26 Eylül 2008

Artık kekeleyen bayramlar...

Düşünüyorum da, ben de bu konuda şanslı olan o kişilerden biriyim galiba...

Öyle içten, öyle samimi, sevgi ve saygının muhteşem bir şekilde harmanlandığı öyle güzel bayramlar yaşadım ki, ne zaman istesem onları anılarımdan çekip, gün ışığına çıkartabiliyor, onlara yüzümde istemdışı beliren kocaman bir gülümsemeyle, sevgiyle bakabiliyorum.

Aklıma önce hep, annemin, benim bir büyüğümün eskilerini tersyüz ederek bana diktiği o yeni bayramlıklarım, bayram sabahı onları ilk kez giydiğimde hissettiğim o heyecan, bayram sabahları beni erkenden uykumdan uyandıran, içimdeki o büyük çoşku geliyor.

Sonra bayramda ziyaret ettiğimiz konu, komşu, eş, dost, akrabalar tarafından bana verilen o çorap ya da üçgen şekilde ütülenmiş kumaş mendilleri, onların bazılarının arasına gizlenmiş pırıl pırıl parıldayan o metal paraları, onları görüpte, avucuma aldığımda hissettiğim o büyük coşkuyu ve mutluluğu hatırlıyorum.

Bu bayram ziyaretlerimizde, ziyaret ettiğimiz evlerin çevresindeki o yemyeşil araziler geliyor gözümün önüne. Onların üzerinde nasıl deliler gibi koşup, o sahipsiz ağaçlara tırmandığımızı, varsa üzerindeki meyvelerini nasıl çatlayana kadar yediğimizi, dallarına tutunup nasıl sallandığımızı hatırlıyorum. Tabi en sonunda da annemden, onun tüm uyarılarına rağmen, üstümüzü başımızı leşe çevirdiğimiz için yediğimiz okkalı zılgıtları, onu çok kızdırdığımız zamanlarda attığı, o acısı yüreğimize çöken çimdikleri.

Sonra, gün içinde ziyaretleri tamamlayıp eve döndüğümüzde topladığım o bayram harçlıklarımla mahallenin bakkalına koşup aldığım ince dikdörtgen şeklindeki kağıdın üzerinde düzensiz aralıklarla dizilmiş çatapatları duvarlara sürterek nasıl çatır çatır patlattığımı, daire şeklinde büktüğüm tellerin arasına soktuğum mantarları ortalığa atarak patlatıp milleti nasıl korkuttuğumu, o kız kovalıyanların hızlı bir şekilde ortalıkta dolanıp etrafta nasıl panik yarattığını, fitilini tutuşturduğum füzelerin havaya doğru yükselirken çıkardıkları o sesi ve bütün bunların aslında büyükleri ne kadar çok kızdırdığını hınzırca bir keyifle hatırlıyorum.

En sonunda ise, diğer günlere hiç benzemeyen bu muhteşem bayram günlerinin akşamında yatağa yattığımda günün yorgunluğuyla nasıl hemen deliksiz bir uykuya daldığım geliyor gözümün önüne.

Düşünüyorum da galiba ben çok şanslı biriyim.

Öyle güzel, öyle içten, öyle samimi bayramlar yaşadım ki, onları anılarımdan istediğim zaman çekip çıkartabiliyor onları büyük bir keyifle insanlarla paylaşabiliyorum.

25 Eylül 2008
Haşim A.

25 Eylül 2008

Kimbilir, belki de bu yüzdendir;


Başlanılacak her eylem mutlaka bir sonuca ulaşmalı mı insanın zihninde?
Mesela başlangıcı sen olsan, ama sonunun nereye varacağını hiç sorgulamasan!
Onu yaşarken arzuladığın mutluluğu yakalasan, ama ileriye doğru bakmaya hiç çalışmasan!

Hani diyorum bir yaz akşamı, hafif, hafif esen bir melteme kendini fena halde kaptırıp, ayaklarını iskeleden, altında hınzırca kıpraşan denize sallasan?
Kucağındaki kağıtlardan yaptığın gemilere yüreğindekileri katıp, onları ard arda denize bıraksan?
Onların ne zaman, nereye ulaşacaklarını düşlemeden, ya da hiç birinin, hiç bir yere ulaşmayacağını düşünmeden o an sadece o kağıt gemileri yapmanın tadını çıkarsan.

