23 Nisan 2008

Mutlu musun?

- Mutlu musun?
- Mutluluk mu? Akşam akşam güldürme beni allah aşkına. Sence insan, içinde yaşadığımız bu toplumun bir parçasıyken mutlu olabilir mi? İnsan mutlu olduğunda kendini özgür hisseder. Takmaz, tırtıya koymaz etrafındaki kendi fikrini ona empoze etmek için çabalayan hiç kimseyi. Kimsenin kendisini yönetmesine asla izin vermez. Bunun içindir ki başımızı nereye çevirirsek çevirelim nedense hep bir ızdırap ezgisi fısıldanır kulağımıza! Korkularımızın sürekli körüklendiği bir dünyaya hapsolmuş mahkumlar gibi yaşamak zorundayızdır hepimiz. Hepimizin tek ortak paydası korku ve ızdıraptır.
- Anlaşıldı, anlaşıldı, sen yine tam kıvamındasın abicim. Şurada masumca mutlu musun diye sorduk aldığım şu cevaba bak. İçim açıldı valla. Bir an da keyfim acayip yerine geldi. Sana samimi bir itirafta bulunmamı ister misin? Biliyor musun bir dostun olarak senin bu haline gerçekten çok üzülüyorum. Ama sana nasıl yardım edebilirim onu da bilmiyorum?
- Yahu neden herkes bana yardım etmek istiyor. Bir anlayabilsem! Ben kimsenin bana yardım etmesini istemiyorum ki. Ben sadece herkesin kendi mutluluğunu etrafındakilere göstermesini istiyorum. Bunun mümkün olabildiğini etrafındakilere göstersinler yeter. İnan hepimizin ihtiyacı olan esas şey bu. Çünkü bunu görebilmek kendi mutluluğumuz için hepimizi cesaretlendirecek.
- Dostum....., arkadaşım......, canım kardeşim......, silkelen ve kendine gel lütfen. Valla ben çok üzülüyorum senin bu haline. İçinde yaşadığın ve parçası olduğun, bu topluma, ona ait olan, yılların birikimi neticesinde oluşturulmuş ve herkes tarafından kabul gören inanç sitemine karşı neden bu kadar agresif yaklaşıyorsun inan hiç anlamıyorum.
- Çünkü ben onların düşündüğünü sandığım şeylerin bana rehberlik etmesini istemiyorum. Kalabalıklar içinde kaybolmuş, sürekli onlara bağımlı, onlar tarafından her an incitilebilecek durumda, onların paylaştığı bir insan olarak yaşamayı red ediyorum. Ben kendi kimliğimi, kendi yargılarımı kullanarak yaşamak istiyorum.
- Bak sana küçücük bir sır vereyim ben. Lütfen bana kulak ver. Ben ne yapıyorum biliyor musun? Onlar nasıl olmamı istiyorlarsa ben de öyle oluyorum. O zaman onlar da ben nerede durmalarını istiyorsam orada duruyorlar. Güzel çözüm değil mi?
- İstediğimi vermeleri için ben de onlara ruhumu vereyim, öyle mi? Sağol ben almayayım abi. Peki ben sana bir sorabilir miyim?
- Tabi ki neyi istersen sorabilirsin bana.
- Sence bir insan dokunulmamışlığını koruyarak, hiç etki altına girmeden yaşayabilir mi?
- İyi ki sor dedim. Şu sorduğun soruya bak! Hem de hiç merak etmediğim, hiç kafa yormadığım yerden. Yine de sana cevap vermeye çalışacağım. Bana kalırsa bu biraz zor. Bunu ancak, ya diğer insanlara hiç bakmayarak ya da onların herşeyine tam anlamıyla, hakkıyla bakarak, ne yapmaya çalıştıklarını tam olarak anlayarak gerçekleştirebilir insan. Bu yapılabilir bir şey mi dersen? Bence imkansıza yakın birşey derim!!!!
- Güzel cevap. Ne güzel söyledin. İnsanın temiz ve özgür kalabilmesi için yapabileceği tek bir şey var. O da etrafında ki hiç bir şeye dokunmadan, çevresinde ki insanlara hiç bakmadan yaşamak.
- Ne olur etrafındaki insanlara biraz da iyi tarafından bakmaya çalış. Unutma onlar aslında sana yardımcı oluyorlar. Sana aynalık yapıyorlar.. Sana seni yansıtıyorlar. Onlara kızmakla aslında belki de kendine kızıyorsun sen.
- Doğruuuuu bak nasıl da düşünemedim ben bunu! Eveeeet, bana aynalık ediyorlar onlar! Onlar bize bizi yansıtıyor, biz ise başkalarına kendilerini yansıtıyoruz. Bir koridorda ki karşılıklı duran iki ayna misali! Orta da saçma sapan bir sonsuzluk. Yansımaların yansımaları, yankıların yankıları. Ne bir başı var. Ne de bir sonu.
- Bak ne olur beni dinle, bu şekilde yaşayamazsın. Hayatı kendine bu kadar zehir etme. Artık bir çözüm yolu bulmalısın kendine. Benim bildiğim bunun sadece iki yolu var. Ya onların ortak fikrine teslim olacaksın, ya da herkes için doğru olduğuna inandığın fikri onlara kabul ettireceksin.
- Beni düşündüğün için çok sağol arkadaşım. Bu söylediklerini sana söz, bir daha düşüneceğim. Bu arada ben de sana son bir şey söylemek istiyorum. Sende bunu sakın unutma lütfen. Hayatta insanlara kabul ettirilmesi en zor şey nedir biliyor musun? Apaçık ortada duran ama herkesin görmemeyi seçtiği şey! Hoşçakal...

