31 Ağustos 2008

Her tarafa dağılmış hayal kırıkları...

Gözlerini kapadı. Her zaman yaptığı şeyi yapmaya çalıştı. Bir insanın en asli görevi olduğuna inandığı şeyi. Mantığını kullanarak düşündü. Kendini son kertesine kadar sıkılmış bir mengenin içinde artık hiç nefes alamayacağı o en son noktaya gelmiş gibi hissediyordu. Üstüste yaşadığı hayal kırıklıkları onu bu noktaya kadar taşımıştı. Yaşadığı tüm bu olumsuzluklara rağmen; yüreğinin derinliklerinde, bugüne kadar hiç hissetmediği bir noktadan –sanki ilk defa açılan bir kapıdan- yayılmaya başlayan mutluluk duygusu, ona ağır ağır da olsa bir gün tüm vücuduna hakim olacağının müjdesini veriyordu.

Bugüne kadar kendinden başka hiç kimsede suç aramamıştı. Çünkü o her zaman yalnızca kendinden kusursuzluk beklerdi. Bir sorun yaşadığında hep kendisinin neyi yanlış yaptığını merak ederdi. Başına bugüne kadar gelmiş ve bundan sonra gelecek olan herşeyin tek sorumlusunun kendisi olduğunu çoktan ögrenmişti.

Tuhaf bir şekilde, şu anda kendisine doğru yavaş yavaş yaklaşan sesin bir süre sonunda kendisini bu içinde sıkıştığı ızdırabın egemen olduğu dünyadan, içsel mutluluğun egemen olduğu, kendi dışında hiç bir şeye bağımlı olmadığı, zekası, iradesi ve aydınlığıyla tamamen kendi içinden beslendiği bir üst düzeye taşıyacağını biliyordu. Ses onu rahatlıkla duyabileceği kadar yanına yaklaştığında sustu ve tüm benliğiyle ona kulak verdi.

“İnan bana dünyada yaşamanın başka yolu yoktur. İnsanlar gerçeklere ve mantığa açık değildir. Rasyonel ifadelerle onlara ulaşamazsın. Zihin onların karşısında güçsüzdür. Ama yine de onlarla uğraşmak zorundayız. Herhangi bir şey başarmak istiyorsak onları kandırmalı, o şeyi yapmamıza izin vermelerini sağlamalıyız. Ya da onları zorlamalıyız. “ (1)

Gülümsedi, demek ki bugünkü dersi buydu...

31 Ağustos 2008
Haşim A.

(1) Ayn Rand – Atlas Shrugged

28 Ağustos 2008

Diyorum ki acaba biz onlara haksızlık mı ediyoruz?

Birlikte biraz hayal kurmaya ne dersiniz?

Tek başınıza bir hayatınızın olduğunu düşünün. Herşeyin mükemmel olduğu bir dünyada yaşıyorsunuz. Sadece siz varsınız. Dolayısıyla da tamamen özgürsünüz, içinizden geldiği gibi yaşıyorsunuz, karışan yok, görüşen yok. İpler tamamen sizin elinizde. Nasıl olurdu? Sanırım bir kısmınız harika diyor, diğer kısmınızsa, tam bir kabus. Anlaşıldı bu şekilde ortak bir payda da buluşmamız zor görünüyor. Peki o zaman senaryomuzu biraz değiştirelim. Yanınızda istediğiniz kadar dostunuz olsun. Hepsi çok, çok yakın dostunuz. Hem de öyle böyle değil, hepsi mükemmel dost! Sizi hiç üzmeyen. İsteklerinize, taleplerinize asla itiraz etmeden, hepsini istisnasız olarak hemen kabul eden. İtaatkar, her konuda aynen sizin gibi düşünen namütenahi dostlar. Nasıl? Süper değil mi? Oldu galiba bu sefer? Bu sefer bu senaryodan hoşlananlar çoğunlukta sanırım!

Peki o zaman. Esas sorularımı artık sorabilirim size!