Düşününce insana ne kadar acı veren bir durum değil mi, bu böyle?
İnsanın giriştiği her eylemden kendi adına hep bir sonuç, bir fayda beklemesi.
Şartsız, kuralsız, beklentisiz, nedensiz, sorgusuz, sualsiz hiç bir eyleme girişememesi.
Karşılıksız sevip, hiç bir bedel almadan yüreğinden vermesi.
Kendi yüreğinin sesi yerine, nedense hep başkalarının ne düşüneceklerini önemsemesi.

Kimbilir, belki de bu yüzdendir;
Hiç bir zaman gerçekleşmeyecek aşkları hayal etmesi...

24 Eylül 2008
Haşim Arıkan

24 Eylül 2008

...... hiç?


Yazdığı öyküleri sürekli yarım bırakan bir yazarla tanıştınız mı hiç?
Büyük bir heyecanla başladığı öykülerini, sonradan heyecanını yitirdiği için bir türlü bitiremeyen, onun içinde hiç bir öyküsü tam olmayan bir yazar...

Bir heykeltraşı çalışırken seyrettiniz mi hiç?
Elindeki koca mermer kütlesinin içine saklanan muhteşem heykeli büyük bir sabırla ve özenle, keyfine vara vara yüreğini, beynini kullanarak ortaya çıkaran bir heykeltraşı...

Elinde bomboş temiz bir kağıt olan küçük çocuğu takip ettiniz mi hiç?
O, elindeki bomboş bembeyaz kağıda bir türlü bir şey yazmadığın da, başkalarının onun adına o kağıda nasıl büyük bir hevesle bir şeyler karaladıklarını...

Suyun üzerinde kayıp giden bir mantarı seyrettiniz mi hiç?
Suyun onu sürüklediği yöne doğru hiç karşı koymaksızın, suya hiç karışmadan, suya batmadan, varlığını suya bile hissettirmeden akıp gitmekte olan bir mantarı...

Büyük bir ziyafette etrafınızdaki insanları izlediniz mi hiç?
Bazı insanlar ziyafet sofrasına yanaşıp sofradaki herşeyden tatmaya çalışırken, bazı insanların ziyafet sofrasına cesaret edip yanaşamayışlarını, bu yüzden de sofradaki bir çok şeyi hiç tadamadan o ziyafetten ayrılışlarına tanıklık ettiniz mi hiç?

Hiç bir zaman göremeyeceğinizi bildiğiniz, ama her zaman sizin iyiliğinizi istediğini hissettiğiniz, bir inandığınız var mı sizin?
Size, hayatın anlamını keşfetmeniz için yaşamın içinden gizli gizli mesajlar yollayan, kendini size göstermese de varlığıyla her zaman sizin yanında olan...

23 Eylül 2008
Haşim Arıkan

21 Eylül 2008

İnsan kendini yenebilir mi?

Acı,
Korku,
Kıskançlık,
Öfke,
Izdırap,
……..,
Neler hissediyorsun onları düşününce?
Pek iç açıcı şeyler değil, değil mi?
Peki onların hepsi de senin zihninin birer ürünü değil mi?
Onlar;
Senin, geçmiş deneyimlerinden hareketle oluşturduğun düşünceler, geçmişte yaşadıklarının yineleneceğine dair olan beklentilerin değil mi?
Kısacası onların hepsi “SEN” değil mi?

Peki sence, bir insan kendini yenebilir mi?
Kendini bastırabilir mi?
Kendini yok sayabilir mi?
Kendinden kaçınabilir mi?
Kendini etkisiz hale getirebilir mi?
İnsanın kendi ürettiği şeyleri kendinden ayrı bir şeymiş gibi düşünmesi, onlarla mücadeleye girişmesi aslında ne kadar tuhaf değil mi?
Peki acaba yaşanılan bu tuhaf durum kimin eseri?
Böyle gelmiş, böyle mi devam etmeli?

Bu durum böyle gelse de, içinde barınan bu gerçeği bir çoğumuz bir türlü fark edemese ya da bilerek fark etmek istemese de, hepimiz için hayatının sonuna kadar böyle devam etmiyor.