18 Nisan 2007
Haşim A.

Birincil esin kaynağı: Ayn Rand "The Fountainhead"

15 Nisan 2008

Neden ben...

Elindeki telefonu sinirle fırlattı kanepenin üzerine. Onunla her konuştuğunda, her karşılaştığında, sanki bir önceki sefer gördüğü, konuştuğu insan o değilmiş hissine kapılıyordu. Sürekli değişiyor, sürekli inkar ediyor, sürekli çelişkiye düşüyordu. Tersine çevirmediği, ihanet etmediği bir şey kalmıyordu ardında. Sanki her saat içindeki bir parçayı daha öldürüyordu. Geriye hiç bir şey kalmıyordu ondan. Tuhaf olan ise bu değişimin adı büyümekti ona göre. O büyüyordu!

Aklına az önce telefonda söyledikleri geldi. Tekrar sinirlendi. “Neden böyleyim?” dedi. “Neden bende diğerleri gibi değilim?” “Neden onlar gibi sadece işittiğim kelimeleri değil de, o kelimelerin arkasında yatan nedenleri görüyorum? Kendileri bile aslında bana neyi itiraf ettiklerinin farkında değilken neden ben hep cümlelerinin ucundaki o kahrolası açıklayıcı cümlecikleri görüyorum?”

Durdu kaldı odanın ortasında öylece. Duyduğu öfkenin davetsiz bir misafir gibi karşısında iyice belirginleşmesini izledi. “Yine geldi işte” dedi. Bu sefer ne kadar süreceğini görmek için bekledi. Kendini bu öfkeyle mücadele ederken seyretmek ona tuhaf bir keyif veriyordu. Sanki o an da öfkeli olanın kendisi olduğunu fark etmiyordu. Elindeki sigaradan derin bir nefes çekip, havaya üfürdü. “Elbet günün birinde sen de kendi hakkında ki gerçeği öğreneceksin. Bu senin için hiç de kolay olmayacak.” diye söylendi kendi kendine. Bu sözü ona mı söyledi, yoksa kendine mi kendisi de pek bilemedi!

Açtığı camdan içeriye süzülen soğuk havanın etkisiyle içi ürperdi, o anda tuhaf bir hisse kapılarak kendini sanki dünyada yapayalnız kalmış gibi hissetti. Kollarıyla sarıp sarmaladı kendini. Ona öğretildiği için bir robot gibi sürekli tekrarladığı şeyleri unutup, kendi beyniyle, hakkıyla düşünmeye çalıştı.

Eğer bazı şeyleri bugün yıkamazsa, bir gün onların onu yıkacağını anladı.
15 Nisan 2008
Haşim A

13 Nisan 2008

Kendini feda etmek sevap mıdır?


Genç adam varmak istediği yere doğru hızlı ve kararlı adımlarla ilerlerken hava çoktan kararmış. ayın ışığı damlara çoktan düşmüştü. Yürüdüğü karanlık sokaklara henüz uykunun sessizliğine bürünmemiş evlerin camlarından ışıklar dökülüyordu.

Telefonu kapatır kapatmaz atmıştı kendini sokağa. Şu an da tek bir amacı vardı. O da bir an önce onun yanına ulaşmak. Telefonu kapatmadan önce söylediği o en son cümle kulaklarında yankılanıp duruyordu.“Artık hayatın bir anlamı kalmadı benim için” demişti hıçkırıklara boğulup telefonu yüzüne kapatmadan önce. Daha sonra yaptığı hiç bir aramaya da cevap vermemişti. “Nedir ki hayatın anlamı?” dedi kendi kendine. “Dünyanın sana verdiği malzeme ve senin ondan yapabildiklerin değil midir? Bütün maharet sen de, senin özgürce yaptığın tercihlerde değil midir?” diye devam etti, o içini kaplayan bir türlü bastıramadığı öfkeyle. Bu son cümle ağzından dökülmüştü ama kendisi bile ister istemez gülümsemişti bıyık altından bu cümlesine.

