28 Kasım 2008

Aşktan artakalan...


Aynada makyajını silerken “Tebrikler” dedi. “Bugün çok başarılıydın, onun karşısında güçlü ve mağrur kadını oynarken. Oskarlık bir performanstı sergilediğin. Gözünden tek bir damla yaş bile gelmedi. Peki onun karşısında ağlamadın, ağlamamalıydın. Artık evde ve yalnızsın hala neden ağlayamıyorsun? Kime, neyi ispatlamaya çalışıyorsun ki? Hala anlayamıyorsun değil mi, kendine nasıl ihanet ettiğini? Şu haline bak, kendinle ilgili beyninde oluşturduğun imajlar yüzünden ayrılık acısını bile dolu,dolu, özgürce, dibine kadar yaşayamıyorsun. İşte bu yüzden yaşadığın her şey, hep eksik, hep yarım. Hepsi içinde tutuklu. Hepsi senin tarafından tamamlanmayı, en sonuna koyacağın noktayı beklerken, her gün biraz daha çürüyorlar. Kendini her geçen gün biraz daha dolan, bir duygu çöplüğüne dönüştürdüğünün farkında değil misin?” Gözlerini kapattı. Ellerini avuç içleri, ağzını ve burnunu kapatacak şekilde yüzünde birleştirdi. İşaret parmaklarıyla bir türlü boşalamayan göz pınarlarına dokunurken, önce içinin çekildiğini hissetti, ardından dizlerinin bağı çözüldü. Son bir hamleyle lavaboya tutunmaya çalışsa da, yerdeki paspasın üzerine yığıldı.

Televizyondaki sunucu kızın söylediği “Bizim nesil aşkı Aysel Gürel şarkılarından öğrendi” cümlesini duyunca gülümsedi. Aşk, acaba öğrenilebilen ya da öğretilebilen bir şey miydi? Başkalarının anlattığı aşk, senin yaşadığın, yaşayacağın aşka benzeyebilir miydi? İnsan beynini sürekli başkalarının aşka dair anlattıkları ile doldurduğunda, kendi aşkını ne kadar gerçek, ne kadar doğal yaşayabilirdi ki? Beynine yığdığı ona dair bunca düşüncenin hiç etkisinde kalmadan, kendini onların tüm etkilerinden arındırıp, kendi aşkını en doğal,en içten, kaynağı tamamen kendisi olan duygularla yaşayabilir miydi?

Telefonun acı acı çalan sesi onu bu düşüncelerinden uzaklaştırdı. Telefonunu kaldırdığında hiç tanımadığı ağlamaklı bir sesle karşılaştı. “Bitti” dedi karşı taraftaki ses. “Sonunda bitti.” Onu tanıyamasa da anlattıklarına müdahale etmek, sözünü kesmek istemedi. Konuşmaya ihtiyacı olduğu belliydi. Sustu. Onu sessizce dinlemeyi seçti. “Bana ne dedi biliyor musun?” diye devam etti anlatmaya. “Sen sandığın kişi değilsin. Ben sandığım kişi değil mişim. Sadece beni sevsin istedim. Beni sevmesi için bildiğim her şeyi denedim. Kendimden bile vazgeçtim. Onunla birlikte olana kadar sadece kendi hislerinin peşinden giden beni, değiştirmesi için ona izin verdim. “ ansızın durdu. Kısık bir sesle emin olabilmek için sordu. “Nilüfer sen misin?” Artık susamazdı. “Yanlış numarayı aradınız galiba. Konuşmaya ihtiyacınız olduğunu düşünerek…” diyebildi sadece. Karşı taraf daha fazla bir şey söylemesine izin vermeden telefonu kapatınca, o da kapatmak zorunda kaldı. Birden Tülin geldi aklına. Bugün ögleden sonra onu hiç iyi görmemişti şirkette. İşten fırsat bulup, bir türlü konuşamamıştı onunla. Numarasını çevirdi ve açmasını beklemeye başladı.

Gözlerini açtı, banyodaydı ve yerdeki paspasın üzerinde yatıyordu. Yavaş yavaş yerine gelen bilinciyle, bayıldığını hatırladı. Doğrulmaya çalıştı. Biri yatak odasındaki telefon inatla uzun uzun çaldırmaktaydı. “Yoksa…?” diye düşündü, heyecanlandı...

27 Kasım 2008
Haşim Arıkan

26 Kasım 2008

Seni seviyorum...


Onu uyandırmamak için usulca doğrudu yataktan. Ses çıkmasın diye terliklerini bile giymedi ayağına. Cama doğru yürüdü yalın ayak. Hafifçe perdeyi araladı ve köşebaşındaki çiçekçi kadına baktı. Henüz gelmemişti. Güneşin kendini hissettirmeye başladığı, pırıl, pırıl bir hava vardı dışarıda. Camın önündeki koltuğa oturdu ve onu seyretmeye başladı. Tatil günlerinde onu uyurken seyretmek, seyrederken de ona olan aşkını yüreğinde hissetmek büyük bir keyif veriyordu ona. Gülümsedi. Her zamanki gibi büyük bir başarıyla üzerindeki pikeyi yine beline dolamıştı. Yaz sıcağının etkisiyle omuzlarını ve ayaklarını tamamen açıkta bırakmış, kollarını yastığının altına sokmuş, daha doğrusu yastığına sarılmış, sol ayağı karnına doğru çekili, yüzükoyun yatıyordu yatakta. Üzerine sinmiş olan, ten kokusunu hissetti o anda. Derin bir nefesle ciğerlerine doldurdu bu muhteşem kokuyu. Gözlerini yavaşça kapadı. İlişkilerini düşündü. On yıl olmuştu onunla hayatı paylaşmaya başlayalı. Daha önce yaşadıklarına hiç benzemeyen bir ilişkiydi onunla yaşadığı. Ten uyumunun ne demek olduğunu, tenler gerçekten uyuştuğunda insanın neler hissedebileceğini, ancak bu birliktelik sayesinde anlayabilmiş, keşfedebilmişti.