Bir gün geliyor, hayat insana yıllar boyunca hep, yenmek, bastırmak, kaçınmak, yok saymak için uğraştığı bu düşüncelerin, aslında kendisinden başka bir şey olmadığını bir şekilde fark ettiriyor. Bunu belki bir kitap, belki bir dost aracılığıyla, ya da başka yollarla yapıyor. İşte o gün geldiğinde insan onlarla bir düşmanmış gibi mücadeleye girişmesinin ne kadar anlamsız olduğunu anlıyor. Mücadele edenle, mücadele edilenin aynı, yani kendisi olduğunu fark ediyor. Bunu anladığında da ortada ne bir mücadele kalıyor. Ne de mücadele edecek bir şey. O andan sonra artık tek bir şey hissediyor. O da onlara, yani kendine iyice yaklaşıp, yakından bakma isteği. Çünkü onlara iyice yaklaştığında onların, kendileri ile ilgili herşeyi, bütün çıplaklığıyla bize anlattıklarını anlıyor. Tümüyle orada olup, onlara bakıp, anlattıklarını kavradığında hepsinin bir sabun köpüğü gibi nasıl sessizce patlayıp ortadan kaybolduklarına hayret ediyor.

İnsan, kendini herşeyiyle tam bir bütün olarak algılayabildiğinde, kendine gören gözlerle bakıp, kendisi hakkındaki gerçekleri öğrenip kabullendiğinde, kendini olduğu gibi sevebildiğinde ortada ne bir sorun, ne de yenilmesi gereken bir düşman kalıyor.

21 Eylül 2008
Haşim A.

20 Eylül 2008

Yapmamalıyım yoksa kontrolümü kaybederim değil mi?

Nedir bu?
Bir oyun mu?
Kuralları olan, herkesin rolüne göre gruplandırıldığı, her duruma ait özel checklist'leri olan bir oyun.
İyi bir çocuğun checklisti?
İyi bir anne-babanın checklisti?
İyi bir eşin checklisti?
İyi bir vatandaşın checklisti?
İyi bir kulun checklisti?
İyi bir………… checklisti?
En genel haliyle, iyi bir insanın checklisti?

Sen bu oyunu çok iyi oynuyorsun değil mi?
Senin gibi olan insanların yapması gerekenleri yaparak.
Biliyorum kimse senin kötü bir insan olduğunu söyleyemez!
Çünkü sana ait günlük checklist'ini her gün özenle tamamlıyorsun sen.

Peki ya özgürlük nerede?
Kontrol kimin elinde?

Yapmamalıyım!
Böyle düşünmemeliyim, böyle düşünürsem kontrolümü kaybederim değil mi?
Kontrol!
Bana ait checklist’imin dışına çıkıp, oyunu sorgulayarak, kontrolümü kaybetmemeliyim değil mi?
Yaşasın kontrol, yaşasın özgürlük!
Bu oyunda kontrolün bende olması, kendimi özgür hissetmem ne kadar da keyifli!

Pardon, bu oyunun adı yaşamaktı değil mi?

20 Eylül 2008
Haşim A.

18 Eylül 2008

Bir insan kendini tam özgür hissedebilir mi?

Acaba insan onu sürekli kontrol altında tutmaya çalışan bir düzenin içinde yaşarken ne kadar özgür olabilir?
Geçmişten taşınan düşünceler onu red edemeyeceği bir miras olarak bırakılırken, kendini tam özgür hissedebilir mi?
Zihni yaşamak zorunda kaldığı çelişkilerle boğuşurken acaba sağlıklı kararlar üretebilir mi?

Kendini tam özgür hissedemezken isteklerinin, arzularının kaynağı acaba gerçekten kendisi olabilir mi?
Kaynağı tamamen kendisi olan arzularla hareket ederken, elde ettiği sonuçların mutluluğuna varabilmek için, onları mutlaka başkalarıyla da paylaşma ihtiyacını hisseder mi? Yoksa elde ettiği sonuçları sadece kendisinin bilmesi onun mutlu olmasına yeter mi?

Kaynağı kendisi olmayan arzular, dıştan gelen motivasyonlar insana aradığı gerçek mutluluğu getirir mi?
İnsanın kendisi için en doğru olanı bulabilmesi için, kendini tamamen özgür hissetmesi gerekmez mi?
Bir insan acaba bu dünyada yaşarken kendini tam özgür hissedebilir mi?

18 Eylül 2008
Haşim A.

Bir sınırı var mı?