Böyle mükemmel! bir hayat yaşarken kendinizi ne kadar tanıyabilirsiniz?
Zayıf olduğunuz taraflarınızı, zaaflarınızı, korkularınızı, kısacası geliştirmeniz gereken taraflarınızı keşfedebilir misiniz?
Ya da gitgide şişen egonuzun patlamasını nasıl önleyebilirsiniz?
Siz cavaplarınızı düşünürken ben size bir şey itiraf edeyim mi?
Hayatımızda hani o, bizi uyuz eden, bizim damarımıza, damarımıza basan, gıcık olduğumuz insanlar var ya. Hani nefret ettiğimiz, sürekli olarak şikayet ettiğimiz, şeytan görsün yüzünü dediğimiz, gördüğümüzde yolumuzu değiştirdiğimiz insanlar var ya. Hah işte onlar. İnanın onlar olmasa hiç birimiz kişisel gelişimimiz adına tek bir adım bile ilerleme kaydedemeyiz. Onlar bizim hassas noktalarımıza basmasa hiçbirimiz zayıf olduğumuz taraflarımızı, zaaflarımızı, korkularımızı, kısacası geliştirmemiz, üzerinde çalışmamız gereken yönlerimizi asla keşfedemeyiz. Keşfedemediğimiz içinde tek bir adım ilerleme kaydedemeyiz.

Sürekli kızıyoruz onlara ama, eğer hayat gerçekten dedikleri gibi hep birlikte rol aldığımız bir senaryoysa, bu senaryoda aslında en zor rolleri onlar üstleniyorlar. Bizlerin kişisel gelişimi için hizmet vermek adına, bu senaryoda sevgisiz, belki de yalnız bir hayat yaşamaya mahkum, istenmeyen hatta nefret edilen, birini oynuyorlar.

Yazının başlığında sorduğum soruyu şimdi tekrar soruyorum size, sizce biz onlara haksızlık etmiyor muyuz?Onlara teşekkür etmemiz gerekirken biz neden onlardan nefret ediyoruz?

28 Ağustos 2008
Haşim A.

26 Ağustos 2008

Bari bir kere düzgün gitsin şu, hayatım da!

“Allah kahretsin. Bari bir kere düzgün gitsin şu, hayatım da!” elindeki sigaradan sanki yercesine derin bir fırt çektikten sonra, yanında duran artık kaçıncı olduğunu hatırlamadığı bira şisesini dikti kafasına. “Bugüne kadar hayatıma giren bütün kadınlarla neden hep aynı şeyleri yaşıyorum ben? Bunca ihtimal arasında nasıl olupta hep gidip yanlış insanı seçebiliyorum? İnanamıyorum ya! Nasıl beceriyorum her seferinde ben bunu? Neden hepsiyle hep aynı sorunları yaşıyorum ben?”

İşin kötüsü aşk hayatını bir kenara koyup iş hayatına baktığın da da durum pek farklı değildi. Her yeni başladığı işte bir süre sonra kendini bıkkın, yaptığı işten sıkılmış olmadığı bir şeyin taklidini yaparken buluyordu.

Aşk ve iş hayatı her seferinde onun karşısına farklı maskelerle geliyor ama sonuç her seferinde bir öncekinin aynısı oluyordu. Baktığında kesinlikle birbirinin benzemeyen ama özünde birbirinin tıpatıp aynısı ilişkileri yaşayıp duruyordu yıllardır. Tekrar........, tekrar........