Gözlerini açtı. Onu seyretmeye, ona olan aşkının yüreğinde yoğunlaşmasını hissetmeye devam etti. Bir yandan seyrediyor diğer yandan da düşünmeye devam ediyordu. Ellerinin onun teninde dokunmadığı, teninin, teninde hissetmediği bir yer kalmış mıydı acaba? Dudakları, bedenleri kimbilir kaç kere buluşmuştu büyük bir arzuyla. Kaç kere o yanında değilken, ansızın aklıma gelipte gülümsemişti? Kaç kere onu düşünüp içi titremişti? Kaç kere ona baktığımda onu ne kadar çok sevdiğini bir kere daha hissetmişti? Şu an da hissettikleri gibi. Kaç kere arzuyla, özlemle sımsıkı sarılmıştı ona? Kaç kere onu ne kadar çok sevdiğini fısıldamıştı kulağına? Böylesi bir aşk insanın kapısını kaç kere çalardı? Bu aşkı onlara yaşatan şey, bir şans mıydı? Yoksa bu mükemmel aşkı birbirlerine onlar mı yaşatıyorlardı?

Daha fazla dayanamadı onu uzaktan seyretmeye. Yavaşça doğruldu oturduğu koltuktan, usulca uzandı yanına. Elleri yavaşça buluştu aşina oldukları o uzun siyah saçlarla. O gülümseyerek gözlerini aralamaya çalışırken, kaçıncı defa söylediğini bilemeden bir kez daha fısıldadı kulağına “Seni seviyorum”

25 Kasım 2008
Haşim Arıkan

21 Kasım 2008

Anne neden ben?


- Lisedeyken bir şey anlatmak istediğinde ve iyi anlatamayacağını gördüğünde hikayeleştirirdin. Şimdi de bunu yapabilirsin.
- Anladım.
- Bekliyorum, ben bir kahve alacağım. Sen de o sırada kur hikayeyi.
- Geldim anlat bakalım neden keyfin yok senin.
- Bak, en çok istediğin hayal ettiğin şey ne?
- Bunu biliyorsun zaten. Bir bebek.

- Peki hikaye başlıyor. Bir gece yatağında uyurken uyanıyorsun. Etrafına bakıyorsun. Kendini tuhaf hissediyorsun ama bir neden bulamıyorsun o an. Akşam yemeğini biraz fazla kaçırdım diye düşünüyorsun. Ve o an mucize gerçekleşiyor. Tanrı ete kemiğe bürünüp karşına dikiliyor. Sersemliyorsun ne olduğunu anlamıyorsun korkuyorsun. Ama bağıramıyorsun ve kaçamıyorsun. Tanrı seninle konuşmaya başlıyor. “ Sana bir yük vereceğim ve bu yükü soru sormadan yargılamadan benim için taşıyacaksın.” Diyor. İtiraz ediyorsun ama Tanrı devam ediyor. “Ben Tanrı’yım ve seni ben yarattım, itiraz etme seçeneğin yok. Bu yük artık senin” diyor. Cevap veremiyorsun. Ve tanrı devam ediyor. “ Sana vereceğim bu yük için bana kızacaksın, ama şimdiden söyleyeyim ne kadar kızarsan kız bu yük değişmeyecek.

Şu andan itibaren sen kısırsın. Hiç bir zaman, hiç bir şekilde ve hiç bir tedaviyle bebek sahibi olamayacaksın. Buna izin vermeyeceğim. Bu artık senin yükün.” Nefesin gırtlağında düğümleniyor. Bağırıyorsun, küfrediyorsun, isyan ediyorsun. Ama Tanrı konuşmaya devam ediyor. “Ayrıca kaderini öyle bir şekilde çizeceğim ki bir çocuk bile evlat edinemeyeceksin. Hiç bir çocuk sana anne demeyecek. Ama sana güç vereceğim. Buna dayanman için seni güçlü yapacağım. Yüküne alışacaksın. Ama her alışmandan sonra ben senin yükünü biraz daha artıracağım. İsyan edeceksin ama değişen hiçbir şey olmayacak ve dışarı çıktığında bebekleri annelerini göreceksin. Annesinin bebeğe sarılışını, bebeğin anne deyişini duyacaksın. Dostlarının yanındayken onların çocuklarını göreceksin. Sevgilerini sarılmalarını ve dokunuşlarını. Ama hiç bir zaman bunlara sahip olamayacaksın.”

Tanrı sana bunları söyledikten sonra ne hissedersen, ben de şimdi onları hissediyorum. Anlatabildim mi?

Bu satırlar Murat Kefeli'nin kendi kör ve sağır oluşunu anlattığı, O.D.T.Ü. Yayıncılık tarafından yayınlanan, "Anne Neden Ben?" adlı kitabından. Yukarıdaki –açıkcası okurken çok etkilendiğim- hikayeyi arkadaşına, kendisine tedavisi olmayan Nöropati hastalığı teşhisi konulduğunda neler hissettiğini anlatabilmek için kuruyor.

Kitabının arkasında ki notunda ve http://www.annenedenben.com/ isimli internet sitesinde bu hastalıkla ilgili yaşadıklarını bizlere şöyle anlatıyor; Önce kulaklarım gitti."Gitmesi için bir neden yok. Sen duymak istemiyorsun," dediler. Sonra aldatıldım. Bu sefer bacaklarım gitti." Aldatıldığını kabullenirsen düzelir," dediler. Kabullendim. Bacaklarımı geri almayı başardım ama kulaklarım orada kaldı. Tekrar aşık oldum. Sonra terkedildim. Bu sefer ellerim gitti. Reddettim. "Aşk yüzünden olamaz," dedim. "İçindeki adam seni kandırıyor. Deli hastanesine yatmalısın," dediler. İçimdeki adamın varlığına inandırıldım. Ağrıdan yerlerde sürünürken, içimdeki adamı yenmek için ilaç almayı reddettim. Sonra "Pardon. Biz yanılmışız. İçinde başka bir adam yokmuş, sen gerçekten hastaymışsın," dediler. Ve en sonunda gözlerim güneşe veda ederken, "Yapılacak bir şey yok. Kabullenmelisin. Kör ve sağır bir şekilde de yaşayabilirsin," dediler. Reddetmek istedim. Başaramadım..."

Benim gibi yaşanmış hikayelere, romanlara merakınız varsa, Murat Kefeli'nin "Anne Neden Ben?" adlı kitabını okumanızı tavsiye ederim. Akıcı basit bir dili var Murat Kefeli’nin. Bir günden fazla kalmayacaktır kitap elinizde.

Hayat’ın bize hazırladığı sürprizler bazen hakikaten çok ağır olabiliyor bizler için. Kabullenmekten başka çaresi de bulunmuyor maalesef insanın.