Acaba insanın görmesi, yaşaması gereken şeylerin de bir sınırı mı var?
İnsan bazı şeyleri hiç düşünmemeli, onları araştırmamalı, sorgulamamalı, hiç öğrenmeye çalışmamalı mı?
Beyninin içinde dolanan o kelimelerin, kendilerini biçimlendirerek, düzgün mantıklı cümleler haline gelmelerine hep engel mi olmalı?
Onları hissetse, bilse bile, onlarla hiç yüzleşmeden, onları hiç dile getirmeden, onları yok etmeye mi çalışmalı?

Acaba, insan kendi huzuru ve mutluluğu için bazı konularda çevresine karşı üç maymunu mu oynamalı?

17 Eylül 2008
Haşim A.

16 Eylül 2008

Acaba sır yaşadığın an da mı?

Düşündünüz mü hiç?
İnsan, içinde olduğu an’ı hakkını vererek dolu dolu yaşayabilse, bütün farkındalığını sadece yaşadığı an’a verip, onu iliklerine, kemiklerine kadar emebilse, yaşanana dair zihninde eksik ya da yarım bir şey kalır mı?
Yaşadıkları onun için mazi olduğunda, o an’a yeniden dönmeye ihtiyaç duyar mı?

İnsanı sürekli geçmişe döndüren şey, aslında an’ı yaşarken eksik ya da yarım bıraktıklarını sonradan tamamlama çabası mıdır?
İnsanı geçmişe mahkum eden şey, geçmişte eksik veya yarım bıraktıkları, isteyipte yaşayamadıkları mıdır?

Düşünüyorum.
Bütün benliğimizle yaşadığımız an’ın içindeyken, yaşadıklarımızı iliklerimize kadar yoğun bir şekilde hissederken, aklımıza hiç geçmiş acısı, gelecek kaygısı gelebilir mi?
Yaşağımızın yoğun coşkusu içimizi doldururken beynimizde, yüreğimizde onlara yer hiç kalabilir mi?

Yoksa bir ömür boyu aradığımız gerçek mutluluk, arzuladığımız gerçek
özgürlük, tüm farkındalığımızla, “şimdi ve burada” dolu, dolu yaşadığımız an da mı saklı?

17 Eylül 2008
Haşim Arıkan

11 Eylül 2008

Siz söyleyin koşullu mu, yoksa koşulsuz mu?

Yeni bir sevgi türü var son yıllarda daha çok konuşulmaya başlanan. Bence bu tür aslında çok da yeni değil ama galiba adını yakın bir tarihte ancak koyabildiler. Bahsettiğim bu sevgi türü “koşullu sevgi”. Muhakkak duymuşsunuzdur canım siz de. ............. yaparsan/yapmazsan severim seni olanından. Sevgi ve koşul ikisi bir arada. Zıt kutupların mükemmel karışımı! İkisi ne kadar hoş bir ikili oluşturuyorlar değil mi! Bence kesinlikle çok yakışıyorlar birbirlerine!
Vallahi ortada kesinlikle bir sevgi var, söyleyenler öyle söylüyor, aksini kanıtlayamıyorsak inanmak durumundayız. Aman canım siz de. Alt tarafı birazcık şartı varsa ne olmuş. Neden hemen homurdanıyorsunuz? Kötü bir şey olduğuna nasıl kanaat getirdiniz? Günümüzde bir çok şey en baştan şarta, anlaşmaya bağlanmıyor mu zaten. Bakınız “evlilik anlaşmaları”. Onlar birbirlerini sevmiyor mu sanıyorsunuz? Tuhafsınız valla. Yahu evleniyorlar, birbirlerini her zaman, her koşulda seveceklerine söz veriyorlar. Daha ne yapsınlar sevgilerini göstermek için.
Soruyorum size. Sizce neden kötü bir şey koşullu sevgi? İnsanlar baştan sevgisinin şartlarını, nelerin yapılıp, yapılamayacağını belirliyor. Şartlardan biri ortadan kalktığında anlaşma otomatikman bozuluyor. Sevgide bir sihir gibi pat diye ortadan kayboluyor. Bence sadece tek bir açığı var bu konunun. O da bazen sen onun koşullarını ya da sevgisinin koşullu bir sevgi olduğunu anlayamıyorsun. Tam belli olmuyor. Sen koşulsuz severken bir gün bu acı gerçekle müşerref oluyorsun. Çünkü farkında olmadan bir gün onun gizli şartlarından birini ihlal ediyorsun. İşte o zaman yaşadığın sevginin aslında çok özel bir koşulları olan bir sevgi olduğunu anlıyorsun.