“Özgürce yaptığımız tercihler” diye tekrar etti. Bir tarafta bencillik, diğer tarafta ise özveri ya da başka bir deyişle yardımseverlik. Bu muydu adına özgürlük denilen şey? İki seçenekli bir seçim hakkı! Bencilliğin anlamı başkalarını kendisi için feda etmek, özverinin anlamı ise başkaları için kendini feda etmekti! Ya kendin başkaları uğruna acı çekecektin ya da başkalarına kendi uğruna acı çektirecektin! “Hadi bakalım” dedi. “Sana öğretilen ahlaki değerlerle seç bakalım hangisini seçebilirsen!”

Nihayet ulaşmıştı varmak istediği yere. Kapının zilini canhıraş bir şekilde uzun uzun çalarken. “Bırak artık düşünmeyi sadece hisset” dedi kendine. Dünya düşünen insanları pek sevmezdi. Hayattaki herşeye, her zaman mantık çercevesinden bakılamazdı. Mantık denilen şey sınırlıydı, bir yere kadardı. Daima mantığın ötesinde herkesin bildiği ama onun anlayamadığı başka şeyler vardı!

13 Nisan 2008
Haşim Arıkan

6 Nisan 2008

Gerçek değildi sanki o

İki eli alışverişlerle dolu merdivenleri çıkıyordu ağır,ağır. Katlarına yaklaştığında, her akşam olduğu gibi onu, yine daire kapılarının önünde bekler buldu. ”Hoşgeldin canım” diyerek elindeki torbaları aldı. Mutfağa doğru yürürken “ Sofra hazır çorbaları koyayım mı?” diye seslendi. “Koyabilirsin. Çok açım valla. Ellerimi yıkayıp, hemen geliyorum” diyerek, banyoya yöneldi. Ellerini ve yüzünü yıkayıp mutfağa girdiğinde her zaman ki gibi mükemmel bir sofranın kendisini beklediğini gördü. Masa da her zaman ki yerine oturdu ve çorbasından bir kaşık alıp ağzına götürdü. “Çorba nefis olmuş” derken ona baktı.

Onunla bir komşularının aracılığıyla, görücü usulü tanışmışlar ve iki ay gibi çok kısa bir sürede evlenmişlerdi. Her zaman mükemmel bir eş olmuştu ona, her şart ve koşulda hep yanında yer almış, bugüne kadar aldığı hiç bir karara itiraz etmemiş, aralarında en ufak bir tartışma bile yaşanmamıştı. Ev de neye ihtiyaç duysa, elini attığında onu her zaman hazır bir halde bulurdu.

Ondan önce sakin bir şekilde akıp giden deresinde, onunla birlikteliğinden sonra da en ufak bir taşa bile rastlamamıştı. Sanki dere akıp giderken birisi daha suya girmiş onun arkasından sessizce yüzerek geliyor gibiydi. Aslında pek yüzmek de değildi bu. Çünkü yüzmek bir eylem gerektirirdi. O daha çok, hiç bir çaba göstermeksizin kendini akıntıya bırakmış onun peşinden akıntıyla birlikte sürüklenerek geliyor gibiydi.

“Yemekten sonra ne yapalım.” diye sordu ona. Her zaman ki gibi “Sen ne istersen canım” diye karşılık verdi. İlk başlarda hoşuna giden bu cevap aslında son günlerde onu rahatsız etmeye başlamıştı. Hiç bir zaman kendi düşündüğünü söylemeye ihtiyaç duymuyordu. Hiç bir zaman kendi isteğini belirtmiyordu. Gerçek değildi sanki o. Gerçek “o” diye biri yoktu, sadece hareket eden bir vücut vardı sanki karşısında. İradesi, isteği, ruhu, amacı olmayan boş bir vücut.

Önündeki yemek tabağını alıp, tatlı tabağını bırakırken ellerinden tutup ona “İçindeki ben nerede senin? Ne yaptın ona? Nereye sakladın, nereye hapsettin onu? ” diye sormak geldi içinden. Tuttu kendini. Yapmadı. Yapamadı. Ona bu özgürlüğü vermek isteyip istemediğinden, onu kendi rolüne yardımcı olan şu an ki rolünden çıkartıp kendisi gibi bir başrol vermek isteyip istemediğinden yine emin olamadı.

Sustu. Önünde duran o çok sevdiği cevizli kabak tatlısından bir çatal alıp ağzına götürdü...

06 Nisan 2008
Haşim Arıkan

3 Nisan 2008

Önce ben demeyi bilmesi gerekmez miydi?

Küçük kare bir masada karşılıklı oturuyorlardı. Hem tabaklarındaki yiyecekleri hem de ceplerinde ki kelimeleri yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı. Ekranda beliren Victoria’s secret defilesi ile birlikte adamın gözleri ister istemez restaurantın ortasındaki büyük kolonun üzerine monte edilmiş plazma tv’ye doğru kaydı. Kadının gözleri ise karşısında oturan o çok sevdiği adamın üzerindeydi.