21 Kasım 2008
Haşim A.

Fotograf: Murat Kefeli

15 Kasım 2008

Bozmalıyım artık bildiğim tüm ezberleri....

Son günlerde dünya da yaşananlara bakıyorum da; Yepyeni bir kapı açıldı artık önümüzde. İstesek te, istemesek te hep birlikte geçeceğiz o kapının içinden. Değişerek, yenilenerek, ögrenerek.

Kendi adıma biliyorum ki, açılan bu yeni kapının öteki tarafına geçmeden önce bozmalıyım bugüne kadar öğrendiğim bütün ezberleri.

Öğrenmeliyim artık;

Tutumlu olabilmeyi,
Gelecekte oluşacak geliri mi bugünden harcamak yerine, bugün cebimde var olanı artırıp biriktirebilmeyi,
Beni baştan çıkarmak için düzenlenen kampanyalar karşısında irademe sahip olabilmeyi,
İhtiyacım olan şeyleri bana daha ucuza satan, unuttuğum o küçük marketlerin, dükkanların yerlerini,
İstediğim herşeyi satın alamazsam ölmeyeceğimi,
Çocuğuma bazı istekleri için hayır diyebilmeyi,
Aynı işi, hatta daha fazlasını daha az ücret karşılığı yapabilmeyi,
İhtiyacım olduğunda ek işlerde çalışabilmeyi,
İşsiz günlerim de her sabah sabırla ve umutla, güne uyanabilmeyi,
İşsiz kalan dostlarıma her zaman sabır ve umudu aşılayabilmeyi,
Küçük şeylerden daha çok mutlu olabilmeyi.
Okuduğum kitaplarda, literatür de, uzmanlarca bana doğru diye aktarılan, hatta her zaman doğru oldukları savunulan şeylerin de bir gün gelip aslında yanlış olduklarına yaşayarak şahit olabileceğimizi,

Belki biraz karamsar bir tablo bu ama, insan işin içinde yaşarken, oluşan yeni havayı solurken, uzaktaki köy karşında yavaş yavaş belirginleşirken, polyanna’yı ya da üç maymun’u oynamaya pek devam edemiyor.
Görünen o ki. Hep birlikte ödeyeceğiz, hesapsız, kitapsız, yanlış kurallarla, birilerinin işlerine geldiği gibi yönetilmenin, geçmişteki obez arzu ve hırslarımızın diyetini.
Payımıza düşecek olan her ne varsa yaşayarak…
Değişerek, yenilenerek her zaman ögrenmeye devam ederek...

15 Kasım 2008
Haşim A.

14 Kasım 2008

Yoksa siz de ezik misiniz?

Geçenlerde depoda eski bir evrağımı aramakla meşgulken 09 Aralık 2007 tarihli Hürriyet’in Pazar eki geçti elime. Ayşe Arman’ın Psikiyatr Cem Mumcu ile yaptığı röportajın olduğu sayfadaki başlığa takıldı gözlerim. “ Yoksa siz de ezik misiniz?” di bu ilgimi çeken başlık. Sonrasında da şöyle devam ediyordu bana bu satırları yazdıran yazı. “Geçenlerde genç bir hastam “Ezik” kavramından söz etti bana. O ne biliyor musunuz? Zor durumda birini gördüğünde hüzünlenen, büyüklerine karşı dikkatli davranan, aç biriyle karşılaştığında acıma hisseden, gözyaşı döken, kısaca diğerlerine karşı saygılı olmak gibi “değerleri” içeren çocukların şu an lisedeki adı “ezik”. Arkadaşları onlara “ezik” diyorlar.”

Peki siz ne düşünüyorsunuz şimdi bu satırları okuduğunuz da?
Sizce bahse konu bu çocuklar kimlerin çocukları?
Başka bir gezegenden mi geldiler dünyamıza?
Nerede yaşıyor olabilir onlar?
Onları yetiştirenler, bu değerleri onlara öğretenler kimler acaba ?

Benim çocuğum yok ya da benim çocuğum onlar gibi değil diyerek, kendimizi kolayca sıyırabilir miyiz bu konudan ve onun bize yüklediği sorumluluktan sizce?
Ya da en temizi hep yaptığımız gibi bu konuyu da başkalarına mı havale etmeliyiz? Üzerimize hiç alınmadan! Hani bir gün gelip bizleri adam edecek olan, bizleri doğru olduğuna inandığımız değerlere kavuşturacak olan, ama yıllardır nedense bir türlü gelmeyen kişiye! O beklediğimiz kişiler sizce “biz” olamaz mıyız?
Daha ne kadar bireysel beynimizi kullanmaktan, bireysel kimliğimizi, inandığımız değerleri çekincesiz net olarak ortaya koymaktan kaçarak “topluca koşuşan hayvanlar arasında oradan oraya sürüklenen bir hayvan” gibi yaşamaya devam edeceğiz?
Bizler inandığımız değerleri birilerine aktarıp, onlara da bunu başkalarına aktarmaları için ilham vermezsek bu mevcut durum nasıl değişebilir ki?

14 Kasım 2008
Haşim A.

11 Kasım 2008

Neden ?

Adam, yakın arkadaşlarından birinin bir açığını yakalamış onun suçlu olduğunu düşünüyor ve bunu mutfakta akşam yemeklerini hazırlamakta olan karısı ile paylaşmaya çalışıyordu. Adam düşüncelerini anlattıkça, kadının sinir katsayısı gittikçe yükseliyor ve bu durum bariz bir şekilde hareketlerine de yansıyordu. Sonunda daha fazla dayanamadı ve itirafları dudaklarından bir anda dökülmeye başladı. Bahse konu adamla bir süredir birlikte olduğunu söylediğinde adam kala kaldı. Yutkundu ve sadece,
- Neden?
Kelimesi çıkabildi ağzından.
“Çünkü, benden hiç bir şey istemiyor” dedi kadın. “Senin standartların o kadar yüksek ki, kendimi bu standartlar karşısında sürekli yetersiz hissediyorum”


Bu cümleyle birlikte beynim seyretmekte olduğu filmden koptu ve kendi ilişkim de dahil olmak üzere, şahit olduğum bir çok ilişki beynimin içinde uçuşmaya başladı. Hepimiz nasıl da tekrarlıyorduk hep aynı hatayı. Birbirimize pek benzemesekte yaptığımız hatalar sanırım hep aynıydı. Ne çok karışıyorduk eşimize, sevgilimize. Onun hayatına, düşüncelerine, isteklerine.