Galiba hayat artık insanları biraz fazla yoruyor. İnsanlar artık yanlarında sıradan bir insan değil de daha çok kişiye özel, özgün, sorun çıkarmayan yeni tasarımlar arıyor. Her zaman ve her koşulda ona haklı olduğunu söyleyecek, onun bir dediğini iki etmeyecek, sürekli emrine amade bir vaziyette hazır ve nazır bekleyecek. Zaten bence bu durum böyle giderse ilerleyen yıllarda sipariş üzerine özel yapım, dostlar, eşler, çocuklar kısacası insanlar üretilecek. Eminim ki herkes o zaman çoooook rahat edecek!
Az kalsın unutuyordum bak size söylemeyi. Ama benden duymuş olmayın lütfen. Duyduğuma göre yakında İMKB’de duygusal endeks açılacakmış. Böylece bütün duygular Sermaye Piyasası Kuruluşu tarafından kayıt, kontrol altına alınıp, rahatlıkla alınıp satılacakmış. Hatta forward, future, swap, options işlemleri bile yapılacakmış. Ne kadar güzel değil mi?
22 Haziran 2007
Haşim A.

9 Eylül 2008

Kirpiler ve insanlar!

Aslında hep tuhafıma giden bir durum olmuştur bu. Bizlere hayat dersi veren öykülerin bir çoğunun kahramanlarının hayvanlar olması. Onları küçümsediğimden değil bu kesinlikle. Acaba bize bilinç altımızın bir oyunu mu diye düşünürüm hep. Kendimizi, onların efendisi ve birlikte yaşadığımız bu dünyanın tek hakimi görerek, onları sürekli yok ettiğimiz ve onların yaşam alanlarını duyarsızca mahvettiğimiz, kendi konforumuz için düşüncesizce daralttığımız için, bilinç altımızın ürettiği bastırılamayan bir günah çıkarma arzusu mudur acaba bu?

Bunu şimdi size neden mi anlattım? Sinan Akyüz’ün geçtiğimiz aylarda okuduğum Yatağımdaki Yabancı isimli kitabında anlattığı “buzul çağındaki kirpilerin durumunu anlatan öykü” ye takıldım kaldım biraz da ondan.

“Buzul Çağı başladığında pek çok hayvan soğuktan donarak yavaş yavaş ölmeye başlamış. Bunun farkına varan kirpiler soğuktan korunmak ve kendilerini koruyabilmek için birbirlerine iyice sokulma kararı almışlar. Ama sırtlarındaki oklar birbirlerine batınca yaralanmışlar, canları yanmış ve hemen ayrılmışlar. Hepsi kendi yollarına gitmişler. Soğuk devam ettiği için de birer birer donarak ölmeye devam etmişler. Çok geçmeden bir karar vermeleri gerektiğini anlamışlar. Ya ölüp yeryüzünden silineceklermiş ya da sırtlarındaki dikenlerine rağmen birleşip birbirlerine sokulmayı göze alacaklarmış. Tabi ki yeryüzünden silinmek yerine birlik olmaya karar vermişler. En önemli şeyin birbirlerinin sıcaklığından faydalanmaları olduğunu bildiklerinden bir kere de doğru mesafeyi tutturamasalar da zamanla birbirlerine, vücut sıcaklarından yararlanacak kadar yakın ama birbirlerini incitmeyecek kadar uzak durmayı öğrenmişler. Ve buzul çağını hayatta kalarak atlatmayı başarmışlar.“

Bu satıra kadar ulaştıysanız eğer sizler de okumuş oldunuz bu öyküyü artık. Peki size ne düşündürdü okuduğunuz bu öykü? Eğer benim düşündüklerimi size de düşündürdüyse;

Ne dersiniz? Bir gün biz insanlar da desteğimizi birbirimize hissettirebilecek kadar yakın ama birbirimizi incitmeyecek, birbirimizin sınırlarını ihlal etmeyecek kadar birbirimizden uzakta yaşamayı öğrenebilir miyiz?