Senaryo bir yerlerden tanıdık geliyor mu sizlere de?
Bizler birbirimize pek benzemesekte yaptığımız hatalar hep birbirine benziyor değil mi?
Biz onu her zaman adaletsizlikle suçlasakta , hayat bizlere pek de farklı muamele yapmıyor bence.
Onun hepimize uyguladığı değişmez tek bir kuralı var sanırım.
O da yaşadığımız her olayın, her ilişkinin içine bizim için küçük bir zarf gizlemek. Bizi her seferinde bizim için mükemmel olana doğru bir adım daha yaklaştırabilmek için. Zarfımızı bulup okumamız ve bu yaşadığımız, pek de hoşumuza gitmeyen olayın sırrını çözüp onu bir daha yaşamamamız için. Sanki bir oyun gibi.
Bizse verdiğimiz kararların sorumluluğunu almayı sürekli reddettiğimiz, yaşadığımız tatsız deneyimlerin suçunu hep bizim dışımızdaki başka faktörlere yüklemeyi seçtiğimiz için bu zarfları çoğu zaman bulamıyoruz. Bulamadığımız için de farklı kişilerle, farklı mekanlar da özünde birbirinin aynısı olan deneyimleri tekrar tekrar yaşayıp duruyoruz.
Aynı deneyimleri tekrar tekrar yaşamamızın esas nedeni zarfımızı bulup değişimimizi gerçekleştirememiz olsa da, biz toplum tarafından sürekli kulağımıza fısıldanan “gelecek geçmişin tekrarıdır” yalanına kendimizi fena halde kaptırıp, kendimizi elden düşme bir hayat yaşamaya mahkum bırakıyoruz. İşin kötüsü de etrafımızda ki bizimkine benzeyen ilişkilere bakarak kendimizi rahatlatmaya çalışıyoruz.
O zarfları bulamadığımız için neler kaçırdığımızın farkına bile varmadan.
Kendimize ait gerçekleri hiç bulamadan.
Mükemmel olana doğru atılan o her adım sonrasında yaşanan o inanılmaz keyfi hiç tadamadan.

26 Ağustos 2008
Haşim A.

25 Ağustos 2008

Aşk yasaklanabilir mi?

Böylesine güçlü bir duyguya nasıl gem vurabilirsin ki?
İnan insan hayatta bazı şeylere çok fazla karşı koyamıyor!
Vicdanımla çok başbaşa kaldım ama yapamadım, olmadı işte!
Kaç kere bitirmeyi denedim ama her seferinde onu görünce vazgeçtim!
Ben hiç ister miydim böyle olsun?
Birgün başına gelirse anlarsın sen de!
Hem bu kime göre doğru, kime göre yanlış?

Bir türlü söz geçirilemeyen, karşı konulamayan, vazgeçilemeyen duygular ve sonrasında yaşanan, yaşatılan acılar, duyulan pişmanlıklar, keşke hiç yaşanmasaydılar ya da yaşadığı için asla pişmanlık duymayanlar.

Oysa “o” her zaman yaşanılmaması gereken, ısırılmaması gereken yasak elma olmuştur yıllar boyunca. Muhakkak bir bedeli olmuştur yaşayanlara. Yaşanmış ya da yaşanacak bir çok "trajik son" ihtimaline rağmen, yine de yıllardır yaşanır ve konuşulur hep “yasak aşk” ’lar. Genellikle de gizli saklı olarak, topluma, ahlaki değerlere, kanunlara ve dini baskılara rağmen yaşanırlar. Belki bir tabu, belki bir suç, belki de toplum tarafından dışlanma sebebi olan "yasak aşk" lar.

Gerçekten de;
İnsan yüreğine düşen aşk karşısında bu kadar çaresiz mi dir?
Aşk kısıtlanamaz, engellenemez, karşı konulamaz bir şey midir?
Aşkı yasaklamaya kalkmak, aşka karşı gelmek bir insanlık hakkı ihlali midir?

Düşünüyorum da;
Yıllar sonra bir gün dönüp o günlere tekrar baktığımızda, bize kalan her zaman sadece aşk olacak.
Bir tek aşk.
Hani o sol göğsümüz de yıllarca saklayıp, taşıdığımız.
Ya hala yüreğimizi ısıtan sıcacık bir sevgiyle gülümseyerek anımsadığımız.
Ya da göğsümüze saplanmış hançerin ucundan hala damlayan ince, derin bir sızımız.

25 Ağustos 2007
Haşim A.

23 Ağustos 2008

Artık aramıyorum...

"Artık aramıyorum! "
Bu cümle, acaba içinde sır barındıran sihirli bir cümle, olabilir mi?

Artık aramıyorum!