“Bize göre” daha doğru, daha iyi, daha güzel olması için belirlediğimiz, ama bizi zamanla birbirimizden uzaklaştıran, karşımızdaki insanın kendine olan güvenine darbe vuran “standartlarımız”.

Düşünüyorum da;

Acaba biz kime aşık olduğumuzu sanıyoruz? Ya da neye aşık oluyoruz?
Karşımızda ki kişiye mi? Yoksa onun daha sonra istediğimiz şekle dönüştürebileceğimize inandığımız potansiyeline mi?
Yeterince tanımadan, onu yeterince tanıdığımız yanılgısına mı düşüyoruz yoksa bir çoğumuz?
Ya da zaman içinde biz değişirken ondan da bizimle uyumlu bir şekilde değişmesini mi bekliyoruz?
Neden hep ilkbaşlarda sadece birbirimizin sevdiklerine odaklanırken, daha sonra birbirimizin bizi rahatsız eden taraflarına odaklanmaya başlıyoruz. Neden bu noktada dengeyi bir türlü tutturamıyoruz?
Neden sevdiğimiz yada sevdiğimizi iddia ettiğimiz insanın içinden geldiği gibi yaşamasını sabote edip, onun bizim ona sufle ettiğimiz hayatı yaşamasını istiyoruz?
Neden birbirimizi “muş gibi” yaşamaya zorluyoruz?
Neden kendi ayaklarımız üzerinde durmaya bir türlü cesaret edemeyip, kendi hayatımızı değil de, başkalarının hayatını yaşamayı kabulleniyoruz?
Neden koşulsuz sevebilmeyi beceremiyoruz?

İnsan olmamız mı yoksa bencilliğimiz mi bizim bu noktada ki en büyük zaafımız yada sorunumuz?

10 Kasım 2008
Haşim A.

10 Kasım 2008

Atatürk'ten anılar...

Bugün 10 Kasım. Ona olan büyük sevgimizi, onun yokluğunun bize yüklediği acıyı, kalbimizde çok daha yoğun hissettiğimiz bir gün, bugün. Onun, bu millete, bu ülkeye kazandırmış olduklarını, bu ülke, bu millet için göze aldıklarını hiç bir şekilde değiştirmeyecek olan insani yönünün tartışıldığı bugünlerde, onun farklılığını, farkını daha iyi anlayabilmek için ondan bize kalmış bir kaç küçük hatırayı daha size aktarmak istiyorum.

Atatürk, yurdumuzu ziyaret etmekte olan Yugoslav Kralı Aleksandr ile, İstanbul'da Dolmabahçe Sarayında konuşurken, konuk kral:
'Ekselans' dedi. 'Biz Türkler'i çok severiz. O kadar çok ki, zamanında Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Lloyd George Batı Anadolu'yu Yunanistan'a önermeden önce bize önermişti. Fakat biz Yugoslavlar, Türkler'i çok sevdiğimiz için Lloyd George'un bu önerisini kabul edip Anadolu seferine çıkmadık.'
Atatürk, kralın bu sözlerine şu yanıtı verdi:
'Haşmetmaap, önce bize karşı olan sevginize teşekkür ederiz. Sonra, büyük geçmiş olsun…
Atatürk Çankaya’da hemen her akşam fikir ziyafetleri düzenler ve bu ziyafetlerde de leziz tartışmalar açarak söyler, söyletir, çevresindekilerin aynı konudaki çeşitli düşüncelerini öğrenmeye pek çok önem verirdi.
Kişiliği, ender ve olgun düşüncelerin yaratıcı kaynağı halinde parıldayan Atatürk’ün bu hususta gösterdiği dikkat ve özen, eski ve samimi arkadaşının merakını, biraz da hayretini çeker. Kalkıp sorar:
“Sanki ihtiyacınız varmış gibi, herkesin düşüncesini bu kadar gayretle sorup anlamanızdaki amaç nedir?.. Size ne yararı olabilir yani...”
Arkadaşının sorusuna Atatürk gülerek şu yanıtı verdi:
“Ne düşündüklerini anlamaya çalıştığım kimselerin düşünceleri, benimkilerin aynı ise ala... Düşündüklerim daha güç kazanmış olur. Yok eğer benimkinin aynı değil de farklı ise gene mükemmel, fena mı? Ben de çeşitli fikirler elde etmiş olurum, aynı zamanda kendimi her iki durumda da kazançlı kabul ediyorum. Dikkat ettim. Bazen hiç olmadık adamlardan, ben çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir kanıyı küçük görmemek gereklidir. En sonunda kendi düşüncemi uygulasam bile, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.
İzmir’deki suikast girişiminden sonra Atatürk, kendisini öldürmeye kalkışan iki kişiden birini, sorgusu tamamlandıktan sonra yanına çağırdı. Odada kimse yoktu. Atatürk adama sordu:
– Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?
– Evet.
– Mustafa Kemal ne yapmış ki onu öldürecektin?
– Fena bir adammış... Memlekete çok kötülük yapmış... Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
– Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
– Hayır
– O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldüreceksin?
– Geçerken işaret edecekler, “Mustafa Kemal işte budur” diyeceklerdi... Ben de ateş edip, öldürecektim.
Atatürk birden cebinden tabancasını çıkartarak adama uzattı:
– Mustafa Kemal benim! İşte şu anda da karşında duruyorum. Haydi, al eline tabancayı ve öldür beni!...
Adam bu yanıtı alınca bir süre şaşkın şaşkın Ata’nın yüzüne baktı baktı, sonra kendini yüzüstü yere attı ve... Yüksek sesle, içini çeke çeke ağlamaya başladı.
Sene 1938, 10 Kasım... İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir Alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer: “Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?” “Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.” İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak “Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki” der.

Seni ve bizim için göze aldıklarını, gerçekleştirdiklerini, bizlere emanet ettiklerini hiç bir zaman unutmayacağız. Toprağın bol, ruhun şad, mekanın cennet olsun Atam...

10 Kasım 2008
Haşim A.

Atatürk'le ilgili diğer bloglarıma ulaşmak için aşağıdaki tarihlere tıklayabilirsiniz

Alıntı (Kaynak): Bütün Dünya Dergisi

9 Kasım 2008

Onları gerçekten ben istiyorum, çünkü...