Bizler de birbirimizin canını yakmadan birlikte yaşayabileceğimiz o ideal mesafeyi tutturabilir miyiz?

08 Eylül 2008
Haşim Arıkan

8 Eylül 2008

Geçmiş zaman kalıntıları...

Zaman belki biraz hain ve acımasız, belki de suçsuz ve günahsız. Herkes ona algıladığı kadarıyla bir tanım yüklemeye çalışıyor ama o son derece umarsız bir vaziyette akmaya devam gidiyor.

Düşünüyorum da hep şikayetçi olduğumuz bu zaman, bizi bir şeyden uzaklaştırırken, yeni bir şeylere doğru da yaklaştırmıyor mu? Peki neden bizler yaklaştıklarımızdan çok uzaklaştıklarımıza odaklanıyoruz? Neden başımız ileriye değil de, hep geriye dönük? Neden hep düşlemek için önce görmeyi tercih ediyoruz? Acaba düşlemek için önce görmek mi, yoksa görmek için önce düşlemek mi gerekiyor? Hangisinin doğru olduğunu acaba kim biliyor? Doğru olan gerçekten de sadece bir tanesi mi?

Peki ya geçmiş? Geçmiş mi geleceğe yön veriyor, yoksa gelecek mi geçmişi aydınlatıyor? Acaba geçmiş bizleri nereye kadar takip ediyor? Bizim geçmişle işimiz bittiğinde onunda bizimle işi gerçekten bitiyor mu? O da bizi bir daha hiç rahatsız etmiyor mu? Peki ya biz insanlar, neden geçmişteki olduğumuz kişiden yakamızı bir türlü kurtaramıyoruz? Neden onun yüzünden kendimizi sürekli cezalandırıyoruz? Bizler her geçen gün kendimize bir adım daha yaklaşarak, kendimizi gün be gün inşa etmiyor muyuz? Gün be gün bir şeylerin farkına varıp değişmiyor muyuz? En büyük tecrübelerimizi hep, yaptığımız hatalardan elde etmiyor muyuz?

Acaba hata yapmamak ya da iyi biri olmak için gerçekten korkuya ihtiyacımız var mı? Neden birbirimizi sürekli korkularla beslemeye çalışıyoruz? Sürekli birbirimizden korkular alıyoruz, korkular veriyoruz.

Acaba en çok hangisinden korkuyoruz?
Hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağından mı, yoksa herşeyin yine eskisi gibi olmasından mı?



07 Eylül 2008
Haşim A.

5 Eylül 2008

Sadece sessizlik gelir

Önce sözleri mahkum etmeye başlar seni.
Sonra yargılamaya, dışlamaya başladığını hissedersin.

Cümleleri her gün biraz daha fazla ezer sanki seni.
Onun için hiç bir değerin yokmuş gibi.
İnanmak zor gelir, ilk başta.
Ama zamanla gerçeği sen de kabullenirsin.
Fark edersin ki yüreğini alıp yerine koymanın vakti artık gelmiştir.
Şimdiki zamana ait cümlelerini, yavaş yavaş eski sahibine, birinci tekil şahıs'a devredersin.
Toplamaya çalışırsın etrafa saçılmış olan duyguları.
Bilirsin ki bu sahnede ki rolün artık bitmiştir.

Perde yavaş yavaş inmeye başlar.
Kulak verince yaşadıklarına;
Son bir alkış, belki bir bis beklersin.
Ama sadece sessizlik gelir.

04 Eylül 2008
Haşim Arıkan


Fotograf: The burning plain

3 Eylül 2008

Gerçek diye kabul ettiğimiz şey gerçekten de gerçeğin kendisi mi?


Düşünüyorum da;
Günümüzde hangimizin ruhu acaba çırılçıplak ortada? Hangimiz saklamadan, saklanmadan, başka kalıpların arkasına gizlenme ihtiyacı hissetmeden, gerçekten olduğumuz gibi görünebiliyoruz? Hangimiz hayatı, hiç bir zaman sahte replikler kullanmadan, başka bir insanı oynamadan, kendimizi farklı tanıtmadan yaşayabilecek kadar cesur olabiliyoruz?

Meşhur bir masal vardır belki siz de bilirsiniz.