Bir düşünün.
Neleri arayıp duruyoruz acaba hayatımız boyunca?
Nelerin peşinden sürüklenerek tüketiyoruz koskoca bir ömrü?
Aşk?
Sevgi?
Mutluluk?
Huzur?
.....

Peki sonunda ulaşabiliyor muyuz acaba bu aradıklarımıza?

Nasıl bir duygu sizce aramak?
Nasıl hissediyorsunuz kendinizi bir şeyleri ararken?
Hele bir de süre gitgide uzarsa!
Telaş?
Gerginlik?
Stres?
Endişe?
.........

Söylendiği gibi herşey hayatın içinde gizliyse eğer, neden aradığımız da göremiyoruz, bulamıyoruz onları?
Ararken ki gerginliğimiz mi, onlar hayatın içinden bize gülümserken, bize onları fark ettirmeyen? Ya da yaşadığımız stres mi, hemen yanıbaşımızdalarken bize onları hissettirmeyen?
Yoksa telaşımız mı, onlar önümüzden geçip giderken bizim onları görmemizi engelleyen?

Artık aramıyorum...

Tüm kalbimle, bütün yüreğimle, sadece istiyorum. Sakin, telaşsız, endişelenmeden yaşadığım da, onların da bana kendilerini, hayatın içinden gülümseyerek göstereceğini artık biliyorum.

06 Eylül 2007
Haşim A.

Yalnızlığı nasıl bilirsiniz?


Yalnızlık…
Kimimizin kişisel tercihi.
Kimimizin belki de mahkumiyeti!
Kimilerine göre bir zaaf, bir kusur.
Kimilerine göre büyük bir keyif, bir lüks.

Peki ya siz?
Siz yalnızlığı nasıl bilirsiniz?
Sever misiniz onu?
İster zorunluluk olsun, isterse sizin tercihiniz,
Siz, yalnızlığının keyfini çıkarmasını bilenlerden misiniz?

Kimileri onu bir zaaf, bir eksiklik olarak görse de, bazen bizim tercihimiz, bazen mahkumiyet şeklinde gelse de; insan yalnız kalmışsa eğer, onun tadını çıkarabilmeli, hatta belki de zaman zaman kendisi yalnız kalmayı isteyebilmeli bence.

Tabi ki eğer kendisiyle başbaşa kalmaktan, kendisiyle ve hayatla yüzleşmekten korkmuyor, kendine karşı sürekli evde yoku oynamayı sevmiyor ise.

Çünkü;
Yalnızlık insanı düşündürür.
Yalnızlık insanı büyütür.
Yalnızlık insana geleceğini şekillendiren düşler kurdurur.
Yalnızlık insanın sırtından yılların yorgunluğunu alır.
Kalabalıklar içine hapsolduğunu fark eden insanın kendine kaçışıdır yalnızlık.
Beynindeki yeni düşüncelerin tohumlarını attığı o ilk andır.
İnsanın “kendini gerçekten dinleyene” kendini tüm çıplaklığıyla hiç çekinmeden itiraf edebilmesidir.
İnsanın kendi içinde ki derinliği fark edebilmesidir
İnsanın kendini önemsemesi, kendine değer vermesidir yalnızlık.

Kısacası, “İnsanın kendini sevebilmesi, kendine yetebilmesidir yalnızlık.”

23 Ağustos 2008
Haşim Arıkan

15 Ağustos 2008

Bir haftasonu babasının günlüğünden...

Bugün cuma. İşten biraz erken çıkmalıyım. Çünkü bu akşam onu almaya gideceğim. Bu hafta sonum da her zaman ki gibi yine sadece ona ait. Sadece o ve ben. İkimiz. Dün akşam markete uğradım onun sevdiği ne varsa aklıma gelen hepsini aldım. Çukulata, cips, meyve suyu, onun sevdiği ne varsa. Cumartesi sabahı o uyanmadan kalkıp, o çok sevdiği karışık sucuklu yumurtayı yapacağım yine ona. Onunla birlikteyken onun istediği şeyleri yapmak bana inanılmaz keyif veriyor. Aslında bunun nedenini ben de çok iyi biliyorum! Ama.....

