimeler “beklediğim son bu değildi” sözleriydi...

Onunla bugüne hiç hissetmediği ama hissetmek için canını verebileceği duyguları hissedebileceğini zannetmişti...

06 Ekim 2009
Haşim Arıkan

2 Ekim 2009

İçimde bir garip filozof!

Düşünüyorum. “ Acaba beynimde barınan hangi düşünceler gerçekten benim düşüncelerim olabilir.” diye. "Acaba hangilerini gerçekten ben ürettim? Hangilerini geçmişten miras olarak devraldım?”

Her zaman yaptığı gibi yine ansızın ortaya çıkıp gülmeye başlıyor bana. “Onların hiçbiri senin düşüncen değil. ” diyor ve devam ediyor anlatmaya.

“Böyle bir şey söz konusu olamaz zaten. Düşünce dediğin şey çevrendeki insanların sana yaptıkları etkilerin toplamından başka bir şey değildir. Bu yüzden de hiç kimse yeni fikir üretemez. Herkes sosyal atmosfer içinde ancak çevresinden topladıklarını yansıtabilir çevresindekilere. Aslında düşünce denilen şey bir nevi hırsızlıktır. Toplumun malı olan fikirleri toplumdan çalıp, biriktirir sonra da yeni bir kurguyla sanki seninmiş gibi satmaya çalışırsın başkalarına.”

Her zaman yaptığımı yapıp, gülümseyerek ona sevgilerimi sunuyor ve susuyorum. Onun ne zaman içime kaçtığını, ne zamandan beri orada yaşadığını, onu nelerle besleyip, eğiterek! nasıl bu hale getirdiğimi ve onun haklı olabilme ihtimalini düşünüyorum...

01 Ekim 2009