Çooook eskiden, kaf dağının ardındaki bir ülke de bir prens yaşarmış. Evlenme çağına gelen bu prense bulunan bütün kızların, sabah ölüsü çıkarmış gelin odasından. Çünkü prens bir yılanmış ve sokar öldürürmüş bütün eşlerini. Ülke de evlenecek yaşta kız kalmamış neredeyse. Ve en sonunda sıra öksüz bir kıza gelmiş. Kızcağız annesinin mezarı başına gitmiş ve derdini annesine anlatmış. Çok korkmaktaymış ölümden. Annesi ona korkmamasını, düğün gecesi kırk kat giyinmesini ve odaya girdiğinde, prensten, karşılıklı olarak birer gömlek çıkarmalarını istemesini söylemiş. Çünkü yılanların üzerlerinde kırk kat gömlek olduğu biliyormuş. Masal bu ya. Kız annesinin dediği gibi giymiş kırk kat gömleği girmiş gelin odasına. Demiş ki “ Prensim sizden bir ricam olacak. Soyunurken, bir gömlek ben çıkarayım, bir gömlek siz.” Kabul etmiş bu teklifini prens. Kırkıncı gömleğin altından yakışıklı, genç bir prens çıkmış. Bir insan olarak. Sonrasında ise mutlu mesut yaşamışlar hayatlarının sonuna kadar.

Mutluluğun sırrı belki de gerçekten de burada.
Beğendiğin –sana göre! insanların hoşuna gidecek olan- özelliklerle bezeyip kendine giydirdiğin o kimlik yerine, herşeyinle kendin olabilmek. Olmak istediğin gibi değil, olduğun gibi olabilmek.Kendine giydirmiş olduğun aslında üzerine pek de oturmayan özellikleri kendini güçlü ve hazır hissettiğinde tek tek çıkartıp atarak, ruhunu çırılçıplak açıkta bırakabilmek. Eğrisiyle, doğrusuyla, katıksız,herşeyinle tamamen doğal, yüzde yüz kendin olabilmek.

Bunun sana getireceği rahatlığı, konforu, özgürlüğü doya doya yaşayabilmek. Dilediğince ve korkusuzca sadece içinden geldiği gibi, kaynağı tamamen sen olan arzularınla hayatı yaşayabilmek.

Hayatı, iliğine, kemiğine kadar emebilmek.

16 Mayıs 2007
Madamex(Dr Zeynur hanım)&Haşim A.

Eski yazılarımı karıştırken çıktı bu yazı karşıma. Okuyunca da doğal olarak Madamex geldi aklıma.Üzerinde biraz değişiklik yaparak yayınlamak istedim onu tekrar. Aramızdan ayrılan Madamex’e allahtan rahmet diliyorum. Ruhu şad, toprağı bol olsun.

1 Eylül 2008

Gerçekten eminsiniz değil mi?

Hani diyorum şöyle sizi tanıyan insanlar arasında bir anket yapsak onlara bir sorsak ……… ‘yı nasıl bilirsiniz, onu sever misiniz diye? Sahi ne derler sizin için? Hepsi çok iyi mi derler? Gerçekten mi? Hepsi, öyle mi? Ne kadar güzel. Harika bir şey bu. Peki bunu nasıl başarıyorsunuz? Tamamen kaynağı siz olan duygularla, isteklerle hareket ederken, gerçekten kendiniz olurken, etrafınızdaki insanlar sizin için çok iyi tanımlaması yapabiliyor?

Eminsiniz değil mi?
Siz;
Başkalarının yaptığı önerileri red ettiğiniz de onlar tarafından, sevilmeyeceğinizi, red edileceğinizi düşünmüyorsunuz.
Onlara karşı çıktığınız da suçluluk duymuyorsunuz.
Onlardan korkmuyor, çekinmiyorsunuz.
Onlara hayır derseniz; öfkeleneceklerini, sizi cezalandıracaklarını, incitilebileceğinizi hiç düşünmüyorsunuz.
Onların isteklerine karşı kendi isteklerinizi özgürce ortaya koyduğunuzda onlara karşı bencillik ettiğiniz hissine kapılmıyorsunuz.
Onları eleştirirseniz, onları inciteceğinizi düşünmüyorsunuz.

Seçimlerinizi yaparken bunları hiç hissetmiyorsunuz değil mi?
O zaman;
Dünyada ki bir çok insan sizin yerinizde olmak istiyor biliyor musunuz?

15 Eylül 2007
Haşim A.