Oooooo aman allahım saat 18:25 olmuş acilen çıkmam lazım. Hazırlanmış bekliyordur beni şimdi. Onu bekletmeyi hiç istemiyorum.

Neyse okullar kapalı olduğu için trafik açık. Çabucak gelebildim. Aşağıdan zile basıyorum. Elinde çantası iniyor merdivenlerden bana gülümseyerek. "Oğluuuum. Canım benim. Ben seni çok özledim." Koşarak geliyor sarılıyor boynuma, ben de sarılıyorum ona sımsıkı. Beş gündür onu göremiyor olmamın özlemi ile. Elimi omzuna atıyorum, o da, o küçük kolunu belime dolamaya çalışıyor. Baba, oğul konuşarak yürüyoruz arabaya doğru. O arkaya oturup kemerini takıyor. Bense mecburen öndeyim. Bakıp gülümsüyoruz aynadan birbirimize. Bir yandan da birbirimizi görmediğimiz beş günden söz ediyoruz.

Yaşından beklenmeyecek kadar olgun görünüyor. Aslında görünmeye çalışıyor biliyorum. İçinde kopan fırtınalardan bana tek kelime bile söz etmiyor. Keşke konuşsa, kızsa bana, bağırsa, rahatlasa. Rahatlasaymış! Sence bir çocuk böyle bir durumdayken bu söylediklerini yaparak rahatlayabilir mi acaba? Allah aşkına sen sus üst ben. Kendime itiraf etmekten kaçtıklarımı böyle açık açık vurma yüzüme.

Eve gitmeden önce Mc Donalds’a ya da Burgerking'e uğrayıp karnımızı doyuruyoruz. Aslında ona böyle şeyler yedirdiğim için kendimi suçlu hissediyorum. Çünkü, ona daha bu yaşta teslim ettiğimiz genetik miras nedeniyle yüksek kolestrolü var. Ama burger yemeyi çok seviyor. Onunla birlikte olduğumuz bu iki gün de onun hep keyif aldığı şeyleri yaşamasını istiyorum ben. Benimleyken hep mutlu olsun istiyorum. Aslında bunun nedenini ben de çok iyi biliyorum! Ama.....

Bütün bunları içimde yaşadığım suçluluk duygusunu azaltabilmek için yaptığımı ben de biliyorum. Peki ona bu kadar iyi davranmam kendimi suçlu hissetmeme engel olabiliyor mu? Tabi ki hayır. Ama ben de istemezdim ki böyle olsun. Annemle, babam ben henüz üçüncü sınıftayken boşandıklarında yaşadıklarımı unutmadım ki? Bile bile kendi çocuğuma da bunu nasıl yaşatmak isteyebilirim ki. Ama hayat bazen insanı böyle hiç istemediği yollara sokabiliyor. İnsanların bakıp kendine örnek aldığı, aşklar da bir gün gelip tıkanabiliyor.

O boncuk mavi gözlerinin içine bakıyorum. Her yaz güneşte sararan o pamuk gibi saçlarını okşuyorum. "Seni seviyorum, oğlum." diyorum. "Seni çook seviyorum.” Yine, “Sana bunu daha önce söylemiş miydim?" diye takılıyorum ona. Gülümsüyor bana. "Babaaaaaaa her zaman söylüyorsun zaten." diyor.

Karnımızı doyurduktan sonra doğruca eve atıyoruz kendimizi. Hemen pijamalarımızı giyip rahatlıyoruz baba oğul. Cips, çukulata ve içeceklerimizi alıp oturuyoruz televizyonun karşısına. Onu kolumun altına alıyorum. Başını gögsüme yaslıyor, ara ara bana bakıp mutlu mutlu gülümsüyor. Gerçekten mutlu mu acaba? Başını öpüp kokluyorum. Film ya da dizi neyi izliyorsak, seyrederken uyuyup kalıyor. Kucaklayıp götürüyorum yatağımıza. Ne yapayım hala onunla yatmayı burnumu boğazına dayayıp, kokusunu içime çekmeyi, onun o pamuk gibi yanaklarından öpmeyi çok seviyorum. Ben de yatıp sokuluyorum yanına. Bazen uykusunda dönüp atıveriyor kolunu boynuma. Kıpırdamadan uykuya dalıyorum o zamanlar, onun o küçük kolu benim boynumda.