Masada başgösteren bu sessizliği fırsat bilen provokatör cümleler beyninin içinde hemen cirit atmaya başlamışlardı. Bir tanesinin sesi hiç zaman kaybetmeden çınladı kulaklarında “Seni anlayamıyorum, ondan hala ilk günkü gibi olmasını nasıl bekleyebiliyorsun ki!” Fitili ateşleyen bu ilk cümlenin ardından diğerleri de vakit kaybetmeden sıraya girmişlerdi. “Gözlerini açıp etrafına bir baksana, herkes sizin gibi değil mi zaten? Bu herkesten farklı olma çabası neden? Herkes ortalıkta bas bas aşkın ömrü en fazla üç yıldır diye bağırırken sen hala ilk günkü gibi olmasını nasıl bekleyebiliyorsun ki! Hayalcilikten başka bir şey değil bu seninkisi. Artık kendini kandırmaktan vazgeç. Gerçekleri kabullen. ”

Belli etmemeye çalıştı ama istemese de keyfi kaçmıştı. Her zaman olduğu gibi yine susturamamıştı beynindeki bu provokatif cümleleri. “Herkesmiş!” dedi kendi kendine. Onlar onu böyle sürekli taciz ederek herkese benzetmeye çalışsa da, o hala onu ilk günkü gibi sevdiğine inanıyordu. Hala akşamları fırsatını bulur bulmaz onun kucağına yatmaktan, onun saçlarını yavaş yavaş okşamasından, ellerini teninde yavaş yavaş dolaştırmasından büyük keyif alıyordu. Onunda onu çok sevdiğine kesinlikle emindi. Başında ve vücudunda gezinen o muhteşem ellerden kendisine doğru akan sevgiyi her zaman yoğun olarak hissedebiliyordu. Yine de tutamadı kendini, beyninde serseri mayın gibi dolaşan o cümlelere yenik düştü ve sordu. “Beni hala seviyor musun?”

Hiç beklemediği bir an da gelen bu soruyla birlikte adam hatasını anlayıp gözlerini plazma tv’den ayırarak bulunduğu masaya hızlı bir geri dönüş yaptı. Suç üstü yakalanmış yaramaz bir çocuk gibi biraz mahçup bir ifadeyle gülümsüyordu. “Biliyor musun bence en güzel sözler, söylenmeye ihtiyaç duyulmayan sözlerdir aslında. Ama zaman zaman kendimi işe biraz fazla kaptırıp bu en güzel sözleri sana yeterince hissettiremiyorum ben galiba.” diyerek dönem dönem karşılaştığı ve sorulmasından açıkcası pek de hoşlanmadığı bu soruyu cevaplamaya çalıştı. Bu soru ona her sorulduğunda yaptığı gibi “Seni çok seviyorum” diyerek, kadehini kaldırıp ona doğru uzattı. Hem kadehleri hem de gözleri birbiriyle buluştu. İkisi de birbirlerinin göz bebeklerinde kendilerini gördüler. İkisi de o an aslında nerede yanlış yaptıklarını anladı.

Hayatı paylaşmaya başladıkları o ilk günden bu yana birbirlerinin yoğun sevgisini kazanmayı başarmışlardı ama belki de farkında olmadan kendi özgün ruhlarını kaybetmişlerdi. İkisi de birbirinin bütün varlığı haline gelmişti.

Bir insanın “Seni seviyorum” diyebilmesi için önce “ben” demeyi bilmesi gerekmez miydi?

03 Nisan 2008
Haşim A.

1 Nisan 2008

Zamane Dünya

Ben artık benden bile önce keşfedilir olmuşum da yokmuş haberim.
Dilimi sustursam da konuşur dururmuş meğer benim biçare bedenim.
Gizlediğimi sanarken ortalığa saçılır olmuş bütün hislerim.
Madem öyle, çekinmeyin gelin vurun yüzüme, söyleyin bakalım ben bugün ne haldeyim.

Sormasın kimse bana bundan sonra nasılsın diye.
Sordurmayın bana bunu boşuboşuna kendi içime.
Rahatsız etmeyin beni neden böyle keyifsizim diye.
Biliyorsunuz ya, siz söyleyin nedenini çekinmeyin gelin vurun benim yüzüme.

Nedense hep daha kolay gelir insana sormak yerine hakkında fikir yürütmek.
Neticede hepimiz insanız değil mi, bizbize benzeriz sormaya ne hacet!
Yoktur birbirimizden farkımız.
Belki de birbirine benzeyen bizler değiliz, birbirine benzeyen şey tekrarladığımız hatalarımız.

31 Mart 2008
Haşim A.