Farkında mısın? Sürekli bir şeyler düşünüyor, arzuluyor, istiyor ve belki de büyük bir kısmını da gerçekleştiriyorsun. Peki gerçekleştirdiklerin seni ne kadar mutlu ediyor? Onlardan ne kadar keyif alabiliyorsun? Söyler misin? Onları gerçekten de sen mi istiyorsun? Onları gerçekten de sen mi arzuluyorsun?

Onları isterken, hiç dönüp kendine bakıyor musun? Ya da hiç kendine soruyor musun? Gerçekten de onları ben mi istiyorum? diye. Onları gerçekten ben istiyorum. Çünkü....... nün devamını başkalarına değil, kendine getirebiliyor musun? Yoksa esas arzularının, isteklerinin, düşüncelerinin yerine, sürekli dıştan gelen motivasyonun için mi çalışıyorsun? Birilerine kendini kanıtlamak, birilerinin sana hayran olmalarını sağlamak ya da birilerini mutlu etmek için mi uğraşıyorsun?

Onların üzerine bir daha düşünmek ister misin?Onların hangilerinin gerçekten de kaynağı sensin? Hangileri senin bireysel beyninle ürettiğin, tamamen sana hizmet eden gerçek isteklerin? Diye.

Söyler misin? Onların hangilerini hiç kimseyle paylaşmasan, hiç kimseye anlatmasan bile, onu elde etmiş olmaktan dolayı kendini yine çok mutlu, yine çoşkulu,yine keyifli hissedersin?
Sence, insan kaynağı tamamen kendisi olan arzularını, düşüncelerini gerçekleştirdiğinde, onun hazzını, onun mutluluğunu, onun keyfini yaşamak için, onu birilerine anlatmaya, başkalarının da onayını almaya, başkalarının da şahitliğine ihtiyaç duyar mı? Yoksa sadece kendisinin biliyor olması bile onu mutlu etmeye yeter mi?

Öyleyse!

Hala insanın tamamen kendine ait arzuları, istekleri gerçekleştirdiğinde ulaşabileceği o inanılmaz hazza, o büyük mutluluğa, ben ulaştım diyebilir misin?
Sürekli peşinden koştuğun o arzuların, o isteklerin, hepsinin de gerçekten kendi arzuların, kendi isteklerin olduğunu söyleyebilir misin?

09 Kasım 2008
Haşim A.

7 Kasım 2008

Hayat egzersizi...

Geçenlerde üniversiteden çok sevdiğim bir arkadaşım bana, yoga hocalarının onlara yaptırdığı bir egzersizden bahsetti. Kesinlikle çok hoşuma gitti bu egzersiz. Hayatı, hissederek, farkına vararak yaşamak adına bence bizlere çok önemli bir ipucu veriyor. Bu yüzden sizinle de paylaşmak istiyorum onu. Bakalım onunla ilgili düşüncelerime siz de katılacak mısınız?

Bu egzersiz için önce, herkes salonun ortasında bütün bir daire oluşturup oturuyormuş. Daha sonra hoca oluşturulan dairenin tam ortasında bir tane mum yakıp, hepsinden bir müddet mumu izlemelerini istiyormuş. Bir süre sonra da onlara gözlerini kapattırıp, mumum etrafındaki küçük ayrıntıları, mumum etrafında neler gördüklerini soruyormuş. Bu egzersizi ilk defa yapanların büyük bir çoğunluğu, sadece muma odaklandığı, bütün dikkatini tamamen muma yoğunlaştırdığı için, mumum etrafındaki ayrıntıları gözden kaçırıp hiç birşey hatırlamıyormuş. Tabi egzersiz tekrar edildikçe, herkes, her seferin de, mumum etrafındaki daha çok ayrıntıyı fark etmeye, bu konuda artık bilinçli oldukları için gözleri tamamen muma odaklıyken bile mumun etrafındaki ayrıntıları da görebilmeye başlıyormuş.

Sizce bizler hayatı da aynen bu şekilde yaşamıyor muyuz?
Hayatımızın merkezine çoğu zaman tek bir şeyi oturtup, kendimizi sadece ona odaklamıyor muyuz?
Bu yüzden de onun dışındaki bir çok şeyi gözden kaçırıp ve bir çoğunun farkına bile varamadan yanlarından teğet geçerek uzaklaşmıyor muyuz?
Sonra da bir gün kendimizi odaklandığımız şeyden biraz olsun soyutlayabilirsek, fırsat bulupta şöyle bir adım geri çekilip, hayata karşıdan sakince bakabilirsek, hayatımızın merkezine oturttuğumuz şeyin dışında kalan bir çok şeyi ne kadar çok ihmal ettiğimizi, onlarla nasıl yabancılaştığımızı fark etmiyor muyuz?

Hayatı hiç bir şeye odaklanmadan yaşamak tabi ki pek mümkün değil. Hayatımızda tabi ki zaman zaman, belki de her zaman odaklandığımız bir şeyler olacak. Bizler değiştikçe, değişen bizle birlikte onlarda zaman içinde farklılaşacak. Odaklandığımız şey, bazen bir sevgili, bazen eş, bazen iş, bazen çocuğumuz, bazen....... olacak.

Aslında yapmamız gereken şey mum egzersizinin de bize gösterdiği gibi, hayatımızın merkezine bir şeyleri oturtup, onlara odaklansak bile, hayatımızdaki diğer alanlarla iletişimimizi asla koparmamak. Kendimizi tek bir şeyin çekim gücüne kaptırıp, hayatımızdaki diğer ayrıntıları atlamamak, onları ıskalamamak. Hayatı elimizden geldiğince dengeli, her yönüyle doyasıya, yüksek farkındalıkla, hissederek yaşamak.

Hayatı bu mum egzersizini yapar gibi yaşamaya ne dersiniz?

06 Kasım 2008
Haşim A.

5 Kasım 2008

Bir ıslahevine gizli kamera girdiğinde oradaki gerçekleri ortaya çıkaran da, suçlanan da o gizli çekimleri yapanlardır.

Son bir kaç gündür ülkece York Düşesi Sarah Ferguson`un Saray ve Zeytinburnu`ndaki zihinsel engellilerin kaldığı merkezlerde yaptığı gizli kamera çekimlerini konuşuyoruz.

Yapılan bu gizli çekimler, etik midir? Değil midir? Sarah Ferguson art niyetli midir? AB sürecinde ki Türkiye’nin imajını bilinçli olarak zedelemek için mi yapmıştır? İşin bu kısmını, bu soruların cevabını, ben bizim değerli medyamıza bırakıyorum.