Sabah kalkıyorum ondan önce hazırlıyorum o çok sevdiği sucuklu karışık yumurtasını ona. Çok sevdiği salatalıkları da hazır. Kuşburnu çayını da demleyip ılıttım kupasında. Öpe koklaya uyandırıyorum onu büyük bir keyifle. Birlikte kahvaltı ederken biz, evin haftalık temizliğini yapmak üzere İnci ablamız geliyor. O evi rahat temizlesin diye biz evi kısa sürede terkediyoruz. Bahçeye iniyoruz. Basketbol oynuyoruz. Her hafta potaya 100 basket atıyor. Sonra akşama birlikte seyretmek için DVD’ciden yeni film seçiyoruz. Arada bir tabi ki ona playstation oyun da alıyoruz. Eve döndüğümüz de İnci ablamızın işini bitirmiş ve gitmiş olduğunu görüyoruz. Bize fırında patatesli tavuğumuzu da pişirmiş. Yaşasın akşama sağlıklı bir yemek yiyebileceğim oğlumla gönül rahatlığıyla. Akşam yemeğinden sonra onunla aldığımız filmi seyrediyoruz. Playstation oynuyoruz. Sohbet ediyoruz.

İşte yine pazar akşamı geldi çattı.

"Hazır mısın oğlum topladın mı her şeyini?" "Hazırım baba." diyor. Haftalık harçlığını veriyorum. Cebine koyuyor. Evden çıkıyoruz elimi yine onun omzuna atıyorum. Bakıp gülümsüyor. O da yine küçük kolunu yettiğince belime doluyor. Yürüyoruz yine baba oğul sarmaş dolaş arabaya doğru. Yine o arka koltuğa, ben ön koltuğa oturuyoruz. Susuyoruz çoğunlukla ikimizde bu dönüş yolculuğumuz da. Bazen yeni öğrendiği bir şey geliyor aklına bana onu anlatıyor.

Yine ayrılık vakti. Aşağıdan zile basıyoruz. Annesi otomatiğe basıyor. Öpüyorum yanaklarından, sarılıyorum. Onsuz geçecek beş gün için kokusunu dolu dolu içime çekiyorum. Kulağına fısıldıyorum “Seni çok seviyorum.” O ise sanki bu veda faslını bir an önce sona erdirmek istiyor merdivenlere doğru yürüyor bana el sallayıp hemen gözden kayboluyor.

Ben yakın dostum içimdeki suçluluk duygusuyla; annesiyle tekrar birlikte olmaya karar verdiğimiz o ilk gün, arabanın arkasında oturuken elindeki kağıt mendilin üzerine çizeceği anne , baba ve çocuktan oluşan aile resmini bilemeden, yine yürüyorum arabaya doğru bir başıma.

20 Haziran 2007
Haşim A.

13 Ağustos 2008

Bu gece o gece...

Korkuyorum!
Çünkü;
Bu gece.
O gece.
Ne olur gitme.

"Sen"
Gitsin.
"Ben"
Gitsin.

"Biz"
Ne olur sen gitme.

Zaman.
Hiç olmazsa bu gece yavaşla.
Hızla tükenme.

Dünya.
Dur bu gece dönme.

Akıl.
Sakın mantık yürütme.

Aşk.
Ne olur gitme.
Bir tek sen kal.
"Biz" le.
Bu gece.

Çünkü;
Bu gece.
O gece.

13 Ağustos 2008
Haşim Arıkan

10 Ağustos 2008

Sanki uykusu kör bir bıçakla kesilmiş gibi...

Gecenin bir yarısı uyandı uykusundan. Ruhunda yoğunlaşmış bir acıyla. Sanki uykusu ansızın kör bir bıçakla kesilmiş gibi. Son bir kaç aydır, geceleri bir duvar saatinin sarkacı gibi geçmiş ile bugün arasında sallanıp duruyordu sürekli. Sanki araların da zaman uyumu olmayan iki boyut arasında gezinerek, kendisi ile saklambaç oynuyordu. Kimin ebe, kimin saklanan olduğunu bilemeden.

Uykusu tamamen kaçmıştı yine. Yatağından kalktı ve banyoya yöneldi. Musluktan akan soğuk suyu avuçlarına doldurup ardarda bir kaç kez suratına çarptıktan sonra bakışlarını istemeye istemeye lavabodan aynaya doğru yavaşça kaydırdı. Bunu yaptığında başına gelecekleri bile bile. Kaydırması ile birlikte yine ayna da ki, onunla konuşmak için sabırsızlanan yansıması ile göz göze geldi. Gözlerinin içine bakarak “Hala anlayamadın mı? Neden bunları yaşadığını.” diye sordu ona, ayna da ki görüntüsü. Belki susar umuduyla, bakışlarını tekrar yavaşça lavaboya kaydırdı? Ama o, bakışlarını ondan kaçırarak kendini bu monologdan ne kadar kurtarmaya çalışsa da, duyduğu ses başladığı konuşmasına devam etmekte kararlıydı o gece. “ Hissetmiyor musun? Artık zamanı geldi. Yaşantının tavan arasına girip, orayı temizleyerek, sırtındaki yüklerden kurtulmak için artık hazırsın. Hadi cesurca gir oraya ve kurtul onlardan.”

Daha fazla durmak istemedi banyo da. Yatak odasına girip, hızla üstündekileri değiştirdikten sonra kendini arabasına attı. Bütün bu yaşadıklarını kendisine kimin, neden yaşattığını düşünmekten kaçarak kendini şehrin ışıldayan caddelerine bıraktı. Acaba dediği gibi gerçekten hazır mıydı buna! Şehir meydanını geçerken kaldırımlar da ki alkol duvarını aşmış insanlara, onların bu tükenmiş hallerini, bu kadar açık ve net olarak ortaya koyan sokak lambalarına baktı. İnsanların yaşadığı bu rezilliğin açık ve net olarak görünmesini sağlayan, aynı zamanda da insanların karanlıklara gömülerek kendilerini saklama özgürlüklerini hiçe sayan sokak lambalarına.

Karşıdan gelen arabanın uzun farları gözlerini kamaştırıp onu öfkeli bir halde arabasına geri getirdi. Tam yanından geçerken ona doğru sinirli bir şekilde bağırdı. Ama arabanın içindekileri gördüğü an da ağzından çıkmakta olan cümle yarım bir halde havada asılı kaldı. Soluk alışverişi hızlandı. Bir kaç saat önce uykusunu bölen o hain kör bıçak bu defa gelip tam kalbinin üzerine saplandı! Bütün bedeni titremeye başladı.

Bu…. Bu….. olamazdı?

Yanından geçen arabayı kullanan da yine kendisiydi. Yanındaki koltukta oturan kişi ise karısının sorunlu hamileliğinin son döneminde birlikte olduğu Juliet’ti. Kendini o arabanın içinde görmesiyle, yaşadığı o gece hafızasında bir an da tekrar canlandı. Ardından da o geceyi yeni baştan tekrar yaşamaya başladı. Ama bu sefer sanki kendisinden bir adım geride durmuş yaşadıklarını izliyor ve olanları yıllar önce yaşadığı o ilk günden çok farklı bir şekilde algılıyordu. Juliet’e karısıyla ilişkilerinin uzun bir süredir aslında pek yolunda gitmediğinden aslında uzun süredir zaten duygusal anlamda çoktan bitmiş olan bu ilişkiyi bitirmek istediğinden bahsediyordu. Bu konuşmayı yıllar sonra tekrar dinlerken, bu defa, onu nasıl bencil ve bir yığın yalanla dolu sözcüklerle yaptığını görüyor, yalanlarının ardına gizlediği esas niyetinin o berbat kokusunu alabiliyordu. Bu sefer arkasına gizlendiği o ikiyüzlülük perdesi tamamen ortadan kalkmıştı. Bu sefer yaşadığı bu iğrençliğin zehir gibi tadı boğazını yakıyordu.