Ben Sarah Ferguson’un sonucu itibariyle olumlu bir amaca hizmet eden bu davranışının ardında da bir art niyet olmadığını düşünmek istiyorum. Ben, bu noktada aklıma takılan başka soruların cevaplarını arıyorum.

İnsan için doğru olan düşünce şekli acaba aşağıdakilerden hangisidir?
Başkalarını kendi inandığın doğrular için feda etmek mi?
Başkalarının doğru olduğuna inandığı yanlışları için, kendi doğrularından vazgeçmek mi?

Var olduğu iddia edilen kollektif bir beyin tarafından oluşturulmuş, bugünkü mükemmel! düzene göre insanın inandığı doğrular adına yapabileceği şeyler çokta fazla değil.

Ya kendilerini, var olan bu mükemmel düzenin sahibi olarak gören yüksek otoritelerin senden beklediği davranışları sergileyerek, kendi beynine, dolayısıyla düşüncelerine ihanet edip ve ruhunu tamamen onlara teslim edeceksin ya da onlar için daha iyi olacağına inandığın düşünceleri, aklına gelen her türlü yolu deneyerek onlara zorla kabul ettireceksin. Başka bir yolu yok maalesef bunun.

Ama işin en kötü tarafı da ne biliyor musunuz? Günümüzde anlatılması en zor şey, apaçık ortada olan ama herkesin görmemeyi seçtiği şey galiba.

5 Kasım 2008
Haşim A.

İki kişilik yalnızlık...

Sinan Akyüz’ün “İki Kişilik Yalnızlık” isimli kitabı eşimin kitap rafında uzunca süredir gözüm takılıp duruyor. Geçen hafta dayanamayıp alıp bir göz atayım dedim şu kitaba. Göz atmak için diye aldım ama, çok basit ve akıcı bir dille yazılmış olduğu için de bir de baktım kitap bitivermiş. Zaten topu, topu 215 sayfalık bir kitap. Enteresan bir finalle bitirmiş öyküsünü Sinan Akyüz. Yaşanmış bir öykü diye yazıyor kitabında. Allah düşmanımın başına vermesin bence kitaptaki tarzda bir kadın-erkek ilişkisini. Tahmin ediyorum ki Sinan Akyüz’ün bu kitabı daha çok bayan okurların hoşuna gitmiştir. Konu onların ilgisini daha çok çekecek bir türden. Eşi ve çocukları için tabiri caizse saçını süpürge eden, onlar için hayatından vazgeçen, onlar için kendini feda eden bir kadın, sevgisi saygısı gün geçtikçe tükenen bir ilişki, aldatan bir koca.

Kitabı tekrar raftaki yerine koyarken aklıma Mehmet Y. Yılmaz’ın bir yazısında okuduğum canlılar aleminde eşlerine en sadık yaratıkları geliyor. Biliyor musunuz canlılar aleminde eşine en sadık yaratık kimmiş? Devekuşları!

Devekuşu üretilen çiftliklerde erkek devekuşları eşlerini kendilerine sunulan beş dişi arasından seçiyorlarmış. Beş dişi devekuşu ve bir erkek devekuşu –onların aile yaşamı için gerekli olan- ondönümlük bir arazide kendi başlarına bırakılıyorlarmış. Erkek bir kez eşini seçtimi, geriye kalan dört dişiye dönüp bakmıyormuş bile. Ortalama devekuşu ömrü kırk-elli yıl diye düşünecek olursanız, erkek devekuşları bu süre içinde eşlerini kaybettikleri durumlarda bile başka bir dişi devekuşuna asla bakmıyorlar, rahip hayatı yaşayarak, belki de ölen eşlerini hayal ederek ömürlerini tamamlıyorlarmış. Erkek devekuşlarına bakıp sakın olan aldanmayın bu anlattığım durum dişi devekuşları için geçerli değil. Yalnız kötü bir huyları var erkek devekuşlarının aşırı kıskançlar. Yuvaya yaklaşan başka bir erkek devekuşu gördüklerinde hiç affetmiyorlar. Yuvaya yaklaşan devekuşunu kaçınılmaz bir ölüm bekliyor. Belki de bu konuda bu kadar hassas olmalarının sebebi, hayatları boyunca sürecek bir birliktelik için seçmiş olduğu tek eşlerini, başka bir erkeğe kaptırıp, yaşamlarının kalan kısmını yalnızlığa mahkum olarak geçirmek istememeleri.

Bir an biz erkeklerin de, devekuşlarındaki bu gene sahip olduğumuzu düşünüyorum.
Öyle olsa kadınlar daha mı çok acı çeker yoksa daha mı çok mutlu olurlardı yaşadıkları hayattan. Bir türlü karar veremiyorum.
Sanki sadakat değil, daha başka bir şey bizler de eksik olan...

14 Nisan 2007
Haşim A.

3 Kasım 2008

S U S M A !

24 Ekim gecesi, gecenin bir yarısında kan ter içinde uykumdan uyanıyorum. Başucumda duran saate bakıyorum saat 04:00’ı gösteriyor. Bütün ensem ter içinde. Banyoya gidip yüzüme bir kaç kere soğuk su çarpıyorum. Hala gördüğüm o garip rüyanın etkisindeyim. Aklıma oğluma aldığım rüya tabirleri kitabına bakmak geliyor. Ama onu kütüphanede bir türlü bulamayınca internete girip bakmaya karar veriyorum. Bilgisayarı açıyorum. Her zamankinin aksine enteresan bir şekilde bana password sormadan kendi kendine açılıyor. Google’da “rüya tabirleri” yazıp “google’da ara” butonuna basıyorum. Basmamla birlikte bilgisayar kendiliğinden kapanıyor. Daha sonra da ne yaparsam yapayım bir daha açılmıyor. Tam pes edip kalkmak üzereyken bilgisayarın ekranı aydınlanıyor ve ekranda önce “S” harfi beliriyor. İki kere ekranda yanıp sönüyor ve kayboluyor. Sonra sırasıyla;
U,
S,
M,
A,
harfleri beliriyor ve hepsi de iki kere yanıp söndükten sonra kayboluyorlar. Sonrasında ekran yine tamamen kararıyor. SUSMA! Şaşkın bir vaziyette bir müddet daha koltukta kıpırdamadan kalakalıyorum. Neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Mutfağa yönelip kendime koyu bir kahve yapıyorum. Kahvemi alıp bilgisayarın karşısındaki koltuğa oturuyorum. Kahveyi yudumlarken bir yandan da düşünüyorum. SUSMA! SUSMA! SUSMA! Bana ne anlatmaya çalıştığını çözmeye çalışıyorum. Duvardaki saate bakıyorum 04:00’ü gösteriyor. Kafam karışıyor iyice acaba yanlış mı diye çalışma masasının üzerinde duran saate bakıyorum ama o da 04:00’ü gösteriyor. Sanki zamansız bir zamanı yaşıyorum. İçtiğim koca bir kupa kahveye rağmen gözlerim kapanıyor ve tekrar yatağıma dönüp hiç vakit kaybetmeden deliksiz bir uyuya dalıyorum.