Gözünden süzülmeye başlayan yaşları silmeye çalışırken gözlerini yavaşça kapadı. Açtığında ise kendini yıllar öncesinden, şimdiki zaman boyutuna geri dönmüş olarak buldu. Arabasının radyosu açıktı ve radyoda banyo da duyduğu o ses konuşuyordu.

“Kendini bağışla.” diyordu. “Kendini suçlamaktan ve geçmişte yaşadıklarına bağımlı kalmaktan vazgeç. Sana sürekli acı veren geçmişini ancak kendini bağışlarsan iyileştirebilir, onu gün ışığına çıkartıp farklı bir algılama düzeyiyle değiştirebilirsin. İnsanlar çok üzücü bir olay yaşadıkları için değil, bu yaşadığından dolayı üzülmesi gerektiği onlara öğretildiği için üzülürler. Kendini endişelere ve korkulara kapılmaktan kurtarabildiğinde geçmişin de iyileşecek. Kendini yürekte bağışlamakta budur zaten. ”

Kendini farkında olmadan girdiği bir tavan arasındaymış gibi hissetti. Elini kalbinin üzerine koydu ve içten gelen bir arzuyla keyifle gülümsedi...

10 Ağustos 2008
Haşim A.

1 Ağustos 2008

Hadi...

Yalnız kalıp, düşünmeye ihtiyacı olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi, bağcıklarından birbirine bağladığı sandaletlerini omuzuna asmış, yalın ayak yürüyordu o küçük limanda. Ilık bir bahar akşamında, yine yeniden tek başına. İçinde hissettiği şey ise her geçen an biraz daha büyümekte olan bir boşluktu. Çok uzun zamandır içini dolduran o yoğun çoşku sanki gitgide daha büyük bir hızla boşalıyordu. Kısa bir süre önce sonra eren ilişkisi, ona göre, hayatında bugüne kadar isteyerek sahip olduğu en güzel şey olmuştu.

Yalnız zamanlarının en büyük şahidi, o eski iskeleye gelince durdu. Yavaşça kenarına oturdu. Ayaklarını denize doğru sallandırdı. Bu iskeleye her gelişinde, her zaman yaptığı gibi. Deniz ise, ayaklarını ona doğru uzatırken, hafif hafif kıpırdanıyordu. Sanki onun, gördüğün de dayanamadığı yalnızlığına çare olabilmek istiyordu bu defa. Bu umutla, önce yavaş yavaş titredi, ardından hafif hafif dalgalanmaya başladı, sonunda usulca dokunmayı başardı ayak parmaklarına. Ayak parmaklarını değen suyu hissedince, çok uzaklara doğru diktiği bakışlarını denize doğru çevirip gülümsedi ona. Bunu gören, hafif hafif esmekte olan rüzgar da, o an da eşlik etti denizin ona keyif veren bu çabasına. Bir anda dile geldi. Arkasından ona doğru yavaşça seslendi. Rüzgarın sakin ve huzur veren sesini bir tek o işitti, o gece.

“Hadi” dedi rüzgar. “Boz bu güne kadar öğrendiğin tüm ezberleri. Sil beynine kazıdığın, sana acı ve üzüntüden başka hiç bir şey vermeyen bütün herşeyi. Şu an içinde hissettiğin şey “boşluk” değil, seni dinlendiren kısa süreli bir “sessizlik” olsun. İçini kaplamakta olan şey “umutsuzluk” değil, sana güç veren bir “sükunet” olsun. İçindeki hiç bir şey mahvolmamış, hepsi sadece bir süreliğine durmuş olsun.

Aşk kapını yeniden çaldığında karşısında yepyeni bir sen bulsun."

01 Ağustos 2008
Haşim Arıkan