Ertesi gün Cumartesi olduğu için sabah biraz geç uyanıyorum. Bir yandan kahvaltımı ederken diğer yandan gece yarısı yaşamış olduğum bu garip olayı düşünüyorum. Günlük gazeteler çoktan gelmiş, dörde katlanmış bir vaziyette masanın üstünde duruyor. Gözüm büyük puntolarla yazılmış bir haberin başlığına takılıyor. “SUSMA” Elimdeki fincandaki sıcak çayı üzerime dökmemle birlikte yanarak ayağa fırlıyorum. Kararlı bir şekilde doğru çalışma odasına gidiyorum ve bilgisayarı açıyorum. Bu sefer inanılmaz bir şekilde hızla açılıyor. Açılması ile birlikte kendi kendine desktop’daki internet butonuna tıklayarak bir internet sayfası açmaya başlıyor. Açılan sayfanın adresine baktığımda onun kendi blog sayfam “İnandığım Masallar” olduğunu anlıyorum. Ama sayfa normalden çok daha yavaş açılıyor. Bir müddet sonrada bembeyaz bir ekranda kırmızı renkte “Bu siteye erişim mahkeme kararı ile engellenmiştir” yazısı ile karşılaşıyorum. Ekran tekrar kararıyor ve yine büyük beyaz puntolarla "SUSMA" beliriyor. İki kere yanıp söndükten sonra ekran tekrar kararıyor.

SUSMA’mam gerektiğini aslında bende çok iyi biliyorum. Hep sustuğumuz, bu güne kadar hep gönüllü boyun eğiciler olarak, elden düşme yaşamları yaşamayı seçtiğimiz için bu noktaya geldiğimizi de.

Bizlere hazır olarak şık gümüş tepsiler de sunulan son kullanım tarihi geçmiş fikirleri kabullenmek ve onlara koşulsuz boyun eğmek yerine, yasaklardan güç bulan, pire için yorgan yakan bu fikirlere alternatif, sağlıklı, cesur, özgür, demokratik aynı zamanda tüm görüşlere ve özellikle de insana, emeğe saygılı alternatif fikirler oluşturmamız ve inandığımız bu fikirleri sonuna kadar savunmamız gerektiğini de.

02 Kasım 2008
Haşim A.

2 Kasım 2008

Körler Ülkesi

Kaf dağının ardında, herkesin doğuştan kör olduğu bir ülke varmış. Bu ülkede kimse gerçekte dışarıda ne olduğunu bilmediği için dokundukları, hissedebildikleri, duydukları ile oluşturdukları dünya resmine göre yaşıyorlarmış, herşeye dokunup şeklini anlayamayacaklarına için de, bir başkasının, çoğu zaman da konu üzerinde otorite saydıkları birilerinin resimlerini kabul ederek onu gerçek sayıyorlarmış.

Gel zaman git zaman ülkelerine daha önce hiç elleyip dokunmadıkları, bilmedikleri bir şey gelmiş: Bir filmiş bu. Ülke insanları da hemen bu filin ne menem bir şey olduğunu araştırmaları, gerekli verileri toplayarak fili kavramsallaştırmaları için kendileri de kör olan uzmanları bu fili incelemeye ve filin neye benzediğini bildirmeye göndermişler.

Uzmanlar filin bulunduğu alana ulaşmışlar, her biri fili incelemek için filin çevresindeki yerlerini almış ve araştırmalarına başlamış. Filin kuyruğunu tutan uzman, filin ucunda püsküller olan uzunca bir kordona benzediğini söylemiş. Kulağını yakalayan diğer uzman, filin yassı ve ince olduğu, ve kolaylıkla hava yelpazelemek için veya branda bezi olarak kullanılabileceği görüşünde ısrarcıymış. Diğer bir uzman filin bacağına yapışmış, bu ağaca benzeyen, ancak iyi huylu ve muhlis bir ağacın aksine zaman zaman, hem de hiç beklenmediği bir zaman yukarı kalkıp büyük bir güçle inen bu nesnenin yol açabileceği zararların nasıl bertaraf edilebileceğini düşünmüş. Diğer bir uzman ise bu hortuma benzeyen varlığın ilginç yapısını keşfetmenin heyecanı içinde kaybolmuş.

Sevgili Dost Can Deniz’in bir yazısından öğrendiğim bu öykü, o zamandan beri beynimde kayıtlı duruyor. Bana göre hayatı, yaşamı ve bizleri, bizim onlar hakkında yaptığımız yorumları, onlar hakkında keşfettiğimiz doğruları, hepimizin yaptığı en büyük hatayı o kadar güzel açıklıyor ki bu öykü.

Sizce bizler de kör değil miyiz? Biz de bir körler ülkesinde yaşamıyor muyuz?
Hepimiz kendimizce hayat üzerine sürekli keşifler yapıp konuşup durmuyor muyuz?
Hepimiz kendimizce keşfettiklerimizi, bize göre doğru olanları/olması gerekenleri etrafımızdakilerle paylaşıp, bizden farklı düşünenleri yargılamıyor muyuz? Hatta onları dışlayıp. Kendimizin doğru olduğuna inandıklarımızı onlara da kabul ettirmeye çalışmıyor muyuz?

Sanki ortalıkta her zaman tek bir doğru varmış ve o hiç bir zaman değişmezmiş gibi!

Ama işin kötüsü öyküde de olduğu gibi, hepimiz filin o güne kadar neresine dokunabildiysek, onun nerelerini hissedebildiysek fili öyle tanıyoruz. Doğal olarakta hem doğru, hem de yanlış şeyler söylüyoruz. O güne kadar ki tesbitlerimiz belki doğru ama, filin bizim dokunduğumuz kadar olmadığını ya kabul edemiyoruz ya da bilmiyoruz. Hayatımız boyunca filin bütününe dokunabilir miyiz derseniz, siz de kabul edersiniz ki bu mümkün değil. Bu yüzden de bizler fili ne kadar çok tanıdığımızı, onu keşfettiğimizi, onun sırrını çözdüğümüzü, iddia edersek edelim onu hep eksik tanımış olacağız. Onun her yeni dokunduğumuz parçasından onun hakkında yeni bir şey daha keşfedeceğiz. Onun hakkında düşüncelerimiz her seferinde biraz daha değişecek. Onun hakkında daha önce kesin doğru dediğimiz şeyler bile, belki her keşifte değişecek. Filin dokunamadığınız yerleri ise bizi her zaman yanıltacak, yanıltmaya devam edecek. Hayatımız boyunca filin ne kadar çok yerine dokunabilirsek fil hakkında o kadar çok şey öğrenebileceğiz. Bu yüzden de onun hep aynı yerlerine dokunmak, o noktaları en ince ayrıntısına kadar ezberlemek yerine, daha önce dokunamadığımız yerlerine dokunmaya çalışmak, gelişimimiz adına bize çok daha fazla avantaj sağlayacak.

Bu yüzden de hiç bir zaman, şu an bir çoğumuzun iddia ettiği gibi “ bilen” değil, bizler her zaman “öğrenen” olacağız. Bu gerçeği kabul ettiğimiz de de, hem etrafımızdakilerden daha çok şey öğrenmeye, hem de onlarla daha az sorun yaşamaya başlayacağız.

02 Kasım 2008
Haşim A.

1 Kasım 2008

O kişi kim midir? O kişi tabi ki sensin!

Hayata, yaşananlara, yaşadıklarına, başına gelenlere, şahit olduklarına karşı, biraz öfkeli, biraz kızgınsın farkındayım. Onların hiç adil olmadığını, büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorsun. İzin verirsen sana yıllar önce okuduğum bir kitapta okuyup etkilendiğim bir masaldan bahsetmek istiyorum. Belki bu masal senin bugüne kadar hiç bakmadığın, bambaşka bir pencereden hayata ve tüm bu yaşananlara bakmanı sağlar.

Masala başlamadan önce bir şey sorabilir miyim? “Enkarnasyona inanır mısın?” Sana, kesin cevap vermeden önce, eğer bulabilirsen, 1994 yılı yapımı “Tibetan Book of Dead” belgeselini seyretmeni tavsiye ederim. İnsan Hindistan’daki bazı canlı örnekleri gördüğünde bu konuda biraz daha farklı düşünebiliyor. Lafı çok uzattım galiba. Hemen masala geçiyorum.

Bu masal, sona eren her hayatın, aynı zamanda yeni bir hayatın başlangıcı olduğu, yani enkarnasyon kesin olarak var olduğu inancı üzerine oluşturulmuş. Ve yaşadığın, başına gelen her şeyin tek sorumlunun sen olduğunu iddia ediyor. Biraz şaşırtıcı değil mi? Bu nasıl mı oluyor? Hemen anlatıyorum.

Dünyada olmadığın, (yani sona eren bir yaşamın ardından, içinde hayat bulduğun bedeni terk edip kendine yeni bir beden aradığın zamanlarda) bir sonraki enkarnasyonunun dersleri, senin neye ihtiyacın olduğunu bilen biri tarafından planlanır. O kişi kim midir? O kişi tabi ki her zaman sensindir. Bu süreçte sen ve diğerleri, öğrenimin, gelişimin için gerekli potansiyelleri birlikte hazırlarsınız. Bazıları seni itip kakmayı, kışkırtmayı, sana büyük acılar yaşatmayı kabul eder. Bazıları, yıllarca senin istiridyendeki kum olmayı! Bazıları seninle partner olmayı kabullenir ve bazıları da kontratları gereği, kendilerinin olduğu kadar, senin de gereksinimlerine daha kolay ulaşabilmen için erkenden ölürler.

Bir insanın enkarnasyonu diğer herkesin ki ile ilişkili ve bağlantılıdır. Enkarne olmadan önce imzaladığın ve öğrenim ve gelişim potansiyellerini oluşturan kontratlar vardır. Sen çok değerli bir inci olduğun kadar, aynı zamanda bir başkasının dikenisindir de. Senin kazalar ve rastlantılar dediğin durumlar, aslında hep önceden dikkatlice planlanmışlardır.

Kısacası başına gelen herşeyin planlanmasına her zaman sen yardım edersin. Sonra da onları programa uygun olarak uygularsın. Bir başka deyişle onların hepsinden sen sorumlusun.

Biliyorum şu an bunların hiç birini kesinlikle hatırlamıyorsun.

Çünkü sen burada değilken, Tanrı’nın zihnine sahip olursun. Bu şu an da sende saklı (onu hatırlamıyorsun). Ölüm ve duygusal durumlar, Tanrı için sadece enerjidir. Sen ölümsüzsün, ve insanların bu dünyaya gelip gitmeleri senin düşünebildiğinden, bildiğinden daha yüce bir amaç içindir; bu amacı bir gün sen de anlayacaksın.

Bu planları değiştirmeye gelince… Sen her zaman o seçeneğe ve seçim özgürlüğüne sahipsin, ancak bu gerçek gizlidir. Bütün bunlar yaşam sınavının bir parçasıdır.

İnsanın yaşamında diğerleriyle olan potansiyel planını temsil eden patika bir yol vardır. O dolambaçlıdır, ama seni daima aynı yöne doğru, geleceğe doğru götürür. Çoğu insan, eğer isterse o yoldan çıkma seçeneğine sahip olduğunu asla anlamadan, hep o yol üzerinde kalır. Ama insan ne zaman ki o yoldan ayrılır, işte o zaman onun için herşey değişir- özellikle de geleceği. Aslında, insan yoldan ayrılmayı niyet ettiği anda, kendisi için yeni bir gelecek yazmaya başlamış olur. Yaşamını daha iyi kontrol edebilmek ona huzur verir ve bu insan amacı deneyimler.

Evet seninle paylaşmak istediğim masal genel hatlarıyla işte böyle. Bilemiyorum acaba sana ne düşündürdü bu masal. Sana kendini inandırabildi mi? Zihninde, hayata ve yaşananlara karşı farklı bir pencere açabildi mi.

01 Kasım 2008
Haşim A.

Kaynak: Kryon – Yuvaya Yolculuk